Devlete bulaşan virüs

Korona salgını neo-liberal devlet anlayışının altını nasıl oyuyor? Devletler hızla nasıl bir dönüşüm geçiriyor, neyle sınanıyor? Çin, İngiltere ve Türkiye’de devlet nasıl bir tepki veriyor? Devletlerin gidişatı ne yöne olacak? Siyaset bilimci Prof. Ali Yaşar Sarıbay yazdı.

Devlete dair politik analiz, 20. yüzyılın büyük kısmında, örneğin İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri gibi siyaset bilimini akademik tekelinde tutan ülkelerde uzun süre ihmal edildi. Bunun en önemli sebeplerinin başında, söz konusu ülkelerde Batı-dışı toplumlarda anlaşılan anlamda bir devlet geleneğinin (stateness) bulunmaması geliyordu. Fakat, 1970’lerin ortasından başlayıp, 1980’lere kadar uzanan süre içinde o ülkelerde de siyasal çözümleme birimi olarak devlet yeniden gündeme geldi; literatüre geri döndü.

Bu geri dönüşün, birbirine zıt iki nedeni olmuştur. Marksizm’in canlanmasıyla, devletin toplumu regüle etmesinde ağırlıklı rolüne dair pozitif anlam yükleyen bir tartışma başlatmıştır. Öte yandan, neo-liberalizmin yükselişi, devlete dair aynı role negatif olarak yaklaşmıştır: Bireylerin devlet karşısında sahip olması gereken maksimum özerklik ve özgürlük neo-liberalizmin bel kemiğini oluşturmuştur.

Şüphesiz, her iki kesim içinde de fikir ayrılıkları vardır; burada söz konusu kesimlerin baskın genel eğilimlerine değinmekteyiz. Ancak, her iki kesim için de devlet, siyasal iktidarın kurumsal olarak yoğunlaşmış biçimi niteliğindedir.

Marksizm için bu, toplumu regüle etmede pozitif; neo-liberalizm için ise negatif de facto bir biçimdir. Bu iki siyasal algıya, Mark Neocleous’un Devleti Tahayyül Etmek kitabındaki bir tartışmasındaki terimin aynısını kullanarak “devletçi politik tahayyül” diyorum: Marksizm için pozitif, neo-liberalizm için negatif sıfatlarını ekleyerek.

1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlayan süreç, neo-liberal negatif devletçi tahayyülün, Marksist pozitif devletçi tahayyüle baskın gelen yönde ilerlemesine yol açtı. Açılan yol, tâbiri caizse, giderek stabilize oldu ve neo-liberalizm bir zihniyet, ideoloji hâlinde Batı’ya ve Batı-dışı dünyanın çok büyük bir kısmına yaygın şekilde nüfuz etti.

Biyopolitikadan psikopolitikaya

Çağdaş düşünürlerden Byung-ChulHan’a göre, norma sokma, normalleştirme tertibatını oluşturan disiplin iktidarına dayanan; bir yönetim tekniği olarak kapitalizmin, üretici bedeni disipline edici biçimine tekabül eden Foucaultcu biyopolitika, yerini artık neo-liberalizmde üretici güç olarak Psişe (Psyche) ekseninde gayr-i maddî, gayr-i bedensel oluşuna dayanan üretim biçiminin vücut verdiği psikopolitika’ya bıraktı. Üretici güç olarak bedenin değil; psişik ya da zihinsel süreçlerin optimize edildiği duruma geçiş gerçekleşti (Han, 2019: 30-32.). Dolayısıyla, neo-liberalizm, sadece iktisadî bir ideoloji değil, bireylerin kendileriyle kurduğu ilişkileri belirleyen, genel bir rasyonalite ekseninde inşa olan bir “varoluş normu”na dönüştü (P.Dardot-C.Laval, 2012, bütünü).

Bu anlamda, neo-liberalizm, psikopolitikayı “motivasyon”, “proje”, “rekabet”, “optimizasyon”, “inisiyatif” gibi tahakküm tekniklerine tâbi kılar hâle geldi (Han, 2019: 28). Bu sebeple Han, psikopolitikayı bir hükümet etme biçimi olarak nitelendirmektedir (Han, 2019: 28); ama, ben buna Foucaultcu anlamda yönetimsellik (governmentality) demeyi tercih ederim. Yönetimsellik, genel olarak, küresel, yerel veya ulusal düzeyde olsun, düzenleme, yönetme ve denetleme ekseninde bir süreç içinde uygulanan stratejiler bütünüdür (M.Foucault, 2000: 264-287). Devlet, bu bütünlük içinde, hükümet etmeye veya en etkin bir yönetimsellik kurumuna indirgenir: Neo-liberalizmin her kurum ve bireyi, baştan itibaren şirket (veya piyasa) modeline göre şekillendirmesine paralel şekilde devlet de girişimcilik ilkeleriyle donatılmış hâle gelir.

Siyaset bilimci Wendy Brown’ın aktardığı bir örnek, bunun açık bir kanıtı niteliğindedir: 1990’larda Tayland başbakanının kendisini anonim şirket ceo’su olarak tasvir ve tarif etmesi (Brown, 2018: 42). Bu örnek, her şeyden önce, neo-liberalizmin ruhu olan rekabetin, iktisadî bir mantık veya rasyonalite şeklinde toplumların her alanına sirayet ederek küresel düzeye taşınması; taşınmamış ise taşınması için her türlü girişimin yapılmasına dair bir gerçeklik şeklinde kendini göstermesidir.

Devletin neo-liberal içeriğine bulaşan Korona

Küresel düzeyde meydana gelen başka bir gerçeklik, pandemik koronavirüsü, devlete kazandırılan neo-liberal içeriği ve biçilen rolü altüst etmiş gibi görünüyor.

Koronanın hız kazanmış etkisi, Türkiye dâhil hemen her ülkede bir yandan toplumsal ve bireysel düzeyde, öbür yandan siyasal alanda yansıyan etkiler gösteriyor. Toplumsal ve bireysel düzeyde, sosyal bağlardan zorunlu yalıtılmışlık (izolasyon) ve bu yalıtılmışlığı omuzlayan, kendi ifadelerimle, bencil fırsatçılık başta olmak üzere, irrasyonelliğin rehberlik ettiği davranış kalıplarının belirmesi; neo-liberal devlet anlayışının altını oyar görünmekte, kamusalı bireysel çıkarlar karşısında önceleyen bir iktidar pratiğinin zemini üzerinde yeniden inşa olmayı teşvik etmektedir.

Üretim meselelerinden tüketime; özgürlüklerden (sokağa çıkma yasağı koyma, toplanmayı, sinema, tiyatro, futbol gibi toplu kültürel aktivitelerden yararlanmayı önleme gibi) toplumsal güvenliğe, vs. hemen her alanda devlet, kendi klasik bedenine yeniden kavuşma yolundadır. Bu doğrultuda, devletin hissedilen ağırlığının, aslında neo-liberalizmin rasyonel bireye biçtiği rolün zeminini de kaydırma etkisi göstermektedir: Bireyin (toplumun da tabiî) yüz yüze geldiği meselelerle kendi başına baş edebilme kapasitesinin ne kadar zayıf, kırılgan olduğunun ortaya çıkması.

Risk toplumlarında yaşamak

Siyasal alana gelince… Neo-liberal küreselleşme, sınırları aşan, hatta sermaye dolaşımı açısından ortadan kaldıran politikalar uygulayarak, ilk etapta uluslararasılaşmanın, daha sonra uluslarüstülüğün zeminini döşer ve pekiştirirken, korona sınırların kapatılmasına, göçlerin durmasına, sermaye akışının hızını kesmesine, neredeyse tüm ekonomik göstergelerin içeriği boş hâle gelip, belirsizliğin işaretlerine dönüşmesine de sebep olmuştur. Bu durum, “ulus-devletlerin sonu” iddiasının sahibi neo-liberal ideoloji sahiplerini yanlışlayan bir aşamayı simgelerken; aynı zamanda, küresel bağlardan belirsiz bir yalıtıma/kopuşa maruz kalan ulus-devletlerin, meselelerin kendi başına üstesinden gelebilme kapasitelerinin ne olabileceğini de gündeme getirmiştir.

Şüphesiz, bu hususlar, her ülkenin kendi tarihsel, ekonomik, teknolojik, bilimsel ve kültürel birikiminin belirleyebileceği bir niteliğe sahiptir. Bununla beraber, hangi ülke, hangi devlet biçimi olursa olsun, koronanın bize âşikâr şekilde göstermiş olduğu; neredeyse, Thomas Hobbes’un “doğa durumu” dediği bir potansiyeli içeren artık risk toplumlarında yaşadığımızdır.

Çok yıllar önce bu duruma sosyolog Ulrich Beck özellikle işaret etmişti. “Politik epistemolojisi”ni yaptığı klasikleşmiş kitabında (2011: II. Bölüm), “risk toplumu”nu tanımlarken Beck, kendi ifadelerimle, şu hususların altını çizmişti: Sanayileşmenin hızlanması ve yoğunlaşmasıyla modern toplumlar, geleneksel toplumlardan çok farklı şekilde, sanayileşmenin bilgi birikiminin ve teknolojik karakterinin ürünleri olarak kimyasal, ekolojik ve hatta genetik mahiyette risklere maruz kalmışlardır. Bu risklerin kontrol altına alınması, modern toplumların baş etmek zorunda oldukları başka bir temel meseledir. O kadar ki, sorunların üstesinden gelebilmenin olmazsa olmaz koşulu olarak büyük ve etkin bir organizasyonun varlığı en büyük ihtiyaçtır. Oysa, modernitenin neo-liberal ruhu, bireyleşme gibi temel bir normu esas aldığından, beklenmeyen bir risk faktörüyle baş etmenin zorluğu ilk etapta toplumları çok bocalatmaktadır.

Bocalamanın büyüklüğü nispetinde toplumda güvensizlik duygusu yaygın hâle gelmekte; gelecek korkusu başta olmak üzere, diğer birçok korkular yüzünden (sosyal yalıtılmışlık/temassızlık, umutsuzluk, gerçeklik duygusunun kaybolması ve hemen her şeyin anlamsız, boş, dolayısıyla sanal olduğuna dair inancın yaygınlaşması) bir “korku toplumu”na doğru evrilme, bireysel refleksleri de köreltmekte, neticede en üst düzeyde kurumsal müdahale kaçınılmaz hâle gelmektedir.

Bu en üst düzey kurumun adı devlettir ve korona pandemisi devlete de bulaşmış bulunuyor: Şu an dünyadaki tüm devletler, kendi kapasitelerini, işlevlerini, yurttaşlarıyla olan ilişkilerini ister istemez sınama noktasına gelmiş bulunuyor. Bir kısmı, koronanın kaynağı Çin gibi, çok uzun zaman önce Max Weber’in işaret ettiği geleneksel kurumsal köklere sahip yüksek çözüm kapasitesi sayesinde sorunun üstesinden geldiği gibi; kendi kurumsal kapasitesini genişletme, pekiştirme imkânını da bulmuş oluyor. İngiltere gibileri devlet-yurttaş ilişkisini, adeta bir “Rus Ruleti” oynar gibi, riske sokarak “liberal” olmanın ve kalmanın derdine düşmüş bulunuyor. İtalya ise Akdeniz neşesine dayalı bir lâkaytlıkla, işin ciddiyetini sonradan kavrayabiliyor. Türkiye’ye gelince; neo-liberal dünyaya eklemlenmenin unutturduğu “devlet olma” ciddiyetini, derhal hatırlamış bulunuyoruz. Türkiye’deki sorun, devlet odaklı değil, neo-liberal zihniyeti fazlasıyla içselleştirmiş olan vatandaş odaklı görünmektedir.

Gidişat hangi yöne olacak?

Bu kaba, ilk gözlemler gidişatın iki yönlü olduğunu düşündürtüyor. Birincisi, korona “pandemisi”, ulus-devletlerin kendilerine dönmesini, kendi üzerlerine düşünmelerini zorunlu hâle getirmiştir. Ulus-devletlerin neo-liberal küreselleşme karşısında “pandomimi” sona erme sürecine girmeye başlayacaktır. Neo-liberal düzenin küresel çapta doğurduğu eşitsizlik, ulus-devletlerin yeniden güç bulduğu oranda her platformda eşitliğin tesisi bakımından bambaşka bir mahiyete bürünecektir.

İkincisi, otoriter yönetim biçimine sahip ulus-devletler, otoriterliklerini daha da artıracak bir yola sapabilirler. Tıpkı, liberalliklerinin devlet-toplum ilişkilerinde doğurduğu tahribatı görebilecek ulus-devletlerin nispi bir devletlilik (stateness) arayışlarına yönelebilecekleri gibi.

KAYNAKÇA:

UlrichBeck (2011), Risk Toplumu, Çev. K.Özdoğan-B.Doğan, 2.b., İstanbul: İthaki Yayınları.

Wendy Brown (2018), Halkın Çözülüşü, Çev. Barış Engin Aksoy, İstanbul: Metis Yayınları.

Pierre Dardot-ChristianLaval(2012), Dünyanın Yeni Aklı, Çev.I.Ergüden, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

MichelFoucault (2000), “Yönetimsellik”, Entelektüelin Siyasi İşlevi (Seçilmiş Yazılar 1)içinde, Çev.I. Ergüden-O. Akınhay-F. Keskin,İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Byung-Chul Han (2019), Psikopolitika, Çev. Haluk Barışcan, İstanbul: Metis Yayınları.

Mark Neocleous (2014), Devleti Tahayyül Etmek, Çev. A.Sarı, Ankara: NotaBene Yayınları.

Twitter’dan takip edin: @Politolog00

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 25 Mart 2020’de yayımlanmıştır.

Ali Yaşar Sarıbay
Ali Yaşar Sarıbay
Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay, Bursa Uludağ Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Siyaset Bilimi öğretim üyesi. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Siyasi İlimler - Maliye disiplinleri mezunudur. Siyaset sosyolojisi, Demokrasi teorisi, din sosyolojisi alanlarında çalışıyor, yabancı dilde ve Türkçede çok sayıda yayınları bulunuyor. Sarıbay’ın yayınlanmış kitaplarından bazıları şunlar: Global Bir Bakışla Politik Sosyoloji (Sentez, 5.baskı), Demokrasinin Sosyolojisi (Sentez, 3.baskı), Toplumun Mantığı: Bir Mantıksal Anlatı Olarak Sosyoloji (Sentez, 2. Baskı), Postmodernite, Sivil Toplum ve İslam (Sentez, 3.baskı)

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Devlete bulaşan virüs

Korona salgını neo-liberal devlet anlayışının altını nasıl oyuyor? Devletler hızla nasıl bir dönüşüm geçiriyor, neyle sınanıyor? Çin, İngiltere ve Türkiye’de devlet nasıl bir tepki veriyor? Devletlerin gidişatı ne yöne olacak? Siyaset bilimci Prof. Ali Yaşar Sarıbay yazdı.

Devlete dair politik analiz, 20. yüzyılın büyük kısmında, örneğin İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri gibi siyaset bilimini akademik tekelinde tutan ülkelerde uzun süre ihmal edildi. Bunun en önemli sebeplerinin başında, söz konusu ülkelerde Batı-dışı toplumlarda anlaşılan anlamda bir devlet geleneğinin (stateness) bulunmaması geliyordu. Fakat, 1970’lerin ortasından başlayıp, 1980’lere kadar uzanan süre içinde o ülkelerde de siyasal çözümleme birimi olarak devlet yeniden gündeme geldi; literatüre geri döndü.

Bu geri dönüşün, birbirine zıt iki nedeni olmuştur. Marksizm’in canlanmasıyla, devletin toplumu regüle etmesinde ağırlıklı rolüne dair pozitif anlam yükleyen bir tartışma başlatmıştır. Öte yandan, neo-liberalizmin yükselişi, devlete dair aynı role negatif olarak yaklaşmıştır: Bireylerin devlet karşısında sahip olması gereken maksimum özerklik ve özgürlük neo-liberalizmin bel kemiğini oluşturmuştur.

Şüphesiz, her iki kesim içinde de fikir ayrılıkları vardır; burada söz konusu kesimlerin baskın genel eğilimlerine değinmekteyiz. Ancak, her iki kesim için de devlet, siyasal iktidarın kurumsal olarak yoğunlaşmış biçimi niteliğindedir.

Marksizm için bu, toplumu regüle etmede pozitif; neo-liberalizm için ise negatif de facto bir biçimdir. Bu iki siyasal algıya, Mark Neocleous’un Devleti Tahayyül Etmek kitabındaki bir tartışmasındaki terimin aynısını kullanarak “devletçi politik tahayyül” diyorum: Marksizm için pozitif, neo-liberalizm için negatif sıfatlarını ekleyerek.

1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlayan süreç, neo-liberal negatif devletçi tahayyülün, Marksist pozitif devletçi tahayyüle baskın gelen yönde ilerlemesine yol açtı. Açılan yol, tâbiri caizse, giderek stabilize oldu ve neo-liberalizm bir zihniyet, ideoloji hâlinde Batı’ya ve Batı-dışı dünyanın çok büyük bir kısmına yaygın şekilde nüfuz etti.

Biyopolitikadan psikopolitikaya

Çağdaş düşünürlerden Byung-ChulHan’a göre, norma sokma, normalleştirme tertibatını oluşturan disiplin iktidarına dayanan; bir yönetim tekniği olarak kapitalizmin, üretici bedeni disipline edici biçimine tekabül eden Foucaultcu biyopolitika, yerini artık neo-liberalizmde üretici güç olarak Psişe (Psyche) ekseninde gayr-i maddî, gayr-i bedensel oluşuna dayanan üretim biçiminin vücut verdiği psikopolitika’ya bıraktı. Üretici güç olarak bedenin değil; psişik ya da zihinsel süreçlerin optimize edildiği duruma geçiş gerçekleşti (Han, 2019: 30-32.). Dolayısıyla, neo-liberalizm, sadece iktisadî bir ideoloji değil, bireylerin kendileriyle kurduğu ilişkileri belirleyen, genel bir rasyonalite ekseninde inşa olan bir “varoluş normu”na dönüştü (P.Dardot-C.Laval, 2012, bütünü).

Bu anlamda, neo-liberalizm, psikopolitikayı “motivasyon”, “proje”, “rekabet”, “optimizasyon”, “inisiyatif” gibi tahakküm tekniklerine tâbi kılar hâle geldi (Han, 2019: 28). Bu sebeple Han, psikopolitikayı bir hükümet etme biçimi olarak nitelendirmektedir (Han, 2019: 28); ama, ben buna Foucaultcu anlamda yönetimsellik (governmentality) demeyi tercih ederim. Yönetimsellik, genel olarak, küresel, yerel veya ulusal düzeyde olsun, düzenleme, yönetme ve denetleme ekseninde bir süreç içinde uygulanan stratejiler bütünüdür (M.Foucault, 2000: 264-287). Devlet, bu bütünlük içinde, hükümet etmeye veya en etkin bir yönetimsellik kurumuna indirgenir: Neo-liberalizmin her kurum ve bireyi, baştan itibaren şirket (veya piyasa) modeline göre şekillendirmesine paralel şekilde devlet de girişimcilik ilkeleriyle donatılmış hâle gelir.

Siyaset bilimci Wendy Brown’ın aktardığı bir örnek, bunun açık bir kanıtı niteliğindedir: 1990’larda Tayland başbakanının kendisini anonim şirket ceo’su olarak tasvir ve tarif etmesi (Brown, 2018: 42). Bu örnek, her şeyden önce, neo-liberalizmin ruhu olan rekabetin, iktisadî bir mantık veya rasyonalite şeklinde toplumların her alanına sirayet ederek küresel düzeye taşınması; taşınmamış ise taşınması için her türlü girişimin yapılmasına dair bir gerçeklik şeklinde kendini göstermesidir.

Devletin neo-liberal içeriğine bulaşan Korona

Küresel düzeyde meydana gelen başka bir gerçeklik, pandemik koronavirüsü, devlete kazandırılan neo-liberal içeriği ve biçilen rolü altüst etmiş gibi görünüyor.

Koronanın hız kazanmış etkisi, Türkiye dâhil hemen her ülkede bir yandan toplumsal ve bireysel düzeyde, öbür yandan siyasal alanda yansıyan etkiler gösteriyor. Toplumsal ve bireysel düzeyde, sosyal bağlardan zorunlu yalıtılmışlık (izolasyon) ve bu yalıtılmışlığı omuzlayan, kendi ifadelerimle, bencil fırsatçılık başta olmak üzere, irrasyonelliğin rehberlik ettiği davranış kalıplarının belirmesi; neo-liberal devlet anlayışının altını oyar görünmekte, kamusalı bireysel çıkarlar karşısında önceleyen bir iktidar pratiğinin zemini üzerinde yeniden inşa olmayı teşvik etmektedir.

Üretim meselelerinden tüketime; özgürlüklerden (sokağa çıkma yasağı koyma, toplanmayı, sinema, tiyatro, futbol gibi toplu kültürel aktivitelerden yararlanmayı önleme gibi) toplumsal güvenliğe, vs. hemen her alanda devlet, kendi klasik bedenine yeniden kavuşma yolundadır. Bu doğrultuda, devletin hissedilen ağırlığının, aslında neo-liberalizmin rasyonel bireye biçtiği rolün zeminini de kaydırma etkisi göstermektedir: Bireyin (toplumun da tabiî) yüz yüze geldiği meselelerle kendi başına baş edebilme kapasitesinin ne kadar zayıf, kırılgan olduğunun ortaya çıkması.

Risk toplumlarında yaşamak

Siyasal alana gelince… Neo-liberal küreselleşme, sınırları aşan, hatta sermaye dolaşımı açısından ortadan kaldıran politikalar uygulayarak, ilk etapta uluslararasılaşmanın, daha sonra uluslarüstülüğün zeminini döşer ve pekiştirirken, korona sınırların kapatılmasına, göçlerin durmasına, sermaye akışının hızını kesmesine, neredeyse tüm ekonomik göstergelerin içeriği boş hâle gelip, belirsizliğin işaretlerine dönüşmesine de sebep olmuştur. Bu durum, “ulus-devletlerin sonu” iddiasının sahibi neo-liberal ideoloji sahiplerini yanlışlayan bir aşamayı simgelerken; aynı zamanda, küresel bağlardan belirsiz bir yalıtıma/kopuşa maruz kalan ulus-devletlerin, meselelerin kendi başına üstesinden gelebilme kapasitelerinin ne olabileceğini de gündeme getirmiştir.

Şüphesiz, bu hususlar, her ülkenin kendi tarihsel, ekonomik, teknolojik, bilimsel ve kültürel birikiminin belirleyebileceği bir niteliğe sahiptir. Bununla beraber, hangi ülke, hangi devlet biçimi olursa olsun, koronanın bize âşikâr şekilde göstermiş olduğu; neredeyse, Thomas Hobbes’un “doğa durumu” dediği bir potansiyeli içeren artık risk toplumlarında yaşadığımızdır.

Çok yıllar önce bu duruma sosyolog Ulrich Beck özellikle işaret etmişti. “Politik epistemolojisi”ni yaptığı klasikleşmiş kitabında (2011: II. Bölüm), “risk toplumu”nu tanımlarken Beck, kendi ifadelerimle, şu hususların altını çizmişti: Sanayileşmenin hızlanması ve yoğunlaşmasıyla modern toplumlar, geleneksel toplumlardan çok farklı şekilde, sanayileşmenin bilgi birikiminin ve teknolojik karakterinin ürünleri olarak kimyasal, ekolojik ve hatta genetik mahiyette risklere maruz kalmışlardır. Bu risklerin kontrol altına alınması, modern toplumların baş etmek zorunda oldukları başka bir temel meseledir. O kadar ki, sorunların üstesinden gelebilmenin olmazsa olmaz koşulu olarak büyük ve etkin bir organizasyonun varlığı en büyük ihtiyaçtır. Oysa, modernitenin neo-liberal ruhu, bireyleşme gibi temel bir normu esas aldığından, beklenmeyen bir risk faktörüyle baş etmenin zorluğu ilk etapta toplumları çok bocalatmaktadır.

Bocalamanın büyüklüğü nispetinde toplumda güvensizlik duygusu yaygın hâle gelmekte; gelecek korkusu başta olmak üzere, diğer birçok korkular yüzünden (sosyal yalıtılmışlık/temassızlık, umutsuzluk, gerçeklik duygusunun kaybolması ve hemen her şeyin anlamsız, boş, dolayısıyla sanal olduğuna dair inancın yaygınlaşması) bir “korku toplumu”na doğru evrilme, bireysel refleksleri de köreltmekte, neticede en üst düzeyde kurumsal müdahale kaçınılmaz hâle gelmektedir.

Bu en üst düzey kurumun adı devlettir ve korona pandemisi devlete de bulaşmış bulunuyor: Şu an dünyadaki tüm devletler, kendi kapasitelerini, işlevlerini, yurttaşlarıyla olan ilişkilerini ister istemez sınama noktasına gelmiş bulunuyor. Bir kısmı, koronanın kaynağı Çin gibi, çok uzun zaman önce Max Weber’in işaret ettiği geleneksel kurumsal köklere sahip yüksek çözüm kapasitesi sayesinde sorunun üstesinden geldiği gibi; kendi kurumsal kapasitesini genişletme, pekiştirme imkânını da bulmuş oluyor. İngiltere gibileri devlet-yurttaş ilişkisini, adeta bir “Rus Ruleti” oynar gibi, riske sokarak “liberal” olmanın ve kalmanın derdine düşmüş bulunuyor. İtalya ise Akdeniz neşesine dayalı bir lâkaytlıkla, işin ciddiyetini sonradan kavrayabiliyor. Türkiye’ye gelince; neo-liberal dünyaya eklemlenmenin unutturduğu “devlet olma” ciddiyetini, derhal hatırlamış bulunuyoruz. Türkiye’deki sorun, devlet odaklı değil, neo-liberal zihniyeti fazlasıyla içselleştirmiş olan vatandaş odaklı görünmektedir.

Gidişat hangi yöne olacak?

Bu kaba, ilk gözlemler gidişatın iki yönlü olduğunu düşündürtüyor. Birincisi, korona “pandemisi”, ulus-devletlerin kendilerine dönmesini, kendi üzerlerine düşünmelerini zorunlu hâle getirmiştir. Ulus-devletlerin neo-liberal küreselleşme karşısında “pandomimi” sona erme sürecine girmeye başlayacaktır. Neo-liberal düzenin küresel çapta doğurduğu eşitsizlik, ulus-devletlerin yeniden güç bulduğu oranda her platformda eşitliğin tesisi bakımından bambaşka bir mahiyete bürünecektir.

İkincisi, otoriter yönetim biçimine sahip ulus-devletler, otoriterliklerini daha da artıracak bir yola sapabilirler. Tıpkı, liberalliklerinin devlet-toplum ilişkilerinde doğurduğu tahribatı görebilecek ulus-devletlerin nispi bir devletlilik (stateness) arayışlarına yönelebilecekleri gibi.

KAYNAKÇA:

UlrichBeck (2011), Risk Toplumu, Çev. K.Özdoğan-B.Doğan, 2.b., İstanbul: İthaki Yayınları.

Wendy Brown (2018), Halkın Çözülüşü, Çev. Barış Engin Aksoy, İstanbul: Metis Yayınları.

Pierre Dardot-ChristianLaval(2012), Dünyanın Yeni Aklı, Çev.I.Ergüden, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

MichelFoucault (2000), “Yönetimsellik”, Entelektüelin Siyasi İşlevi (Seçilmiş Yazılar 1)içinde, Çev.I. Ergüden-O. Akınhay-F. Keskin,İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Byung-Chul Han (2019), Psikopolitika, Çev. Haluk Barışcan, İstanbul: Metis Yayınları.

Mark Neocleous (2014), Devleti Tahayyül Etmek, Çev. A.Sarı, Ankara: NotaBene Yayınları.

Twitter’dan takip edin: @Politolog00

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 25 Mart 2020’de yayımlanmıştır.

Ali Yaşar Sarıbay
Ali Yaşar Sarıbay
Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay, Bursa Uludağ Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Siyaset Bilimi öğretim üyesi. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Siyasi İlimler - Maliye disiplinleri mezunudur. Siyaset sosyolojisi, Demokrasi teorisi, din sosyolojisi alanlarında çalışıyor, yabancı dilde ve Türkçede çok sayıda yayınları bulunuyor. Sarıbay’ın yayınlanmış kitaplarından bazıları şunlar: Global Bir Bakışla Politik Sosyoloji (Sentez, 5.baskı), Demokrasinin Sosyolojisi (Sentez, 3.baskı), Toplumun Mantığı: Bir Mantıksal Anlatı Olarak Sosyoloji (Sentez, 2. Baskı), Postmodernite, Sivil Toplum ve İslam (Sentez, 3.baskı)

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x