AB mülteciler için verdiği sözleri ne kadar tuttu?

Mart 2011’de başlayan Suriye iç savaşının ve savaştan kaçanların sığınmacıların bölge ülkelerine sığınmaya başlamalarının üzerinden 9 yıl geçti. O günden bugüne, bu konu hep gündemde kaldı. Ama maalesef büyük bir bilgi kirliği içinde… AB ile ilişkiler bu süreçte nasıl gelişti? Ne kadar fon alındı, nereye harcandı? AB-Türkiye Mutabakatı’nda son durum ne? Bütün bu soruların yanıtı için, krizin erken dönemlerini hatırlamakta, bu mutabakatın niye ve hangi şartlarla yapıldığını gözden geçirmekte fayda var.

Suriye Sığınmacı Krizi’nin erken dönemlerinde, Türkiye ilgili tüm masrafları Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği dışında fazla bir uluslararası ortaklık kurmadan kendisi karşılıyordu. Ancak, Suriyeli sığınmacıların sayısının her geçen gün artması ve sığınmacılarının yerinden edilmişliklerinin uzaması, kamp dışında yaşayan “şehir mültecileri” kavramı ile bizleri tanıştırdı.

Çoğu kayıt dışı işlerde düşük ücretlere çalışan bu genç nüfusun, geçinebilmek için sosyal yardım ihtiyacı, çocuklarının eğitim ihtiyaçları, savaş kaynaklı fiziksel ve psikolojik travmalar ve kötü yaşam koşulları beraberinde gelen gündelik hastalıklardan doğan sağlık hizmetlerine erişim ihtiyacı, Türkiye’yi uluslararası külfet paylaşımı konusunda daha istekli bir konuma itti.

Bu süreçte, Türkiye sığınmacılara Cenevre Sözleşmesi çerçevesinde hukuki olarak mülteci statüsü vermedi. Bunun yerine 2013 yılında çıkan Geçici Koruma Yönetmeliği ile bir kısım haklardan faydalandırmayı tercih etti. AB ülkeleri de Türkiye’de bulunan Suriyelilerin yeniden yerleştirme (resettlement) kapsamında yaptıkları mültecilik başvurularını son derece düşük kotalar dahilinde kabul etti. Bu iki faktörün sonucu olarak, Suriyeli sığınmacıların önemli bir kısmı Yunanistan’a geçerek mültecilik statüsü kazanmaya çalıştı. 2015 yazına gelindiğinde, hem Ege üzerinden AB ülkelerine ulaşanların, hem de bu tehlikeli geçiş esnasında gerçekleşen trajik ölümlerin sayısının göz ardı edilemez derecede artması, AB ülkelerini bu konuda acil ve etkin çözüm arayışlarına itti. İşte tam bu süreçte, Mart 2016’da AB-Türkiye Mülteci Mutabakatı’nın tohumları atıldı. Aslında AB dış politikası açısından bakıldığında benzer antlaşmalar Tunus, Ürdün, Nijerya, Libya, Gürcistan, Moldova, Ukrayna gibi ülkelerle de imzalanmıştı.

Mart 2016 AB-Türkiye Mülteci Mutabakatı’nın tohumları atıldı. AB benzer antlaşmaları Tunus, Ürdün, Nijerya, Libya, Gürcistan, Moldova, Ukrayna gibi ülkelerle de imzalanmıştı.

Taraflar mutabakattan ne umdu?

Peki bu mutabakatın hedefleri, her iki tarafın taahhüt ve beklentileri nelerdi?

Öncelikle, AB ülkelerinin en temel kaygısı olan Ege üzerinden düzensiz geçişleri önlemek, ardından da Türkiye’nin Güneydoğu sınırının kuvvetlendirmesi hedeflendi. Bunun yanı sıra, alınan önlemlere rağmen Yunanistan’a ulaşan tüm düzensiz geçiş yapan bireylerin Türkiye’ye iadesi öngörüldü. Bu bağlamda Türkiye’ye geri gönderilen her düzensiz göçmen için, bir düzenli mültecinin AB ülkelerine yeniden yerleştirilmesi yani 1’e 1 formülü taahhüt edildi.

Sınırlarını kuvvetlendirmek suretiyle Suriyeli sığınmacıları kendi sınırları içinde tutmak ve düzensiz göçmen iadelerini kabul etmek karşılığında, Türkiye’de bulunan sığınmacıların ihtiyaçlarını karşılamaya destek olmak ve sınır güvenliği arttırmanın oluşturduğu maliyetleri karşılamak üzere Türkiye’ye 3+3 = 6 milyar Euro’luk bir fon paketi taahhüdünde bulunuldu.

Özellikle Türk Dışişleri yetkilileri bu sürecin aynı zamanda Türkiye’nin AB sürecine de can katmasını istediklerinden, mutabakat iki ayrı konuyla da ilişkilendirildi. Bu konulardan biri, Türkiye’nin ısrarlı ancak AB tarafından sürüncemede bırakılmış olan talebi vize serbestisi konusuydu. Yapılan mutabakatta, Türkiye’nin bu konudaki 72 maddelik yol haritasının gereklerini yerine getirmesi karşılığında vize serbestisi verilmesi kararlaştırıldı. Mutabakatla ilişkilendirilen ikinci konu da, o dönemdeki Hollanda başkanlığı sürecinde üyelik müzakerelerinde yeni bir başlık açılması oldu.

Taraflar umduğunu buldu mu?

Peki bu güne gelindiğinde bahsedilen taahhütlerden hangileri ne şekilde yerine getirildi? Taraflar istediklerine ne ölçüde kavuştu?

Öncelikle belirtmek gerekir ki, her iki tarafın da bu sürece dair şikayetleri olsa da ve taahhütlerini gerçekleştirmekte eksik kaldıkları pek çok konu varsa da, şimdilik mutabakatı sürdürmek yönünde bir irade gösterdiklerini görmekteyiz. Bu bağlamda iki tarafın da bu mutabakattan bekledikleri minimum faydaya ulaştıklarını söylemek mümkün.

Bu faydaları AB açısından değerlendirecek olduğumuzda, Haziran 2016’dan bu yana Türkiye hem güneydoğu hem de batı sınırının güvenliğini arttırdı. 2015 yılında 873,179 kişi olan düzensiz geçiş, 2017 yılında 29,718’e düştü. Bu rakam günlük geçişlerde 2015’deki 2,400 kişiden, 2017 ve 2018 yıllarına gelindiğinde günde ortalama 72 kişiye geriledi.

Mutabakata yönelik en büyük endişe ve eleştirilerden biri, AB’deki bütün düzensiz göçmenlerin Türkiye’ye gönderileceği idi. Ama rakamlar hiç de korkulan noktaya ulaşmadı.

Mutabakata yönelik en büyük eleştirilerden biri, AB’deki bütün düzensiz göçmenlerin Türkiye’ye gönderilmesi koşuluydu. Ama mutabakattaki 1’e 1 formülüne göre, AB’ye yeniden yerleştirilen kişi sayısı 4 Nisan 2016’den bu yana 24.507’ye ulaştı. 2019’da 1.362 oldu. Yani, mutabakatı bu konu üzerinden eleştirenlerin korktukları noktaya ulaşmadı.

Fonlarla ne yapıldı?

AB’nin sığınmacılara yönelik külfet paylaşımına gelince Türkiye’deki Mülteciler için Mali Yardım Programı (FRIT) çerçevesinde mutabakatta anlaşılan 3 milyar + 3 milyarlık paketin mültecilerin ihtiyaçlarına yönelik dağıtımı koordine edildi. Bu çerçevede,

  • İhtiyaç sahibi her bir Suriyeliye (yaklaşık 1,5 milyon sığınmacıya) kişi başı 120 TL lik Sosyal Uyum Yardımı Kızılaykart üzerinden dağıtıldı.
  • TC Sağlık Bakanlığı ile ortaklaşa gerçekleştirilen SIHHAT projesi ile Türkiye genelinde 188 Göçmen Sağlığı merkezi kuruldu ve bunların personel eğitim ve araç gereç desteği sağlandı.
  • Milli Eğitim Bakanlığı ile işbirliği yapılarak, özellikle sığınmacıların da eğitim gördüğü pek çok okul inşa ve tamir edildi, ücretsiz ulaşım için servis araçları sağlandı, çocukların okula devamını sağlamak için ailelere okula göndermeye devam ettikleri her bir çocuk için 35 tl ile 60 tl arasında değişen oranlarla 470 binin üzerinde öğrenci için şartlı eğitim yardımı yapıldı.
  • Yine MEB ile gerçekleştirilen PICTES projesi kapsamında Suriyeli çocukların Türk eğitim sistemine entegrasyonunu desteklemek için öğrencilere yönelik Türkçe öğretim programları ve telafi ve destekleme eğitimleri iyileştirilmiş, eğitmen eğitimleri gerçekleştirilmiş, bu suretle eğitime devam ve sosyal uyum desteklendi.
  • Mültecilerin ve Türk gençlerinin işgücü piyasasında yüksek talep gören meslek dallarında kapsayıcı ve kaliteli mesleki eğitime daha fazla erişmelerine yönelik istihdam edilebilirliğini arttırıcı mesleki eğitim programları düzenlendi.

AB fonların miktarı ihtiyaçların altında kalıyor. Ayrıca birçok nedenle fonlar sığınmacılara gelinceye kadar ciddi kesintilere uğruyor. Yine de, genel itibariyle, mutabakatın kamuoyundaki algının tersine, tarafların taahhütlerini yerine getirmesi bakımından Türkiye için de AB için de tatmin edici bir süreç olduğunu söylemek mümkün.

Fonlarla ne yapıldı, ne yapılamadı?

Yukarıda belirtilen kazanımlara rağmen, bahsi geçen fon desteği çeşitli sebeplerle eleştirilere de maruz kaldı. Bunların elbette en başında, yukarıda sayılan projeler dışında da devlet kurumları sığınmacılarla ilgili yüksek maliyetleri tek başlarına karşılarken, AB tarafından sağlanan fonların düşüklüğü geliyor.

Diğer yandan, fonların aktarılış biçimi ve süresi, özellikle devlet kurumlarına doğrudan aktarım yerine, proje bazlı, düşük meblağların yönlendirilmesi; aktarımların AB’nin bürokratik çerçevesinde çok uzun sürmesi; Türkiye’de kısıtlı saha faaliyetleri bulunan ve faaliyetlerini yerel sivil toplum kuruluşlarına taşere eden pek çok uluslararası kurum ve kuruluşun bu fonların aslan payını alması da eleştiri konusu. Zira, bu gibi nedenlerle sığınmacılara gelene kadar fonlar ciddi kesintilere uğruyor.

Yine de, genel itibariyle, mutabakatın sınır güvenliğinin arttırılması karşılığında Suriyeli sığınmacıların desteklenmesi ekseninde, birtakım pürüzlere rağmen ve kamuoyundaki algının tersine, tarafların taahhütlerini yerine getirmesi bakımından aslında Türkiye için de AB için de tatmin edici bir süreç oldu. Buna karşın, mutabakat vize serbestisi ve AB üyelik sürecini hareketlendirmesi noktasında beklentilerin çok gerisinde kaldı.

Vize serbestisinin neresindeyiz?

Vize serbestisi yol haritasında yer alan 72 maddeden, geri kabul anlaşmasının tüm boyutlarıyla uygulanması, yolsuzlukla mücadele, cezai meselelerde adli işbirliği ve karşılıklı bilgi ve istihbarat akışı için Europol ile işbirliği, kişisel verilerin korunması ve organize suç ve terörizme ilişkin yasal çerçevenin özellikle kişi güvenliği ve ifade özgürlüğü alanlarında AİHM içtihadları ve AB müktesebatı ile uyumlu hale getirilmesinin de bulunduğu 7 kriterin Türkiye tarafından yerine getirilmeyişi, vize serbestisinde ilerlenememesine ve üyelik müzakereleri sürecinde açılması taahhüt edilen 33. Fasılın açılmamasına sebep oldu.

Elbette 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ve sonrasında ilan edilen OHAL koşulları da bu reform sürecini yavaşlattı ve bu alandaki atalete katkıda bulundu. Bu maddelerde 2018 ve 2019 yılında mevzuatta önemli değişiklikler yapılırken, dışişleri yetkililerinin kriterlerin tamamlanmasına çok yakın olunduğunu ifade etmesi bu alandaki işbirliğinin ilerlemesine yönelik umutları yeşertti. Ancak bu değişikliklerin AB tarafından yeterli bulunup bulunmayacağı ve vize serbestisi taahhütlünün yerine getirilip getirilmeyeceği hâlâ merak konusu.

Son dönemde Türkiye-AB ilişkileri, Mülteci Mutabakatı’nın taraflara sağladığı faydanın ötesinde bir hareketlilik ile sınanmakta.

Bir yandan 3+3 fon paketinin ikinci yarısının nasıl harcanacağına yönelik müzakereler sürerken, son dönemde Türkiye-AB ilişkileri, Mülteci Mutabakatı’nın taraflara sağladığı faydanın ötesinde bir hareketlilik ile sınanıyor.

Eylül başında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifade ettiği üzere, Türkiye, Suriye’de ve özellikle İdlib’deki gelişmeler ışığında, olası bir göç dalgası durumunda veya gönüllü geri dönüşleri kolaylaştırmak adına Suriye sınırında oluşturmak istediği ve 2 milyona yakın sığınmacıyı barındırması hedeflenen güvenli bölge için uluslararası destek arıyor. Ankara, Brüksel’den de mutabakat çerçevesinde oluşturulan işbirliğinden fazlasını beklediğini ifade ediyor.

Diğer yandan, sadece Eylül ayında Midilli’ye 2,249 yeni sığınmacının Türkiye üzerinden düzensiz geçiş yapması ve Yunanistan’daki koşulların yeni gelenlerin ihtiyaçlarını karşılamak ve sığınma başvurularını değerlendirmek konusunda yetersiz kalışı, AB yetkililerince büyük kaygıyla karşılandı. Bu bağlamda bir yandan bir destek beklentisi ile AB’ye sınır güvenliği konusunda Türkiye’nin yüklendiği sorumluluklar hatırlatılırken, bir yandan da Ege Denizi’nden düzensiz geçişlerde yaşanan kısmi artış, ilişkileri gergin bir döneme soktu ve konu tekrar sınırların açılması kaygısına dayandı.

AB’nin Türkiye’nin talep ettiği güvenli bölge formülünü siyasal veya finansal olarak ne ölçüde destekleyeceği, bu talebi Suriye’nin toprak bütünlüğünün ihlali olarak gören çevreler göz önüne alındığında oldukça şüpheli.

Bundan sonra ne olacak?

Peki, bu son gelişmeler ışığında AB-Türkiye ilişkilerini neler bekliyor?

Öncelikle, AB-Türkiye Mülteci Mutabakatı’nın ana eksenini oluşturan sınır güvenliğinin arttırılması karşılığında Suriyeli sığınmacıların desteklenmesi uzlaşısı, fonların sağlıklı akışı, sığınmacıların ihtiyaçları ve AB ülkelerinde mülteci karşıtı siyasal hareketlerin yükselen sesi devam ettikçe, süreceğe benzer.

Ve hatta, 3+3 paketinin aktarılmasından sonra başka paketlerle sürmesi son derece olası. Her ne kadar AB’de kimi çevrelerce sınırları açma tehdidi hoş karşılanmasa da, bu mutabakatın devamının ipuçlarını hem AB Göçten Sorumlu Komisyoneri Dimitris Avramopoulos’un 3 Ekim’deki Türkiye ziyaretinden, hem de Almanya İçişleri Bakanı Horst Seehofer’in takip eden süreçteki açıklamalarında görüyoruz.

Öte yandan, mevcut mutabakatın Türkiye’nin üyelik sürecine yayılma etkisi konusu daha olumsuz beklentileri beraberinde taşıyor. Bu durum, hem şimdiye kadarki süreçte bu etkiye dair pek bir iz bulunmamasından, hem de mutabakat sürecinin kısasa kısas yaklaşımının, AB üyelik sürecinin demokratik şartlılık ilkesine oranla çok daha kısa vadeli ve konu temelli bir işbirliği yapısını doğurmasından kaynaklanıyor. Yani bu süreçte Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin ciddi bir ivme kazanması pek olası değil.

Son olarak, Türk dış politikası açısından değerlendirildiğinde, AB’nin Türkiye’nin talep ettiği güvenli bölge formülünü siyasal veya finansal olarak ne ölçüde destekleyeceği, bu talebi Suriye’nin toprak bütünlüğünün ihlali olarak gören çevreler göz önüne alındığında oldukça şüpheli. AB’nin bu konuda ortak bir politika belirlemekte karşılaşacağı güçlük, Türkiye’ye net bir destekle sonuçlanmasa da, büyük ihtimalle açıktan ortak bir siyasi karşı çıkışa da yol açmayacaktır ve durum büyük ihtimalle bölgedeki diğer aktörlerin pozisyonlarından daha çok etkilenecektir.

Twitter: @BasakYavcan

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 14 Ekim 2019’da yayımlanmıştır.

Başak Yavçan
Başak Yavçan
Doç. Dr. Başak Yavçan - TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi. Son dönemdeki çalışmaları, Suriyeli sığınmacılar ve yerli halk arasındaki ilişkiler, eğitim, istihdam, yerel yönetim ve sosyal boyutlarıyla Türkiye'nin entegrasyon politikaları üzerine yoğunlaşmış olan Yavçan, anket, deney, odak grupları, derinlemesine mülakatlar ve içerik analizi gibi yöntemler kullanarak, karşılaştırmalı siyasal davranış, gruplararası ilişkiler ve kamu oyu, göçmen uyum tutumları, Avrupa Birliği şüpheciliği ve medya çerçevelemesinin kamuoyu üzerine etkisi üzerine çalışmalar yaptı. 2003'de Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden lisans, 2006 yılında Pittsburgh Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünden Karşılaştırmalı Siyaset alanında yüksek lisans ve 2011'de yine aynı üniversiteden Siyaset Bilimi doktora derecesini aldı. Michigan Üniversitesi Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Üniversitelerarası Konsorsiyumu, New York Universitesi ve Northwestern Üniversitesi Buffett Enstitüsü, Keyman Modern Türkiye Çalışmaları’nda misafir araştırmacılık yaptı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

AB mülteciler için verdiği sözleri ne kadar tuttu?

Mart 2011’de başlayan Suriye iç savaşının ve savaştan kaçanların sığınmacıların bölge ülkelerine sığınmaya başlamalarının üzerinden 9 yıl geçti. O günden bugüne, bu konu hep gündemde kaldı. Ama maalesef büyük bir bilgi kirliği içinde… AB ile ilişkiler bu süreçte nasıl gelişti? Ne kadar fon alındı, nereye harcandı? AB-Türkiye Mutabakatı’nda son durum ne? Bütün bu soruların yanıtı için, krizin erken dönemlerini hatırlamakta, bu mutabakatın niye ve hangi şartlarla yapıldığını gözden geçirmekte fayda var.

Suriye Sığınmacı Krizi’nin erken dönemlerinde, Türkiye ilgili tüm masrafları Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği dışında fazla bir uluslararası ortaklık kurmadan kendisi karşılıyordu. Ancak, Suriyeli sığınmacıların sayısının her geçen gün artması ve sığınmacılarının yerinden edilmişliklerinin uzaması, kamp dışında yaşayan “şehir mültecileri” kavramı ile bizleri tanıştırdı.

Çoğu kayıt dışı işlerde düşük ücretlere çalışan bu genç nüfusun, geçinebilmek için sosyal yardım ihtiyacı, çocuklarının eğitim ihtiyaçları, savaş kaynaklı fiziksel ve psikolojik travmalar ve kötü yaşam koşulları beraberinde gelen gündelik hastalıklardan doğan sağlık hizmetlerine erişim ihtiyacı, Türkiye’yi uluslararası külfet paylaşımı konusunda daha istekli bir konuma itti.

Bu süreçte, Türkiye sığınmacılara Cenevre Sözleşmesi çerçevesinde hukuki olarak mülteci statüsü vermedi. Bunun yerine 2013 yılında çıkan Geçici Koruma Yönetmeliği ile bir kısım haklardan faydalandırmayı tercih etti. AB ülkeleri de Türkiye’de bulunan Suriyelilerin yeniden yerleştirme (resettlement) kapsamında yaptıkları mültecilik başvurularını son derece düşük kotalar dahilinde kabul etti. Bu iki faktörün sonucu olarak, Suriyeli sığınmacıların önemli bir kısmı Yunanistan’a geçerek mültecilik statüsü kazanmaya çalıştı. 2015 yazına gelindiğinde, hem Ege üzerinden AB ülkelerine ulaşanların, hem de bu tehlikeli geçiş esnasında gerçekleşen trajik ölümlerin sayısının göz ardı edilemez derecede artması, AB ülkelerini bu konuda acil ve etkin çözüm arayışlarına itti. İşte tam bu süreçte, Mart 2016’da AB-Türkiye Mülteci Mutabakatı’nın tohumları atıldı. Aslında AB dış politikası açısından bakıldığında benzer antlaşmalar Tunus, Ürdün, Nijerya, Libya, Gürcistan, Moldova, Ukrayna gibi ülkelerle de imzalanmıştı.

Mart 2016 AB-Türkiye Mülteci Mutabakatı’nın tohumları atıldı. AB benzer antlaşmaları Tunus, Ürdün, Nijerya, Libya, Gürcistan, Moldova, Ukrayna gibi ülkelerle de imzalanmıştı.

Taraflar mutabakattan ne umdu?

Peki bu mutabakatın hedefleri, her iki tarafın taahhüt ve beklentileri nelerdi?

Öncelikle, AB ülkelerinin en temel kaygısı olan Ege üzerinden düzensiz geçişleri önlemek, ardından da Türkiye’nin Güneydoğu sınırının kuvvetlendirmesi hedeflendi. Bunun yanı sıra, alınan önlemlere rağmen Yunanistan’a ulaşan tüm düzensiz geçiş yapan bireylerin Türkiye’ye iadesi öngörüldü. Bu bağlamda Türkiye’ye geri gönderilen her düzensiz göçmen için, bir düzenli mültecinin AB ülkelerine yeniden yerleştirilmesi yani 1’e 1 formülü taahhüt edildi.

Sınırlarını kuvvetlendirmek suretiyle Suriyeli sığınmacıları kendi sınırları içinde tutmak ve düzensiz göçmen iadelerini kabul etmek karşılığında, Türkiye’de bulunan sığınmacıların ihtiyaçlarını karşılamaya destek olmak ve sınır güvenliği arttırmanın oluşturduğu maliyetleri karşılamak üzere Türkiye’ye 3+3 = 6 milyar Euro’luk bir fon paketi taahhüdünde bulunuldu.

Özellikle Türk Dışişleri yetkilileri bu sürecin aynı zamanda Türkiye’nin AB sürecine de can katmasını istediklerinden, mutabakat iki ayrı konuyla da ilişkilendirildi. Bu konulardan biri, Türkiye’nin ısrarlı ancak AB tarafından sürüncemede bırakılmış olan talebi vize serbestisi konusuydu. Yapılan mutabakatta, Türkiye’nin bu konudaki 72 maddelik yol haritasının gereklerini yerine getirmesi karşılığında vize serbestisi verilmesi kararlaştırıldı. Mutabakatla ilişkilendirilen ikinci konu da, o dönemdeki Hollanda başkanlığı sürecinde üyelik müzakerelerinde yeni bir başlık açılması oldu.

Taraflar umduğunu buldu mu?

Peki bu güne gelindiğinde bahsedilen taahhütlerden hangileri ne şekilde yerine getirildi? Taraflar istediklerine ne ölçüde kavuştu?

Öncelikle belirtmek gerekir ki, her iki tarafın da bu sürece dair şikayetleri olsa da ve taahhütlerini gerçekleştirmekte eksik kaldıkları pek çok konu varsa da, şimdilik mutabakatı sürdürmek yönünde bir irade gösterdiklerini görmekteyiz. Bu bağlamda iki tarafın da bu mutabakattan bekledikleri minimum faydaya ulaştıklarını söylemek mümkün.

Bu faydaları AB açısından değerlendirecek olduğumuzda, Haziran 2016’dan bu yana Türkiye hem güneydoğu hem de batı sınırının güvenliğini arttırdı. 2015 yılında 873,179 kişi olan düzensiz geçiş, 2017 yılında 29,718’e düştü. Bu rakam günlük geçişlerde 2015’deki 2,400 kişiden, 2017 ve 2018 yıllarına gelindiğinde günde ortalama 72 kişiye geriledi.

Mutabakata yönelik en büyük endişe ve eleştirilerden biri, AB’deki bütün düzensiz göçmenlerin Türkiye’ye gönderileceği idi. Ama rakamlar hiç de korkulan noktaya ulaşmadı.

Mutabakata yönelik en büyük eleştirilerden biri, AB’deki bütün düzensiz göçmenlerin Türkiye’ye gönderilmesi koşuluydu. Ama mutabakattaki 1’e 1 formülüne göre, AB’ye yeniden yerleştirilen kişi sayısı 4 Nisan 2016’den bu yana 24.507’ye ulaştı. 2019’da 1.362 oldu. Yani, mutabakatı bu konu üzerinden eleştirenlerin korktukları noktaya ulaşmadı.

Fonlarla ne yapıldı?

AB’nin sığınmacılara yönelik külfet paylaşımına gelince Türkiye’deki Mülteciler için Mali Yardım Programı (FRIT) çerçevesinde mutabakatta anlaşılan 3 milyar + 3 milyarlık paketin mültecilerin ihtiyaçlarına yönelik dağıtımı koordine edildi. Bu çerçevede,

  • İhtiyaç sahibi her bir Suriyeliye (yaklaşık 1,5 milyon sığınmacıya) kişi başı 120 TL lik Sosyal Uyum Yardımı Kızılaykart üzerinden dağıtıldı.
  • TC Sağlık Bakanlığı ile ortaklaşa gerçekleştirilen SIHHAT projesi ile Türkiye genelinde 188 Göçmen Sağlığı merkezi kuruldu ve bunların personel eğitim ve araç gereç desteği sağlandı.
  • Milli Eğitim Bakanlığı ile işbirliği yapılarak, özellikle sığınmacıların da eğitim gördüğü pek çok okul inşa ve tamir edildi, ücretsiz ulaşım için servis araçları sağlandı, çocukların okula devamını sağlamak için ailelere okula göndermeye devam ettikleri her bir çocuk için 35 tl ile 60 tl arasında değişen oranlarla 470 binin üzerinde öğrenci için şartlı eğitim yardımı yapıldı.
  • Yine MEB ile gerçekleştirilen PICTES projesi kapsamında Suriyeli çocukların Türk eğitim sistemine entegrasyonunu desteklemek için öğrencilere yönelik Türkçe öğretim programları ve telafi ve destekleme eğitimleri iyileştirilmiş, eğitmen eğitimleri gerçekleştirilmiş, bu suretle eğitime devam ve sosyal uyum desteklendi.
  • Mültecilerin ve Türk gençlerinin işgücü piyasasında yüksek talep gören meslek dallarında kapsayıcı ve kaliteli mesleki eğitime daha fazla erişmelerine yönelik istihdam edilebilirliğini arttırıcı mesleki eğitim programları düzenlendi.

AB fonların miktarı ihtiyaçların altında kalıyor. Ayrıca birçok nedenle fonlar sığınmacılara gelinceye kadar ciddi kesintilere uğruyor. Yine de, genel itibariyle, mutabakatın kamuoyundaki algının tersine, tarafların taahhütlerini yerine getirmesi bakımından Türkiye için de AB için de tatmin edici bir süreç olduğunu söylemek mümkün.

Fonlarla ne yapıldı, ne yapılamadı?

Yukarıda belirtilen kazanımlara rağmen, bahsi geçen fon desteği çeşitli sebeplerle eleştirilere de maruz kaldı. Bunların elbette en başında, yukarıda sayılan projeler dışında da devlet kurumları sığınmacılarla ilgili yüksek maliyetleri tek başlarına karşılarken, AB tarafından sağlanan fonların düşüklüğü geliyor.

Diğer yandan, fonların aktarılış biçimi ve süresi, özellikle devlet kurumlarına doğrudan aktarım yerine, proje bazlı, düşük meblağların yönlendirilmesi; aktarımların AB’nin bürokratik çerçevesinde çok uzun sürmesi; Türkiye’de kısıtlı saha faaliyetleri bulunan ve faaliyetlerini yerel sivil toplum kuruluşlarına taşere eden pek çok uluslararası kurum ve kuruluşun bu fonların aslan payını alması da eleştiri konusu. Zira, bu gibi nedenlerle sığınmacılara gelene kadar fonlar ciddi kesintilere uğruyor.

Yine de, genel itibariyle, mutabakatın sınır güvenliğinin arttırılması karşılığında Suriyeli sığınmacıların desteklenmesi ekseninde, birtakım pürüzlere rağmen ve kamuoyundaki algının tersine, tarafların taahhütlerini yerine getirmesi bakımından aslında Türkiye için de AB için de tatmin edici bir süreç oldu. Buna karşın, mutabakat vize serbestisi ve AB üyelik sürecini hareketlendirmesi noktasında beklentilerin çok gerisinde kaldı.

Vize serbestisinin neresindeyiz?

Vize serbestisi yol haritasında yer alan 72 maddeden, geri kabul anlaşmasının tüm boyutlarıyla uygulanması, yolsuzlukla mücadele, cezai meselelerde adli işbirliği ve karşılıklı bilgi ve istihbarat akışı için Europol ile işbirliği, kişisel verilerin korunması ve organize suç ve terörizme ilişkin yasal çerçevenin özellikle kişi güvenliği ve ifade özgürlüğü alanlarında AİHM içtihadları ve AB müktesebatı ile uyumlu hale getirilmesinin de bulunduğu 7 kriterin Türkiye tarafından yerine getirilmeyişi, vize serbestisinde ilerlenememesine ve üyelik müzakereleri sürecinde açılması taahhüt edilen 33. Fasılın açılmamasına sebep oldu.

Elbette 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ve sonrasında ilan edilen OHAL koşulları da bu reform sürecini yavaşlattı ve bu alandaki atalete katkıda bulundu. Bu maddelerde 2018 ve 2019 yılında mevzuatta önemli değişiklikler yapılırken, dışişleri yetkililerinin kriterlerin tamamlanmasına çok yakın olunduğunu ifade etmesi bu alandaki işbirliğinin ilerlemesine yönelik umutları yeşertti. Ancak bu değişikliklerin AB tarafından yeterli bulunup bulunmayacağı ve vize serbestisi taahhütlünün yerine getirilip getirilmeyeceği hâlâ merak konusu.

Son dönemde Türkiye-AB ilişkileri, Mülteci Mutabakatı’nın taraflara sağladığı faydanın ötesinde bir hareketlilik ile sınanmakta.

Bir yandan 3+3 fon paketinin ikinci yarısının nasıl harcanacağına yönelik müzakereler sürerken, son dönemde Türkiye-AB ilişkileri, Mülteci Mutabakatı’nın taraflara sağladığı faydanın ötesinde bir hareketlilik ile sınanıyor.

Eylül başında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifade ettiği üzere, Türkiye, Suriye’de ve özellikle İdlib’deki gelişmeler ışığında, olası bir göç dalgası durumunda veya gönüllü geri dönüşleri kolaylaştırmak adına Suriye sınırında oluşturmak istediği ve 2 milyona yakın sığınmacıyı barındırması hedeflenen güvenli bölge için uluslararası destek arıyor. Ankara, Brüksel’den de mutabakat çerçevesinde oluşturulan işbirliğinden fazlasını beklediğini ifade ediyor.

Diğer yandan, sadece Eylül ayında Midilli’ye 2,249 yeni sığınmacının Türkiye üzerinden düzensiz geçiş yapması ve Yunanistan’daki koşulların yeni gelenlerin ihtiyaçlarını karşılamak ve sığınma başvurularını değerlendirmek konusunda yetersiz kalışı, AB yetkililerince büyük kaygıyla karşılandı. Bu bağlamda bir yandan bir destek beklentisi ile AB’ye sınır güvenliği konusunda Türkiye’nin yüklendiği sorumluluklar hatırlatılırken, bir yandan da Ege Denizi’nden düzensiz geçişlerde yaşanan kısmi artış, ilişkileri gergin bir döneme soktu ve konu tekrar sınırların açılması kaygısına dayandı.

AB’nin Türkiye’nin talep ettiği güvenli bölge formülünü siyasal veya finansal olarak ne ölçüde destekleyeceği, bu talebi Suriye’nin toprak bütünlüğünün ihlali olarak gören çevreler göz önüne alındığında oldukça şüpheli.

Bundan sonra ne olacak?

Peki, bu son gelişmeler ışığında AB-Türkiye ilişkilerini neler bekliyor?

Öncelikle, AB-Türkiye Mülteci Mutabakatı’nın ana eksenini oluşturan sınır güvenliğinin arttırılması karşılığında Suriyeli sığınmacıların desteklenmesi uzlaşısı, fonların sağlıklı akışı, sığınmacıların ihtiyaçları ve AB ülkelerinde mülteci karşıtı siyasal hareketlerin yükselen sesi devam ettikçe, süreceğe benzer.

Ve hatta, 3+3 paketinin aktarılmasından sonra başka paketlerle sürmesi son derece olası. Her ne kadar AB’de kimi çevrelerce sınırları açma tehdidi hoş karşılanmasa da, bu mutabakatın devamının ipuçlarını hem AB Göçten Sorumlu Komisyoneri Dimitris Avramopoulos’un 3 Ekim’deki Türkiye ziyaretinden, hem de Almanya İçişleri Bakanı Horst Seehofer’in takip eden süreçteki açıklamalarında görüyoruz.

Öte yandan, mevcut mutabakatın Türkiye’nin üyelik sürecine yayılma etkisi konusu daha olumsuz beklentileri beraberinde taşıyor. Bu durum, hem şimdiye kadarki süreçte bu etkiye dair pek bir iz bulunmamasından, hem de mutabakat sürecinin kısasa kısas yaklaşımının, AB üyelik sürecinin demokratik şartlılık ilkesine oranla çok daha kısa vadeli ve konu temelli bir işbirliği yapısını doğurmasından kaynaklanıyor. Yani bu süreçte Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin ciddi bir ivme kazanması pek olası değil.

Son olarak, Türk dış politikası açısından değerlendirildiğinde, AB’nin Türkiye’nin talep ettiği güvenli bölge formülünü siyasal veya finansal olarak ne ölçüde destekleyeceği, bu talebi Suriye’nin toprak bütünlüğünün ihlali olarak gören çevreler göz önüne alındığında oldukça şüpheli. AB’nin bu konuda ortak bir politika belirlemekte karşılaşacağı güçlük, Türkiye’ye net bir destekle sonuçlanmasa da, büyük ihtimalle açıktan ortak bir siyasi karşı çıkışa da yol açmayacaktır ve durum büyük ihtimalle bölgedeki diğer aktörlerin pozisyonlarından daha çok etkilenecektir.

Twitter: @BasakYavcan

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 14 Ekim 2019’da yayımlanmıştır.

Başak Yavçan
Başak Yavçan
Doç. Dr. Başak Yavçan - TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi. Son dönemdeki çalışmaları, Suriyeli sığınmacılar ve yerli halk arasındaki ilişkiler, eğitim, istihdam, yerel yönetim ve sosyal boyutlarıyla Türkiye'nin entegrasyon politikaları üzerine yoğunlaşmış olan Yavçan, anket, deney, odak grupları, derinlemesine mülakatlar ve içerik analizi gibi yöntemler kullanarak, karşılaştırmalı siyasal davranış, gruplararası ilişkiler ve kamu oyu, göçmen uyum tutumları, Avrupa Birliği şüpheciliği ve medya çerçevelemesinin kamuoyu üzerine etkisi üzerine çalışmalar yaptı. 2003'de Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden lisans, 2006 yılında Pittsburgh Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünden Karşılaştırmalı Siyaset alanında yüksek lisans ve 2011'de yine aynı üniversiteden Siyaset Bilimi doktora derecesini aldı. Michigan Üniversitesi Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Üniversitelerarası Konsorsiyumu, New York Universitesi ve Northwestern Üniversitesi Buffett Enstitüsü, Keyman Modern Türkiye Çalışmaları’nda misafir araştırmacılık yaptı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x