Bilimde bir üst seviyeye nasıl çıkarız?

Bilimde orta kuşak tuzağından nasıl çıkarız? Neden çok az konuda bilimsel liderlik yapabiliyoruz? Bilimde üst seviyeye çıkmanın yolu ‘elit eğitimi’ iyileştirmek mi?

Uzun zamandır üniversitelerde çokça tartışılan ve basına da oldukça yansıyan bir gündem maddesi var. Ülkemiz dünya bilimine ne katkıda bulunuyor veya daha popüler bir ifade ile bilim üretiminde dünyada neredeyiz? Tabii bu sorunun istatistiksel yanıtını vermek çok kolay değil çünkü bilime katkı hemen ölçülebilir bir kavram değil. Herkes Newton, Einstein, Edison gibi isimleri bilir ve yaptıklarının dünyayı nasıl etkilediğine dair bir fikir sahibidir. Ama unutmamak gerekir ki, bu isimler az sayıdaki istisnalardır. Peki, geriye kalan milyonlarca araştırmacının ne kadar yararlı işler yaptığını nasıl bileceğiz?

O zaman öncelikle ‘yararlı iş’ tanımını yapmak gerekir ki, bu da oldukça zor. Eğer sadece uygulaması olan çalışmalara ‘yararlı’ dersek, pek çok bilim dalını dışarıda bırakmış oluruz. Kendi alanında katkı yapmış olmasını kriter olarak belirlersek de, önemi yıllar sonra anlaşılan pek çok araştırma kapsam dışı kalır. Çok ilgi duyulan bir çalışmanın aslında yanlış olduğu da sık rastlanılan bir durumdur. Benzer bir zorluk, araştırma alanları arasındaki asimetrik dağılımda yaşanır. Örneğin katalizör geliştirme gibi bir alanda çalışan insan sayısı, sayılar teorisi çalışanlardan çok daha fazladır. O zaman doğal olarak katalizörcülerin katkısı – daha iyidir denemese de – daha fazla olur.

Öte yandan sokakta ‘bilimde önde gelen ülkeler hangileridir’ diye kime sorsanız, hemen ABD, Çin, Almanya, İngiltere gibi yanıtlar alırsınız. Bu kanıyı da o ülkelerin zenginlikleri, ürettikleri teknolojiler, üniversitelerinin şöhreti, vb. faktörler oluşturur ve bu izlenim de doğrudur. Hakikaten bu ülkeler dünyada bilimin değişik dallarında lider konumundadırlar. Eğer bilim camiası ile biraz daha yakından ilgileniyorsanız, İsviçre, Güney Kore ve bilhassa İsrail’in de bilime yüksek katkı sağlayan ülkeler arasında olduğunu bilirsiniz.

Bilime katkısı daha az ülkelerin çoğu birbirine benziyor, büyük bir teknoloji üretmiyorlar, kendi yetiştirdikleri bilim insanlarını ellerinde tutamıyorlar. Sanayileri uzun vadeli araştırmalara önemli destek vermiyor. Bütçelerinde AR-GE’ye ayırdıkları oranlar düşük, var olanı da verimli kullanamıyorlar.

Bilime katkısı daha az ülkelerin ortak özellikleri

Peki, bu klasmanın dışındaki ülkelerde durum ne? Mesela, biz Yunanistan veya İran’dan geride miyiz yoksa ileride mi? Bu gruptaki ülkelerin bazı ortak özellikleri var: Çoğu birbirine benziyor, büyük bir teknoloji üretmiyorlar, Nobel alan bilim insanları çalışmalarını yukarıdaki ülkelerde yürütüyor, kendi yetiştirdikleri bilim insanlarını ellerinde tutamıyorlar. En önemli özelliklerinden biri de, sanayilerinin uzun vadeli araştırmalara önemli destekler vermemesi. Bütçelerinde AR-GE’ye ayırdıkları oranlar düşük ve var olanı da verimli kullanamıyorlar. Bu durumda Türkiye, İran’ın iki sıra önünde veya arkasında olsa ne fark eder?

Bu değerlendirmeleri yaparken sıralamalardaki ölçümlere de ayrıca değinmekte fayda var. Öncelikle bu sıralamaların ölçümleri oldukça sağlıksızdır ve sadece kolaylıkla ölçülebilir kavramlar üzerinden yapılırlar. Çünkü bilimsel niteliği sayısal olarak belirleyebilecek bir istatistik yok ve kanımca da olamaz. Bu konuda en çok kullanılan ölçütler, makale sayıları ve aldıkları atıflardır. Bilim insanları çalışmalarının sonuçlarını bilim dergilerinde yayınlayarak dünyaya açıklarlar. Editörler dergilerine sunulan yazıları hakemlere yollarlar, bir nevi araştırmanın orijinalliğinin ve doğruluğunun sınanmasından sonra kabul eder veya yayınlamazlar. Bu süreç sonrasında, basılan her makale dünya bilimine bir katkı olarak kabul edilebilir. Ancak günümüzde her yıl yüzbinlerce makale yayınlanıyor, hangisi daha iyi, daha önemli veyahut daha yüksek katkı sağlıyor?

Sayılabilen her şey işe yaramak zorunda değil

Bu makaleler arasındaki farkı belirlemek için çok kullanılan bir diğer yöntem ise, yazılara yapılan atıfları, yapılan göndermeleri saymaktır. Hem makale hem de atıf sayıları, veri tabanlarından kolayca elde edilebileceği için az bir çaba ile ülkeleri, kurumları veya kişileri bu kriter üzerinden sıralamak mümkün olabilir. Günümüzde çok popüler olan, salt sayılara dayalı sıralamaların sorunları üzerine yazılan çokça yazı var. Einstein’a atfedilen ama büyük bir olasılıkla W.B.Cameron’un “Informal Sociology: A Casual Introduction to Sociological Thinking” isimli kitabında geçen ve bu durumu çok iyi anlatan bir ifade var: “Not everything that can be counted counts” Yani sayılabilen her şey bir işe yaramak zorunda değildir.

Bu bağlamda geçtiğimiz yıl Catholic University of America’da tarih profesörü olan J.Z.Muller tarafından yayınlanan Tyranny of metrics” isimli kitabı bu soruyu çok yönlü olarak irdeliyor ve insan performansını ölçme takıntımızın okullardan iş dünyasına, hayatın bir çok alanını nasıl tehdit ettiğini, nasıl yanlış sonuçlara varılabileceğini örneklerle anlatıyor.

Bilimin niteliği sık değişir mi?

Nicel değerlendirmelerin sorunlarının ötesinde başka bir problem daha var. Sıralamaları yapmada kullanılan ölçütler baştaki “ileri” ülkeleri ayırmada çok başarılılar ama bunu zaten herkes biliyor. Arkadan gelen grubun sıralamaları ise ölçütlere göre çok değişebiliyor yani sağlam değiller. Bu sebeple, değişik kurumlarca yapılanlar sıralamalarda farklılıklar olduğu gibi, çeşitli sıralamalarda bir ülkede yıllar içerisinde değişiklikler de gözlenebiliyor. Halbuki bir ülkede bilimin niteliği sık sık değişmez.

Bilimsek üretim anlamında, iki grup arasında nitel ve nicel anlamda büyük bir uçurum söz konusu ve bu uçurum da her geçen gün derinleşiyor. Ekonomide çok sık duyduğumuz bir ifade aslında bilim üretimi anlamında da geçerli: Zengin daha zenginleşiyor, fakir daha fakirleşiyor.

Bütün bu tenkitler bir yana, bilimde nitelik olarak diğerlerinden kolayca ayrılabilen ülkelerle arkadan gelenler arasındaki farkı irdelemek yararlı olabilir. Öncelikle bu iki grup arasında nitel ve nicel anlamda büyük bir uçurum söz konusu ve bu uçurum da her geçen gün derinleşiyor. Ekonomide çok sık duyduğumuz bir ifade aslında bilim üretimi anlamında da geçerli: Zengin daha zenginleşiyor, fakir daha fakirleşiyor.

Bilimde orta gelir tuzağı

Ekonomistlerin çok eskiden beri kullandıkları bir tanım var: ”Orta gelir tuzağı” Genel olarak bir ülkede kişi başına düşen gelirin belli bir düzeye geldikten sonra artışının durması olarak tanımlanıyor ve Dünya Bankası da bu düzeyi 10-12 bin dolar olarak belirliyor.

Kanımca bu kavram bilimde de çok geçerli. Tarihsel olarak Türkiye’de bilimsel makale yazılımı uzun yıllar oldukça zayıf kaldı. Hacettepe Üniversitesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü öğretim üyesi ve TÜBİTAK Ulusal Akademik Ağ ve Bilgi Merkezi’nin (ULAKBİM) kurucu müdürü Prof. Dr. Yaşar Tonta tarafından hazırlanan raporda, 1976 yılında Türkiye adresli sadece 269 bilimsel makale yayınlandığını görüyoruz. Tabii bu sayılar Science Citation Index gibi kabul görmüş veri tabanlarınca taranan dergilerde yayınlanan makalelerin sayıları…. http://yunus.hacettepe.edu.tr/~tonta/yayinlar/tonta-tubitak-ubyt-programinin-degerlendirilmesi.pdf

1980’li ve 90’lı yıllarda, bu sayılar artmaya başladı ve kanımca bu artışta yurtdışına eğitime giden ve ülkesine dönen 68 kuşağının temsilcilerinin rolü büyük. İyi üniversitelerde doktora yapan ve çalışan bu bilim insanları, araştırmaları yayınlamanın ne kadar önemli ve gerekli olduğunu Türkiye’deki akademik camiaya da yaydılar. Bunun yanında üniversitelere dair yapılan sıralamalarda yayınların da rol oynamaya başlaması, TÜBİTAK’ın bir birimi olan Ulusal Akademik Ağ ve Bilgi Merkezi’nin (ULAKBIM) ve üniversitelerin makalelere verdikleri parasal ödüller de önemli bir rol oynadı. Sonuçta 2015 yılında, yayınlanan akademik makale sayısı 35 bini geçmişti. Tabii burada veri tabanlarındaki dergi sayılarının artmasının da katkısı var. O halde makale üretimi açısından iyi bir yere gelmiş görünüyoruz. Peki, sorun nerede?

Akademik dergilerde durum ne?

Sorun şu ki, bu makalelerin yayınlandıkları dergilere bakınca büyük bir kısmının dergi sıralamalarında çok aşağılarda olduğunu görüyoruz (Evet, dergilerin de sıralamaları oluyor). Ayrıca bu yazılara verilen atıfların da ortalama sayıları düşük. Bunların da ötesinde, Türkiye’den yayınlanan makalelerin peşine takılıp da onları daha da geliştirmeye niyetlenen, çalışmalarını ilk gruplardaki ülkelerde sürdüren araştırmacılarının sayısı da düşük. Yani jeoloji ve arkeoloji gibi bulunduğumuz yörenin avantajlarını kullanabilenlerin dışında bilimsel liderlik yapabildiğimiz sahalar çok yok.

Jeoloji ve arkeoloji gibi bulunduğumuz yörenin avantajlarını kullanabilenlerin dışında bilimsel liderlik yapabildiğimiz sahalar çok yok.

O zaman ekonomik orta gelir tuzağına benzer bir şekilde bilimde de bir “orta”da olma tuzağındayız gibi görünüyor. http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/sedat-ergin/orta-gelirden-sonra-orta-bilim-tuzagi-40980817 Aslında bilimde geldiğimiz noktayı da çok küçümsememeliyiz. Zira bilim gibi, sanat ve sporda da aynı pozisyondayız; bu alanlarda başarılı olanlar olmakla beraber, ortalamalarımız gelişmiş ülkelerdekilerin düzeyinde değil. Oysa günümüzde eğitimlerini ülkemizde almış, yurt dışında çalışan ve çok önemli başarılar sağlayan çok sayıda araştırmacı var. Görünen o ki, bu insanlara başarılı olma ortamını sağlayamıyoruz.

Nasıl bir ülkeyi ekonomik olarak daha üst gelir grubuna taşımak için yeni ve radikal politikalar geliştirmek gerekiyorsa, bilimde de bir üst sınıfta var olmak için devlet tarafından güçlü politikaların geliştirilmesi gerekir. Bu hamle, bazı çalışkan ve yetenekli bilim insanlarının kişisel çabaları ile gerçekleştirilemez. İçimizden bir bilim insanının Nobel ödülü alması elbette bizleri sevindirir ama Türkiye’nin çağ atladığını da göstermez. Onun yerine Nobel ödülünü kaçırmış 50 bilim insanımız olsa, ben çok daha fazla gururlanırım.

İleri düzeyde bilim yapmak için ne gerekli?

Ülkemizde “ileri” düzeyde bilim yapma konusunda önemli açmazlar var.

Türkiye’de bilim politikaları oluşturma çabalarına zaman zaman rastlamamıza rağmen, oturmuş bir düzenimiz yok. Toplumun bilime verdiği değer yüksek değil ve bu doğal olarak yönetici kademelerine de yansıyor. Bilimden beklenti çok fazla olmayınca, yeterli çaba da gösterilmiyor. ABD’de başkanın bir bilim danışmanı vardır, ulusal akademileri gerektiği zaman raporlar hazırlarlar. Avrupa’da Akademiler Birliği ALLEA Avrupa Birliği’nin bilim ve sanayi politikalarına önemli katkılarda bulunur. Bizdeyse durum maalesef farklı. Türkiye Bilimler Akademisi’nde (TÜBA) bulunduğum 1994-2011 yılları arasında hiç bir siyasetçinin bize danıştığını veya rapor hazırlanmasını istediğine şahit olmadım.

ABD’de başkanın bir bilim danışmanı vardır, ulusal akademileri gerektiği zaman raporlar hazırlarlar. Avrupa Akademiler Birliği ALLEA AB’nin bilim ve sanayi politikalarına önemli katkılarda bulunur. Bizdeyse durum farklı. Türkiye Bilimler Akademisi’nde bulunduğum 1994-2011 yılları arasında hiç bir siyasetçinin bize danıştığını veya rapor hazırlanmasını istediğine şahit olmadım.

Günümüzde bu algılara ek olarak ciddi bir kavram kargaşası da yaşıyoruz. Bütün dünyada uygulamalı bilimlere karşı önemli bir eğilim var, ürüne dönüşebilecek araştırmalara çok daha fazla bütçe ayrılıyor. Ama bu büyük bütçeleri ayıran ülkeler aynı zamanda uzaya insan yollama, yüksek enerji fiziği gibi henüz teknolojik uygulamaları ufukta gözükmeyen alanlara da önemli paralar harcıyor. Temel bilim-uygulamalı bilim-inovasyon bağlantısı kurulamadığı zaman zannediliyor ki insanlar oturup biraz çalışırsa inovasyon yapabilirler. Bu tarz bir ilhamla yeni bir buluşa gidenler olmuştur ama bunların oranı çok çok azdır. Teknolojideki ilerlemelerin pek çoğu uzun vadeli ve problemin temelinden başlayan araştırmalar sonucunda elde edilir. O zaman oluşturulacak bilim politikalarının bu süreci en iyi yönetecek şekilde hazırlanması gerekir.

Bilimde üst seviyeye çıkmak için ‘elit eğitimi’ iyileştirmek

Peki, nasıl bir eğitim sistemi bizi bilimde bir üst seviyeye çıkmamızı sağlar?

Okullaşma oranlarımız iyi ama öğrencilerin uluslararası ölçekte fen, matematik ve okuma becerilerini ölçen en önemli göstergelerden biri olan PISA testlerinde öğrencilerimiz dökülüyor. Lise veya üniversite giriş sınavlarındaki sonuçlar da hiç iç açıcı değil. Diğer yandan, yurt dışına lisansüstü çalışma yapmaya giden öğrencilerimiz çok başarılılar. ABD’de veya Avrupa’da çalışan başarılı bilim insanı sayımız da çok yüksek. Burada dikkat çeken nokta, öğrencilerin ortalama olarak düzeylerinin düşük olması ama kısıtlı bir grubun ise bu düzeyin çok üzerine çıkmaları. ABD’de lise mezunu olup doğru düzgün okuyamayan insan sayısı az değildir ama nüfusun çok küçük bir kısmı bütün bilimsel gelişmelerden sorumludur.

Bizim de önem vermemiz gereken nokta “elit” dediğimiz eğitimi iyi yapmak olmalı. Burada, yetenekli öğrencilerin ustalar tarafından eğitilmesinden bahsediyoruz. Bunun bir örneği 1964 yılında Ankara Fen Lisesi ile başlamıştır ama sonraları yüzlerce Fen Lisesi açılınca, ne bunlara yeterli para ne de yeterli eğitimci bulmak mümkün olmuştur. Daha sonra bu yetenekli insanların Türkiye’de kalıp bilim yapmaları için de gerekli koşulların sağlanması gerekir. TÜBİTAK bir zamandır yurt dışında çalışanları ülkemize çekmek için programlar geliştiriyor, umarım başarılı olurlar.

Elitliğin ikinci koşulunu da, araştırma desteklerinin dağıtımında görmemiz gerekir. Avrupa Birliği’nin getirdiği koşulları sağlamak amacı ile araştırmaya ayrılan destek önemli derecede artmıştı. Ülkemizde sanayinin araştırmadaki itici gücü çok zayıftır. Pek çok ülkede araştırmaya ayrılan paranın çok büyük kısmı özel sektörden ve kamu kuruluşlarından gelir. Bizde araştırmalar çoğunlukla üniversitelerde yapılır ve ana destekçi de TÜBİTAK’tır. TÜBİTAK’ın bütçesini ne kadar arttırırsak arttıralım, her üniversiteye yetecek miktardan çok uzak. Bu durumda zor bir çözüm, az sayıda grubu yüksek bütçelerle desteklemek olabilir. Ama politik ortamımız böyle bir elitist davranışa izin verir gibi gözükmüyor.

Sonuç olarak önce iyi bir politika oluşturulması, yöneticilerimizin buna inanması ve arkasından da gerekli bütçelerin sağlanması şart. Bunların gerçekleşmesinin çok zor olduğunu bilmekle beraber yapılamayacağını da düşünmüyorum. Güney Kore, Singapur bunları yaptı. En ilginç örnek ise, Çin. Yüzyıl önce bir Çinli filozof F. Youlan “Çin’de niye bilim yok?” diye bir deneme yazmıştı. 100 yıl sonrasının Çin’in bilimsel üretimi bu makalenin ciddiye alındığını gösteriyor. Nature dergisinde yakınlarda yayınlanan bir makale ise, Çin’in bilimde bir üst seviyeye çıkmak için izlediği yol haritasını anlatıyor. Galiba, ilk adım soruyu doğru sormakla başlıyor. Nature Briefing isimli bilim sitesinde bu konuyu anlatan bir yazıyı görebilirsiniz.

Bu yazı ilk kez 11 Ekim 2019’da yayımlanmıştır.

Ersin Yurtsever
Ersin Yurtsever
Prof. Dr. Ersin Yurtsever – Koç Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Bölümü Öğretim Üyesi. Ankara Fen Lisesi’nin ilk mezunlarından olan Yurtsever, 1971 yılında ODTÜ Kimya Bölümü’nden lisans, 1973’te Teorik Kimya Bölümü’nden yüksek lisans ve 1976’da da Virginia Commonnwealth Üniversitesi’nden doktora aldı. 1976-80 yıllarında Almanya’da post-doktoral çalışmalarını yaptıktan sonra ODTÜ Kimya Bölümü’nde göreve başladı. 1995 yılından bu yana çalışmalarını Koç Üniversitesi’nde sürdürüyor. 1991-92 yıllarında TÜBİTAK’ta Bilim Adamı Yetiştirme Grubu sekreterliği, 1993-1995 yıllarında Eğitim Fakültesi ve 2000-2009 yıllarında da Koç Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanlığı yaptı. Kimyasal olayların matematiksel yöntemlerle incelenmesi üzerine çalışıyor. Bir yan ilgi alanı ise akademik değerlendirmeler üzerinedir.1994 yılında Türkiye Bilimler Akademisi’ne (TÜBA) üye olarak seçildi. 2011’de TÜBA’dan istifa ederek Bilim Akademisi’nin kurucu üyelerinden biri oldu.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Bilimde bir üst seviyeye nasıl çıkarız?

Bilimde orta kuşak tuzağından nasıl çıkarız? Neden çok az konuda bilimsel liderlik yapabiliyoruz? Bilimde üst seviyeye çıkmanın yolu ‘elit eğitimi’ iyileştirmek mi?

Uzun zamandır üniversitelerde çokça tartışılan ve basına da oldukça yansıyan bir gündem maddesi var. Ülkemiz dünya bilimine ne katkıda bulunuyor veya daha popüler bir ifade ile bilim üretiminde dünyada neredeyiz? Tabii bu sorunun istatistiksel yanıtını vermek çok kolay değil çünkü bilime katkı hemen ölçülebilir bir kavram değil. Herkes Newton, Einstein, Edison gibi isimleri bilir ve yaptıklarının dünyayı nasıl etkilediğine dair bir fikir sahibidir. Ama unutmamak gerekir ki, bu isimler az sayıdaki istisnalardır. Peki, geriye kalan milyonlarca araştırmacının ne kadar yararlı işler yaptığını nasıl bileceğiz?

O zaman öncelikle ‘yararlı iş’ tanımını yapmak gerekir ki, bu da oldukça zor. Eğer sadece uygulaması olan çalışmalara ‘yararlı’ dersek, pek çok bilim dalını dışarıda bırakmış oluruz. Kendi alanında katkı yapmış olmasını kriter olarak belirlersek de, önemi yıllar sonra anlaşılan pek çok araştırma kapsam dışı kalır. Çok ilgi duyulan bir çalışmanın aslında yanlış olduğu da sık rastlanılan bir durumdur. Benzer bir zorluk, araştırma alanları arasındaki asimetrik dağılımda yaşanır. Örneğin katalizör geliştirme gibi bir alanda çalışan insan sayısı, sayılar teorisi çalışanlardan çok daha fazladır. O zaman doğal olarak katalizörcülerin katkısı – daha iyidir denemese de – daha fazla olur.

Öte yandan sokakta ‘bilimde önde gelen ülkeler hangileridir’ diye kime sorsanız, hemen ABD, Çin, Almanya, İngiltere gibi yanıtlar alırsınız. Bu kanıyı da o ülkelerin zenginlikleri, ürettikleri teknolojiler, üniversitelerinin şöhreti, vb. faktörler oluşturur ve bu izlenim de doğrudur. Hakikaten bu ülkeler dünyada bilimin değişik dallarında lider konumundadırlar. Eğer bilim camiası ile biraz daha yakından ilgileniyorsanız, İsviçre, Güney Kore ve bilhassa İsrail’in de bilime yüksek katkı sağlayan ülkeler arasında olduğunu bilirsiniz.

Bilime katkısı daha az ülkelerin çoğu birbirine benziyor, büyük bir teknoloji üretmiyorlar, kendi yetiştirdikleri bilim insanlarını ellerinde tutamıyorlar. Sanayileri uzun vadeli araştırmalara önemli destek vermiyor. Bütçelerinde AR-GE’ye ayırdıkları oranlar düşük, var olanı da verimli kullanamıyorlar.

Bilime katkısı daha az ülkelerin ortak özellikleri

Peki, bu klasmanın dışındaki ülkelerde durum ne? Mesela, biz Yunanistan veya İran’dan geride miyiz yoksa ileride mi? Bu gruptaki ülkelerin bazı ortak özellikleri var: Çoğu birbirine benziyor, büyük bir teknoloji üretmiyorlar, Nobel alan bilim insanları çalışmalarını yukarıdaki ülkelerde yürütüyor, kendi yetiştirdikleri bilim insanlarını ellerinde tutamıyorlar. En önemli özelliklerinden biri de, sanayilerinin uzun vadeli araştırmalara önemli destekler vermemesi. Bütçelerinde AR-GE’ye ayırdıkları oranlar düşük ve var olanı da verimli kullanamıyorlar. Bu durumda Türkiye, İran’ın iki sıra önünde veya arkasında olsa ne fark eder?

Bu değerlendirmeleri yaparken sıralamalardaki ölçümlere de ayrıca değinmekte fayda var. Öncelikle bu sıralamaların ölçümleri oldukça sağlıksızdır ve sadece kolaylıkla ölçülebilir kavramlar üzerinden yapılırlar. Çünkü bilimsel niteliği sayısal olarak belirleyebilecek bir istatistik yok ve kanımca da olamaz. Bu konuda en çok kullanılan ölçütler, makale sayıları ve aldıkları atıflardır. Bilim insanları çalışmalarının sonuçlarını bilim dergilerinde yayınlayarak dünyaya açıklarlar. Editörler dergilerine sunulan yazıları hakemlere yollarlar, bir nevi araştırmanın orijinalliğinin ve doğruluğunun sınanmasından sonra kabul eder veya yayınlamazlar. Bu süreç sonrasında, basılan her makale dünya bilimine bir katkı olarak kabul edilebilir. Ancak günümüzde her yıl yüzbinlerce makale yayınlanıyor, hangisi daha iyi, daha önemli veyahut daha yüksek katkı sağlıyor?

Sayılabilen her şey işe yaramak zorunda değil

Bu makaleler arasındaki farkı belirlemek için çok kullanılan bir diğer yöntem ise, yazılara yapılan atıfları, yapılan göndermeleri saymaktır. Hem makale hem de atıf sayıları, veri tabanlarından kolayca elde edilebileceği için az bir çaba ile ülkeleri, kurumları veya kişileri bu kriter üzerinden sıralamak mümkün olabilir. Günümüzde çok popüler olan, salt sayılara dayalı sıralamaların sorunları üzerine yazılan çokça yazı var. Einstein’a atfedilen ama büyük bir olasılıkla W.B.Cameron’un “Informal Sociology: A Casual Introduction to Sociological Thinking” isimli kitabında geçen ve bu durumu çok iyi anlatan bir ifade var: “Not everything that can be counted counts” Yani sayılabilen her şey bir işe yaramak zorunda değildir.

Bu bağlamda geçtiğimiz yıl Catholic University of America’da tarih profesörü olan J.Z.Muller tarafından yayınlanan Tyranny of metrics” isimli kitabı bu soruyu çok yönlü olarak irdeliyor ve insan performansını ölçme takıntımızın okullardan iş dünyasına, hayatın bir çok alanını nasıl tehdit ettiğini, nasıl yanlış sonuçlara varılabileceğini örneklerle anlatıyor.

Bilimin niteliği sık değişir mi?

Nicel değerlendirmelerin sorunlarının ötesinde başka bir problem daha var. Sıralamaları yapmada kullanılan ölçütler baştaki “ileri” ülkeleri ayırmada çok başarılılar ama bunu zaten herkes biliyor. Arkadan gelen grubun sıralamaları ise ölçütlere göre çok değişebiliyor yani sağlam değiller. Bu sebeple, değişik kurumlarca yapılanlar sıralamalarda farklılıklar olduğu gibi, çeşitli sıralamalarda bir ülkede yıllar içerisinde değişiklikler de gözlenebiliyor. Halbuki bir ülkede bilimin niteliği sık sık değişmez.

Bilimsek üretim anlamında, iki grup arasında nitel ve nicel anlamda büyük bir uçurum söz konusu ve bu uçurum da her geçen gün derinleşiyor. Ekonomide çok sık duyduğumuz bir ifade aslında bilim üretimi anlamında da geçerli: Zengin daha zenginleşiyor, fakir daha fakirleşiyor.

Bütün bu tenkitler bir yana, bilimde nitelik olarak diğerlerinden kolayca ayrılabilen ülkelerle arkadan gelenler arasındaki farkı irdelemek yararlı olabilir. Öncelikle bu iki grup arasında nitel ve nicel anlamda büyük bir uçurum söz konusu ve bu uçurum da her geçen gün derinleşiyor. Ekonomide çok sık duyduğumuz bir ifade aslında bilim üretimi anlamında da geçerli: Zengin daha zenginleşiyor, fakir daha fakirleşiyor.

Bilimde orta gelir tuzağı

Ekonomistlerin çok eskiden beri kullandıkları bir tanım var: ”Orta gelir tuzağı” Genel olarak bir ülkede kişi başına düşen gelirin belli bir düzeye geldikten sonra artışının durması olarak tanımlanıyor ve Dünya Bankası da bu düzeyi 10-12 bin dolar olarak belirliyor.

Kanımca bu kavram bilimde de çok geçerli. Tarihsel olarak Türkiye’de bilimsel makale yazılımı uzun yıllar oldukça zayıf kaldı. Hacettepe Üniversitesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü öğretim üyesi ve TÜBİTAK Ulusal Akademik Ağ ve Bilgi Merkezi’nin (ULAKBİM) kurucu müdürü Prof. Dr. Yaşar Tonta tarafından hazırlanan raporda, 1976 yılında Türkiye adresli sadece 269 bilimsel makale yayınlandığını görüyoruz. Tabii bu sayılar Science Citation Index gibi kabul görmüş veri tabanlarınca taranan dergilerde yayınlanan makalelerin sayıları…. http://yunus.hacettepe.edu.tr/~tonta/yayinlar/tonta-tubitak-ubyt-programinin-degerlendirilmesi.pdf

1980’li ve 90’lı yıllarda, bu sayılar artmaya başladı ve kanımca bu artışta yurtdışına eğitime giden ve ülkesine dönen 68 kuşağının temsilcilerinin rolü büyük. İyi üniversitelerde doktora yapan ve çalışan bu bilim insanları, araştırmaları yayınlamanın ne kadar önemli ve gerekli olduğunu Türkiye’deki akademik camiaya da yaydılar. Bunun yanında üniversitelere dair yapılan sıralamalarda yayınların da rol oynamaya başlaması, TÜBİTAK’ın bir birimi olan Ulusal Akademik Ağ ve Bilgi Merkezi’nin (ULAKBIM) ve üniversitelerin makalelere verdikleri parasal ödüller de önemli bir rol oynadı. Sonuçta 2015 yılında, yayınlanan akademik makale sayısı 35 bini geçmişti. Tabii burada veri tabanlarındaki dergi sayılarının artmasının da katkısı var. O halde makale üretimi açısından iyi bir yere gelmiş görünüyoruz. Peki, sorun nerede?

Akademik dergilerde durum ne?

Sorun şu ki, bu makalelerin yayınlandıkları dergilere bakınca büyük bir kısmının dergi sıralamalarında çok aşağılarda olduğunu görüyoruz (Evet, dergilerin de sıralamaları oluyor). Ayrıca bu yazılara verilen atıfların da ortalama sayıları düşük. Bunların da ötesinde, Türkiye’den yayınlanan makalelerin peşine takılıp da onları daha da geliştirmeye niyetlenen, çalışmalarını ilk gruplardaki ülkelerde sürdüren araştırmacılarının sayısı da düşük. Yani jeoloji ve arkeoloji gibi bulunduğumuz yörenin avantajlarını kullanabilenlerin dışında bilimsel liderlik yapabildiğimiz sahalar çok yok.

Jeoloji ve arkeoloji gibi bulunduğumuz yörenin avantajlarını kullanabilenlerin dışında bilimsel liderlik yapabildiğimiz sahalar çok yok.

O zaman ekonomik orta gelir tuzağına benzer bir şekilde bilimde de bir “orta”da olma tuzağındayız gibi görünüyor. http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/sedat-ergin/orta-gelirden-sonra-orta-bilim-tuzagi-40980817 Aslında bilimde geldiğimiz noktayı da çok küçümsememeliyiz. Zira bilim gibi, sanat ve sporda da aynı pozisyondayız; bu alanlarda başarılı olanlar olmakla beraber, ortalamalarımız gelişmiş ülkelerdekilerin düzeyinde değil. Oysa günümüzde eğitimlerini ülkemizde almış, yurt dışında çalışan ve çok önemli başarılar sağlayan çok sayıda araştırmacı var. Görünen o ki, bu insanlara başarılı olma ortamını sağlayamıyoruz.

Nasıl bir ülkeyi ekonomik olarak daha üst gelir grubuna taşımak için yeni ve radikal politikalar geliştirmek gerekiyorsa, bilimde de bir üst sınıfta var olmak için devlet tarafından güçlü politikaların geliştirilmesi gerekir. Bu hamle, bazı çalışkan ve yetenekli bilim insanlarının kişisel çabaları ile gerçekleştirilemez. İçimizden bir bilim insanının Nobel ödülü alması elbette bizleri sevindirir ama Türkiye’nin çağ atladığını da göstermez. Onun yerine Nobel ödülünü kaçırmış 50 bilim insanımız olsa, ben çok daha fazla gururlanırım.

İleri düzeyde bilim yapmak için ne gerekli?

Ülkemizde “ileri” düzeyde bilim yapma konusunda önemli açmazlar var.

Türkiye’de bilim politikaları oluşturma çabalarına zaman zaman rastlamamıza rağmen, oturmuş bir düzenimiz yok. Toplumun bilime verdiği değer yüksek değil ve bu doğal olarak yönetici kademelerine de yansıyor. Bilimden beklenti çok fazla olmayınca, yeterli çaba da gösterilmiyor. ABD’de başkanın bir bilim danışmanı vardır, ulusal akademileri gerektiği zaman raporlar hazırlarlar. Avrupa’da Akademiler Birliği ALLEA Avrupa Birliği’nin bilim ve sanayi politikalarına önemli katkılarda bulunur. Bizdeyse durum maalesef farklı. Türkiye Bilimler Akademisi’nde (TÜBA) bulunduğum 1994-2011 yılları arasında hiç bir siyasetçinin bize danıştığını veya rapor hazırlanmasını istediğine şahit olmadım.

ABD’de başkanın bir bilim danışmanı vardır, ulusal akademileri gerektiği zaman raporlar hazırlarlar. Avrupa Akademiler Birliği ALLEA AB’nin bilim ve sanayi politikalarına önemli katkılarda bulunur. Bizdeyse durum farklı. Türkiye Bilimler Akademisi’nde bulunduğum 1994-2011 yılları arasında hiç bir siyasetçinin bize danıştığını veya rapor hazırlanmasını istediğine şahit olmadım.

Günümüzde bu algılara ek olarak ciddi bir kavram kargaşası da yaşıyoruz. Bütün dünyada uygulamalı bilimlere karşı önemli bir eğilim var, ürüne dönüşebilecek araştırmalara çok daha fazla bütçe ayrılıyor. Ama bu büyük bütçeleri ayıran ülkeler aynı zamanda uzaya insan yollama, yüksek enerji fiziği gibi henüz teknolojik uygulamaları ufukta gözükmeyen alanlara da önemli paralar harcıyor. Temel bilim-uygulamalı bilim-inovasyon bağlantısı kurulamadığı zaman zannediliyor ki insanlar oturup biraz çalışırsa inovasyon yapabilirler. Bu tarz bir ilhamla yeni bir buluşa gidenler olmuştur ama bunların oranı çok çok azdır. Teknolojideki ilerlemelerin pek çoğu uzun vadeli ve problemin temelinden başlayan araştırmalar sonucunda elde edilir. O zaman oluşturulacak bilim politikalarının bu süreci en iyi yönetecek şekilde hazırlanması gerekir.

Bilimde üst seviyeye çıkmak için ‘elit eğitimi’ iyileştirmek

Peki, nasıl bir eğitim sistemi bizi bilimde bir üst seviyeye çıkmamızı sağlar?

Okullaşma oranlarımız iyi ama öğrencilerin uluslararası ölçekte fen, matematik ve okuma becerilerini ölçen en önemli göstergelerden biri olan PISA testlerinde öğrencilerimiz dökülüyor. Lise veya üniversite giriş sınavlarındaki sonuçlar da hiç iç açıcı değil. Diğer yandan, yurt dışına lisansüstü çalışma yapmaya giden öğrencilerimiz çok başarılılar. ABD’de veya Avrupa’da çalışan başarılı bilim insanı sayımız da çok yüksek. Burada dikkat çeken nokta, öğrencilerin ortalama olarak düzeylerinin düşük olması ama kısıtlı bir grubun ise bu düzeyin çok üzerine çıkmaları. ABD’de lise mezunu olup doğru düzgün okuyamayan insan sayısı az değildir ama nüfusun çok küçük bir kısmı bütün bilimsel gelişmelerden sorumludur.

Bizim de önem vermemiz gereken nokta “elit” dediğimiz eğitimi iyi yapmak olmalı. Burada, yetenekli öğrencilerin ustalar tarafından eğitilmesinden bahsediyoruz. Bunun bir örneği 1964 yılında Ankara Fen Lisesi ile başlamıştır ama sonraları yüzlerce Fen Lisesi açılınca, ne bunlara yeterli para ne de yeterli eğitimci bulmak mümkün olmuştur. Daha sonra bu yetenekli insanların Türkiye’de kalıp bilim yapmaları için de gerekli koşulların sağlanması gerekir. TÜBİTAK bir zamandır yurt dışında çalışanları ülkemize çekmek için programlar geliştiriyor, umarım başarılı olurlar.

Elitliğin ikinci koşulunu da, araştırma desteklerinin dağıtımında görmemiz gerekir. Avrupa Birliği’nin getirdiği koşulları sağlamak amacı ile araştırmaya ayrılan destek önemli derecede artmıştı. Ülkemizde sanayinin araştırmadaki itici gücü çok zayıftır. Pek çok ülkede araştırmaya ayrılan paranın çok büyük kısmı özel sektörden ve kamu kuruluşlarından gelir. Bizde araştırmalar çoğunlukla üniversitelerde yapılır ve ana destekçi de TÜBİTAK’tır. TÜBİTAK’ın bütçesini ne kadar arttırırsak arttıralım, her üniversiteye yetecek miktardan çok uzak. Bu durumda zor bir çözüm, az sayıda grubu yüksek bütçelerle desteklemek olabilir. Ama politik ortamımız böyle bir elitist davranışa izin verir gibi gözükmüyor.

Sonuç olarak önce iyi bir politika oluşturulması, yöneticilerimizin buna inanması ve arkasından da gerekli bütçelerin sağlanması şart. Bunların gerçekleşmesinin çok zor olduğunu bilmekle beraber yapılamayacağını da düşünmüyorum. Güney Kore, Singapur bunları yaptı. En ilginç örnek ise, Çin. Yüzyıl önce bir Çinli filozof F. Youlan “Çin’de niye bilim yok?” diye bir deneme yazmıştı. 100 yıl sonrasının Çin’in bilimsel üretimi bu makalenin ciddiye alındığını gösteriyor. Nature dergisinde yakınlarda yayınlanan bir makale ise, Çin’in bilimde bir üst seviyeye çıkmak için izlediği yol haritasını anlatıyor. Galiba, ilk adım soruyu doğru sormakla başlıyor. Nature Briefing isimli bilim sitesinde bu konuyu anlatan bir yazıyı görebilirsiniz.

Bu yazı ilk kez 11 Ekim 2019’da yayımlanmıştır.

Ersin Yurtsever
Ersin Yurtsever
Prof. Dr. Ersin Yurtsever – Koç Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Bölümü Öğretim Üyesi. Ankara Fen Lisesi’nin ilk mezunlarından olan Yurtsever, 1971 yılında ODTÜ Kimya Bölümü’nden lisans, 1973’te Teorik Kimya Bölümü’nden yüksek lisans ve 1976’da da Virginia Commonnwealth Üniversitesi’nden doktora aldı. 1976-80 yıllarında Almanya’da post-doktoral çalışmalarını yaptıktan sonra ODTÜ Kimya Bölümü’nde göreve başladı. 1995 yılından bu yana çalışmalarını Koç Üniversitesi’nde sürdürüyor. 1991-92 yıllarında TÜBİTAK’ta Bilim Adamı Yetiştirme Grubu sekreterliği, 1993-1995 yıllarında Eğitim Fakültesi ve 2000-2009 yıllarında da Koç Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanlığı yaptı. Kimyasal olayların matematiksel yöntemlerle incelenmesi üzerine çalışıyor. Bir yan ilgi alanı ise akademik değerlendirmeler üzerinedir.1994 yılında Türkiye Bilimler Akademisi’ne (TÜBA) üye olarak seçildi. 2011’de TÜBA’dan istifa ederek Bilim Akademisi’nin kurucu üyelerinden biri oldu.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x