“Aman Tanrım bu denizin hali ne böyle? Su gözükmüyor. Kim kirletti bu denizi böyle?”
Nisan ayı ortasında penceresinden Marmara Denizi’ni gören kim bilir kaç kişi kurdu bu cümleyi. Eminim onlarca kişi belediye, sahil güvenlik, liman başkanlığı veya başka bir yetkili kurumu aradı bu yüzden.
Deniz kıyılarını, limanları, marinaları, balıkçı barınaklarını kaplayan bu köpük de neyin nesiydi? Kim kirletmişti bizim denizimizi? Neden bunun sorumluları derhal bulunup cezalandırılmıyordu? Koskoca deniz kim vurduya mı gidecekti?
Bugün artık günlük kullanımımıza giren müsilaj veya deniz salyası kavramı işte böyle girdi gündemimize. Yetkili kurumlar, kendilerini arayanlara o günlerde ne cevap verdiler bilmiyoruz ama artık müsilajın nasıl ve neden oluştuğunu öğrendik.
Orijinal yapısı astımlı bir deniz: Marmara Denizi
Marmara Denizi, astımlı bir insan gibi orijinal yapısı gereği. 11 bin 350 km² yüzey alanına sahip kocaman deniz, küçücük iki boğazla bağlı büyük denizlere. Bu yüzden akıntısı az, oksijen seviyesi oldukça kritik.
İstanbul Boğazı ile bağlandığı Karadeniz’in tuzluluğu düşük, sadece yüzde 18. Güneyde yer alan ve Çanakkale Boğazı’yla açıldığı Ege Denizi ise Akdeniz’in devamı olarak daha tuzlu, buradaki tuz oranı yüzde 38.
Karadeniz’in az tuzlu suları yüzeyden Ege’ye doğru akarken, dipten Akdeniz’in tuzlu ve ağır suları Karadeniz’e karışıyor. Yani Marmara Denizi’nin yüzeyinde yer alan sular Karadeniz, dip kısımlardaki sular ise Akdeniz kökenli. Yüzey akıntılar kuzeyden güneye, dip akıntılar ise güneyden kuzeye doğru yol alıyor. Bu orijinal yapı Marmara Denizi’ni çok hassas bir ekosistem haline getiriyor. Başka denizlerden farklı olarak dip ile yüzey arasındaki karışımlar sınırlı. Yüzeydeki karışımlar ise daha çok Karadeniz’den gelen sular ile meteorolojik şartlara bağlı.
Diğer bir ifadeyle Marmara Denizi çok özel bir yapıya sahip. Ve bu özel duruma göre kirliliğe çok açık, hassas bir deniz. O zaman çok iyi korumamız gerekir değil mi? İşte burada yanıldınız! Yapmamız gereken bu olsa da maalesef hayat böyle akmadı. Zira 1970’li yıllarda Marmara Denizi çevresinde başlayan hızlı kentleşme, sanayileşme ve nüfus artışı, beraberinde evsel ve endüstriyel atık belasını getirdi.
Neden bunca zaman Marmara Denizi’ne arıtma tesisleri yapılmadı?
1980’li yıllarda, dönemin yetkilileri Marmara Denizi’nin yüzeyi ile dibi arasındaki ters yönlü akıntının aslında atıklardan kurtulmak için Allah vergisi bir nimet olduğunu düşündüler. İstanbul’dan başlayarak Marmara Denizi çevresindeki tüm yerleşim yerlerinde kısa süre içinde kanalizasyon sistemleri kuruldu. Bütün atıklar toplandı ve ince ızgaralardan geçirdikten sonra büyük mikserlerle karıştırılarak Karadeniz’e doğru akan dip akıntısına “derin deşarj” ile pompalandı.
Böylece arıtma tesisi yapmak yerine, birer pompa istasyonu görevi gören ön arıtma tesisleri ile donandı koca koca şehirler. Biz sifonu çektik, atıklar borulardan bu pompa istasyonlarına ulaştı, onları denizin dibine gönderdi. Sanayi kuruluşları da benzer yolları izledi. Hatta çoğu zaman onlar bunu bile yapmadı. Hemen yakınlarından geçen dereleri, çayları, ırmakları atık kanalı olarak kullandılar. Milyonlarca ton evsel, endüstriyel atıkla doldu deniz. Sonra buharlaşıp, deniz suyu içinde yok olmasını bekledik tam 40 yıl.
İklim değişikliğinin ilk habercisi deniz oldu
Bu esnada kalkınma, büyüme, gelişme hamleleriyle atmosferi etkiledik tüm dünya sakinleri olarak. İklim değişimi denilen büyük bir felaket çöktü üzerimize. İklim değişikliğinin ilk habercisi de deniz oldu. Sular ısındı, plankton türleri, balıklar güneyden kuzeye doğru yayılmaya başladı. Milyonlarca yılda oluşmuş ekolojik denge alt-üst oldu deniz ve okyanuslarda.
Marmara Denizi çevresine kurulmuş devasa fabrikalar soğutma suyu aldılar denizden ama yasaya uygun olarak soğutmadan sıcak suları saldılar denizlere. Bizim Marmara’ya gönderdiğimiz atıklar, Marmara’nın diğer denizlerden daha çok ısınmasına neden oldu. Hatta kırk yıllık ortalamadan 2,5 derece daha sıcak oldu Marmara bu yıl.
Yirmi beş milyon insan toplandı Marmara çevresinde. Ülke endüstrisinin yarısı buralarda kümelendi. Bu kadar insanı beslemek için yoğun tarım yapmak gerekti. Ama dar alandan daha çok verim almak için her yıl kullandığımız kimyasal gübre ve böcek ilaçlarının miktarını artırmalıydık. Tarımdan kaynaklanan atıkları da neredeyse hiç arıtmadan gönderdik Marmara Denizi’ne. Çünkü deniz “kocaman, deniz sihirbaz, ne atarsan yutar” sandık.
Marmara’nın stresi nasıl oluştu?
Denize arıtmadan gönderdiğimiz evsel, endüstriyel ve tarımsal atıklar ayrıştı. Azot, fosfor gibi besleyici inorganik besin tuzlarına dönüştü. Denizdeki biyolojik süreçlerin ilk basamağını oluşturan, güneş ışığını kullanarak fotosentez yoluyla ilk bitkisel dokuyu üreten fitoplankton dediğimiz mikroskobik, minik bitkicikler artan kirlilik sonucu ortaya çıkan bu azotu, fosforu tüketmek için aşırı derecede çoğaldılar. Çünkü deniz zaten durağandı ve hem de deniz suyu sıcaklıkları yükselmişti. Birim hacimde onlu rakamlarda olmaları gerekirken, milyonlu rakamlara ulaştı sayıları. Bu kadar çoğalınca deniz ortamında stres şartları ortaya çıktı. Soluduğumuz havanın içindeki oksijenin en az yarısını üreten bu minik bitkicikler, stres şartlarında şekerli bir salgı üretmeye başladılar. Bu şekerli salgı bakteriler gibi mikroorganizmalar için ideal bir ortam teşkil etti. Hemen onlar da kümelendi bu salgının üzerinde. Sonra deniz yüzeyinden başlayarak 30 metre derinliğe kadar olan ışıklı bölgede, onlarca metre uzayan tüller gibi denizin içini kaplayan yapılar çıktı ortaya. Sümük gibi yapışkan, kıvamlı bu salgıya biz müsilaj veya deniz salyası dedik.
Müsilajın büyük bölümü deniz dibine çökmeye başladı. Tonlarca balık ölümü gördük nisan sonuna kadar. Şimdi balıklar ortama uyum sağladı ama süngerler, mercanlar gibi deniz dibine bağlı yaşayan organizmalar neredeyse tamamen ölüme mahkum oldu dipte. Zira müsilaj bir battaniye gibi çöktü üzerlerine hem nefes almalarını hem beslenmelerini engelledi. Denizin dibinde yalancı bir dip ortaya çıktı. Dipteki yaşamı, ölüm örtüsüyle örttü bu müsilaj kümeleri.
Gördüğümüz, müsilajın son aşaması
Ece Hanım veya Berk Bey müsilajı nisan ayı ortasında pencerelerinden gördüler. Gördükleri aslında müsilajın son aşamalarından birisiydi. Çünkü esas müsilaj deniz yüzeyi ile 30 metre derinlik arasında, suyun içinde üreyip çoğalırken, ölenler parçalanma esnasında su yüzeyine çıkmaya, kıyılarda toplanmaya başladı. Belki binde birinden bile azını gördüler yüzeyde. Yani biz müsilajı gördüğümüzde çoktan iş işten geçmişti.
Balıkçılar, kasım ayından beri attıkları ağların gözünü kaplayan bu salyadan şikayet edip durdular. Ben onların şikayetlerini dile getirdim sık sık. Kimse ne duydu ne gördü köpükler halinde müsilaj kümeleri kıyıları sarıncaya, kaplayıncaya kadar.
Sonrası artık malum. Akademisyenler başta olmak üzere herkes konuşmaya, çözüm için yetkilileri göreve davet etmeye başladı. Uzunca bir süre yetkililer ölü taklidi yaptılar, belki kendiliğinden geçer diye beklediler. Ama olmadı, müsilaj kendiliğinden geçmedi.
Acil Eylem Planı Marmara Denizi’nin kurtarmaya yeter mi?
Sağduyu galip geldi ve Marmara Denizi çevresindeki tüm kurum, kuruluşlar çalıştaylarla bir araya geldi. Yedi ilin valisi, belediye başkanı ve Çevre Bakanı’nın altına imza attıkları 22 maddeden oluşan bir acil eylem planı hazırlandı.
Temeli Marmara Denizi’ne 40 yıldır arıtmadan deşarj edilen atıkların arıtılması, Marmara Denizi’nin komple koruma alanı ilan edilmesi, bilimin öncülüğünde Marmara Denizi’ni kurtarmak olan bir eylem planı çıktı ortaya. Bundan memnunuz, ancak planlar güçlerini yazıldıkları kağıttan, altına imza atanlardan almaz. Planların, kanunların gücü uygulama ile çıkar ortaya. Eğer uygulanırsa Marmara Denizi’ni geç de olsa kurtarmak için bir fırsat doğduğunu söyleyebiliriz. Çünkü tüm farklı taraflar denizin kurtarılması için eski defterleri şimdilik kapatıp, bir araya gelmiş oldular. Eğer adım adım uygulanmasını bireyler ve sivil toplum olarak biz de takip edersek, kırk yılda kirlettiğimizi kırk günde temizleyemesek de umarız kırk yıldan önce Marmara eski haline dönecek.
Yılladır “Bu denizi kirletiyoruz, bir gün bizden intikamını alacak. Ekosistemlerde bedelsiz yarar yoktur.” diye durmadan konuşan bir avuç akademisyen, aydın, aktivist, çevreci vb. kişilerin ne kadar haklı olduğunu anladık hep birlikte.
O güne kadar ne yapabiliriz?
Müsilaj gündelik hayatımızın bir parçası oldu artık. Ancak bu kez de denizden avlanan balıkları yemekten, sıcakların bastırdığı şu günlerde denize girip serinlemekten korkar olduk. COVID-19 salgını esnasında ilgili uzmanların açıklamalarını, uyarılarını dinlemeye alışmış bir topluluk olarak şimdi hep birlikte bu sorulara cevap arıyoruz.
Müsilajın kendisi organik yapıda, doğal bir salgı. Ancak mikroorganizmalar için çok uygun bir ortam. Bu yüzden müsilajla kaplı alanlarda denize girmek, müsilajla temas etmek tehlikeli olabilir. Ancak müsilaj kümelerinin olmadığı sahiller, plajlarda denize girerken https://yuzme.saglik.gov.tr/ adresinden, bulunduğunuz plajın yüzme suyu niteliklerini takip ederek rahatlıkla denize girebilirsiniz.
Marmara Denizi’nden veya başka denizlerden avlanan balıkların yenmesiyle ilgili Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğü web sayfasından https://www.tarimorman.gov.tr/BSGM resmi açıklamaları takip etmenizi öneririm. Sosyal medyada dolaşan haberlere veya rastgele mikrofon uzatılan, uzmanlığı kendinden menkul kişilerin yaptıkları açıklamalara itibar etmeyin.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 2 Temmuz 2021’de yayımlanmıştır.