Dünyada sorunların ağırlaştığı her dönemde olduğu gibi bugün de azımsanmayacak bir kesim bakışlarını atmosferin ötesinden gelebilecek tehditlere çevirdi. Sinema da bu “kaçışı” körüklüyor. Dijital platformlar, “uzaylı istilasına ilişkin film ve dizilerle dolu.
NASA’nın uzak gezegenlerden gelen akıllı yaşam izlerini incelemek için verdiği ilk bursun baş araştırmacısı ve The Little Book of Aliens (2023) kitabının yazarı, New York’taki Rochester Üniversitesi’nde astrofizik profesörü Adam Frankis bu duruma tepkili. Frankis, Aeon.com’da yayınlanan yazısında UFO inancının uzayda canlı yaşamına ilişkin bilimsel çalışmalara sekte vurduğundan yakınıyor. Bölümler aktarıyoruz.
“Bugünlerde birdenbire herkes uzaylılar hakkında konuşmaya başladı. Onlarca yıl kültürel sınırlarda kaldıktan sonra, Dünya’nın ötesindeki Evren’de yaşam sorusu yeniden gün yüzüne çıktı. Öyle ki milyarlarca dolarlık bir sonraki uzay teleskobu gezegenlerde yaşam izleri aramak üzere ayarlanacak. Ayrıca artık NASA’nın astrobiyoloji alanında sağlam ve iyi finanse edilen bir programı var. Bu arada, UFO’larla açıklanamayan karşılaşmalar hakkında nefes kesen gazete makaleleri yayınlanıyor.
Bu gelişmelerden ne anlamalıyız? Evren’deki yaşam hakkında ciddi bir şekilde düşünmek isteyen bilim insanları onlarca yıl alay konusu oldular. Alaycı yaklaşımlar dünya dışı zekâ arayışı olarak bilinen SETI alanın sonunu getirmeye çok yaklaşmıştı. Şimdi, yeni keşifler ve yeni teknolojiler astrobiyolojiyi astrofiziğin ana akımlarından biri haline getirirken, geçmişi anlamak bundan sonra ne olacağını anlamaya çalışan herkes için önemli hale geldi.
Çarpıtılan bir benzetmenin sonuçları
24 Haziran 1947’de Büyük Okyanus’un kuzeybatısında uçmak için güzel bir gündü. ABD’nin Washington eyaletindeki Mineral şehri üzerinde gökyüzü açık ve parlaktı. Amatör pilot Kenneth Arnold tek motorlu küçük uçağıyla Rainier Dağı’nın yüksek zirvesini aşıp Oregon’daki bir hava gösterisine doğru ilerlerken gün ortasıydı. Bu arada bir ABD Deniz Piyadeleri nakliye uçağının kaybolduğunu ve enkazını bulana ödül verileceğini duymuştu. Arnold birkaç tur atıp bakmaya karar verdi. O anda farkında değildi ama doğrudan UFO tarihine doğru uçuyordu.
Arnold altındaki araziyi incelerken mavi bir ışık parlaması gördü. Uzakta bir DC-4 uçuyordu ama ondan gelen yanıp sönen ışıklar yoktu. Sonra flaşlar tekrar belirdi. Bu kez tam olarak nereden geldiklerini gördü: Diyagonal düzende uçan dokuz cisim. Sonunda gözden kaybolana kadar bir tür gelişmiş askerî uçak izlediğini düşündü. Tüm olay uzun sürmedi ama Arnold’da ‘ürkütücü bir his’ bıraktı. Yakıt ikmali için iniş yaptıktan sonra, hikayesini havaalanındaki arkadaşlarıyla paylaştı. Bundan sonra olanlar, hâlâ tartışmalı olmakla birlikte, UFO’lar hakkında düşündüğümüz her şeyi şekillendirecekti.
Arnold cisimleri ‘suyun üzerinde sektirilen bir bardak altlığı gibi hareket ediyor’ şeklinde tanımladığında, gazetecilik tarihindeki en çirkin çarpıtmalarından birine yol açtı.
Küçük bir gazete olan East Oregonian’daki haber ‘sos tenceresine benzer uçak’ sözcükleriyle yayınlandı. Ancak Associated Press haberi ele aldığında açıklama daha da karmaşık bir hal aldı. Arnold’un gördüğünü söylediği şey, “bir yay çizerek geri dönen ‘kanatları’ olan hilal şeklinde uçan bir araçtı”. Cisim kısa sürede “uçan daire” adını alacaktı. Dahası, uçan daire görme salgını tüm ülkeyi sarmaya başladı. 1947’de yaz sonunda, “uçan daireler” resmî kayıtlara bile girmişti.
Paranoyak UFO kültürü nasıl yerleşti?
Arnold olayından çıkarılacak en önemli derslerden biri hikâyenin gücüdür.
Arnold ilk uçan daireyi gördü ve bu olay, halkın uzaylılar ve UFO’lar hakkında mesnetsiz düşüncelere kapıldığı kritik bir süreci başlattı. Teknolojik olarak gelişmiş, yıldızlararası yaşamın şimdi ve burada, yani Dünya’da olduğu fikri kamu bilincine yerleşti. Ancak UFO’lar ortaya çıkar çıkmaz, her şeyi kanıt olarak kabul etmeye istekli, kuşkucu ve paranoyak bir UFO kültürü de ortaya çıktı. Elbette, şüpheci duyarlılıklarını koruyarak UFO’larla ilgilenen, sadece neler olup bittiğini gerçekten bilmek isteyen pek çok kişi bulunabilir. Ancak, kültürel bir fenomen olarak, UFO’larla ilgili kamusal tartışmalara şüpheli kanıtlar, komplo teorileri ve düpedüz aldatmacalar hâkim olacaktı.
Rosewell’in domino etkisi
Roswell olayı, UFO kültürünün en kuşkulu kanıtlarını bünyesinde barındırıyor.
Gerçek Roswell vakası, Arnold’un “uçan tencereyi” görmesinden ve medya çılgınlığından sadece birkaç hafta sonra bir çiftçinin arazisinde sopa, tel ve folyodan yapılmış bazı kalıntılar bulmasıyla başlar. Yerel gazetede çıkan bir haberde, bir uçan dairenin (başka ne olabilir ki) keşfedildiği iddia edilince kısa süreli bir tantana yaşanmış olsa da gazete iddiasını ertesi gün geri çekmişti.
Bu olay 30 yıl boyunca unutuldu. Roswell hikayesi ancak bu uzun dönemden sonra, çiftlikte düşmüş bir uçan daire bulunduğunu iddia eden bir dizi çok satan kitap ve TV ‘belgeseli’ ile yeniden gündeme geldi. Ancak her yeni kitapla birlikte Roswell hikayesi daha karmaşık ve dolambaçlı bir hal aldı. Her yeni kitap daha fazla sözde tanık ve cenaze levazımatçısı Glenn Dennis’in ölü uzaylıları gördüğüne dair anlattıkları da dahil olmak üzere daha fazla ayrıntı ekliyordu. Bazı kitaplar daha fazla daire ve daha fazla uzaylı olduğunu, bazılarının öldüğünü, bazılarının ölmediğini söylüyordu. Hatta bazılarında uzaylı cesetlerinin dönem ABD Başkanı Dwight Eisenhower’dan başkası tarafından görülmediği de ileri sürüldü.
Roswell hikayesinde önemli olan, kanıt kavramının bile ne kadar muğlak hale gelebildiğidir. Olaylarla belli belirsiz bir bağlantısı olan ve anlatacak bir hikayesi olan herkes tanık listesine eklenebiliyordu. Yeni kitaplar eski kitapların üzerine yığılıyor ve teoriler çeşitleniyordu. Doğal olarak meraklıların da kafası karışıyordu.
Bu durum o dönemde kenarda duranlar için eğlenceli görünse de kamuoyunun UFO’ları algılayışında ve buna bağlı olarak uzaylı yaşamı sorusunda bugüne kadar devam eden bir “her şey mümkün” ön yargısını oluşturdu.
Olağanüstü iddialar ile bu iddiaların kanıtları arasındaki bu gevşek ilişki von Däniken’in Tanrıların Arabaları (1968) adlı kitabını da içerir. Von Daniken, birçok arkeolojik gizemin en iyi şekilde bir zamanlar Dünya’yı ziyarete gelen eski uzaylılar tarafından açıklanabileceğini iddia ediyordu. Bu iddia, hayatlarını von Däniken’in antik uzaylı spekülasyonlarının konularını inceleyerek geçirmiş olan bilim insanları tarafından yıkıma uğratıldı. Neyin kanıt sayılacağına dair uygun standartların oluşturulması, arkeologları von Däniken’in hüsnükuruntu fantezilerinden ayıran şeydi.
Uzaydan gelen sinyaller değişen bakış açısı
İlk gerçek SETI projesi, 1960 yılında Frank Drake adlı genç bir astronomun Güneş benzeri iki yıldızdan gelen ‘doğal olmayan’ sinyalleri aramak için bir radyo teleskop kullanmasıyla gerçekleşti. Drake radyo vericileri gibi teknolojileri inşa edebilecek akıllı bir yaşam ararken, Dünya dışında yaşam olduğuna dair kanıt bulmaya çalıştığı projesi, şimdiye kadar denenen ilk gerçek astrobiyolojik deneydi.
Drake’in çabasını modern astrobiyolojinin başlangıç noktası olarak kabul edilebilir. Bu aynı zamanda alanın şu anda içinde bulunduğu olağanüstü dönemi anlamak için de çok önemli. Çünkü Drake ve meslektaşları deneylerini tasarlarken ve uygularken sinyal, gürültü ve en önemlisi de yanlış pozitiflerle ilgili sorulara çok dikkat ettiler. Topladıkları verilerle bir keşif yaptıklarını düşünerek kandırılabileceklerini anladılar ve kendilerini bu olasılığa karşı hazırlamaya ve korumaya çalıştılar. Drake’in SETI projesi ve onu takip edenler her zaman büyük bir popüler ilgi gördü. Ancak bu alanı tutarlı ve sürekli bir bilimsel girişim haline getirmenin zor olduğu kanıtlandı ve işte bu noktada UFO’lar devreye girdi.
Sonraki yıllarda NASA öncülüğünde bir dizi astrobiyoloji konferansı düzenlendi. 1960’lardan 70’lere geçerken SETI bilim adamları, NASA ile radyo astronomisinin ötesine geçen şekillerde de çalışarak ötegezegenleri avlamak için yeni teleskop teknolojilerinin planlanmasına yardımcı oldular. Hatta yıldızlar arasında akıllı yaşama dair daha önce görülmemiş derecede zayıf sinyaller bulabilecek kadar hassas bin radyo teleskoptan oluşan devasa bir dizi olan Cyclops Projesi bile düşünülüyordu.
Tüm bu projelerde yer alan bilim insanları, bir yandan kanıtların nasıl toplanıp değerlendirileceğini anlamak gibi zorlu bir görevle karşı karşıya kalırken, diğer yandan da bu kanıtların hedefine ilişkin derin belirsizliklerle yüzleşmek zorunda kaldılar. Araştırmacılar, bizim bildiğimiz yaşamla (yani Dünya yaşamıyla) başlamamız gerekirken, doğanın başka fikirleri olabileceğinin farkındaydı. Farklı bir dünyada ortaya çıkan zeki ya da başka türlü yaşam tamamen farklı yörüngeler izleyebilirdi. Astrobiyoloji araştırmacıları, alanın henüz yeni olmasına rağmen, dünyamızın ötesindeki yaşamın nasıl ortaya çıkabileceğine dair çok açık olan soruyla ilgili verilerin nasıl titizlikle toplanıp değerlendirileceğini belirleme konusunda yavaş ama istikrarlı bir ilerleme kaydettiler.
“Yeşil adamların” bilime maliyeti
Tarihçi Stephen Garber’ın bir makalesinde belirttiği gibi, dünya dışı yaşam araştırmaları, “popüler basında “küçük yeşil adamlar” ve tanımlanamayan uçan nesneler arayanlarla ilişkilendirilmesinden kaynaklanan bir “kıkırdama faktöründen” her zaman muzdarip oldu”. Bu çağrışım nedeniyle gökbilimciler hiçbir zaman gerçek bir araştırma başlatma şansına sahip olamadılar.
1990’ların başlarında, Dünya dışında yaşamın bilimsel olasılıklarıyla kimsenin pek ilgilenmediği görülüyordu. NASA’nın 1976’da Mars’a indirdiği Viking araçları, Kızıl Gezegen’in mikrobik yaşam için bile bir yuva olabileceğine dair kapıyı kapatmış gibi görünen biyoloji deneyleri gerçekleştirdi. Herhangi bir tür yaşam için izler soğumuş gibi görünüyordu.
1990’ların ortasında her şey değişti
1995 yılında bilim insanları başka bir yıldızın yörüngesinde dönen ilk gezegeni, yani bir ötegezegen keşfettiklerini duyurdular. Başka gezegenlerin varlığı hakkında 2,500 yıl süren tartışmalardan sonra, nihayet Güneş sistemimizdeki gezegenlerin nadir olmadığını kanıtlanmıştı. Çok geçmeden gökyüzünün dört bir yanında ötegezegenler keşfedilmeye başlandı. Artık geceleri gördüğünüz hemen her yıldızın bir dünya ailesine ev sahipliği yaptığını biliyoruz.
Bir sonraki büyük değişim, bilim insanlarının Antarktika’da Mars’tan bir parça bulmasıyla gerçekleşti. Kızıl gezegenden (eski bir asteroit çarpması sonucu) kopan meteorun fosil yaşam izleri taşıdığı görüldü. Sonradan yaşam formu olmadığı kanıtlansa da bu keşif o dönemde Başkan Bill Clinton’ın NASA’ya Mars’ta yaşam arama talimatı vermesine neden oldu. Dış gezegenlerin keşfi ve Mars’ta antik yaşam olasılıkları arasında NASA astrobiyolojiye büyük bir şekilde girdi. Yeni araştırmalar için fonlar açılarak yeni ve heyecan verici fikirlerin önerilmesine ve takip edilmesine olanak sağlandı.
Dış gezegenler söz konusu olduğunda, artık tam olarak hangi gezegenlerin yıldızlarının yaşanabilir bölgesinde, yani sıvı suyun (yaşam için anahtar olduğuna inanıyoruz) var olabileceği bölgede olduğunu görebiliyoruz. Bu da yaşam arayışımızda tam olarak nereye bakmamız gerektiğini bildiğimiz anlamına geliyor.
Yabancı dünyalarda yaşamı arama çalışmaları
Daha da dikkat çekici olanı, gökbilimciler dünyanın atmosferinden geçen ve daha sonra yüzeydeki çeşitli kimyasallar tarafından emilen yıldız ışığını kullanarak yabancı dünyalarda yabancı yaşamı nasıl arayacaklarını öğrendiler. Bir gezegenin atmosferinde yalnızca yaşam oraya koyduğu için bulunabilecek kimyasalların izleri olan bu biyo-imzaları arayabileceğimiz anlamına geliyor.
Biyo-imza arayışındaki olağanüstü ilerlemeler, çok önemli kanıt standartlarında derin bir incelik anlamına geldi. Biyo-imzanın en eski versiyonu yabancı bir atmosferde oksijen bulunmasıydı. Dünya’da oksijenin önemli bir atmosfer bileşeni olmasının tek nedeni fotosentetik organizmaların onu orada tutmasıdır. Ancak geçtiğimiz on yıl içinde gökbilimciler, yaşam olmayan gezegenlerin oksijen bakımından zengin hava üretebileceği temel mekanizmaları keşfettiler. Bu, yanlış pozitifleri değerlendirmek için yöntemler geliştirmede çok önemli bir adımdı. Yanlış pozitifleri değerlendirmeye yönelik sofistike istatistiksel yöntemler ve astrobiyolojik kanıtların ortaya çıkaracağı diğer zorluklar artık biyo-imza biliminin sağlam bir parçasıdır.
Tüm bu yeni keşifler ve yeni yöntemler, SETI olarak düşündüğümüz şeyi de dönüştürüyor. Bilim insanlarının tekno-imzalar olarak adlandırdıkları yeni bir araştırma alanı doğuyor ve bu alan SETI’nin ‘klasik’ çabalarını kucaklarken akıllı yaşam arayışını yeni biçimlere ve yeni yönlere taşıyor. Birilerinin varlıklarını duyurmak için bir fener kurmasını planlamak yerine (SETI’nin ilk neslinin bir önermesi), artık doğrudan bu uygarlıkların sadece ‘uygarlaşma’ işlerine devam ediyor olabilecekleri gezegenlere bakabiliriz. Yabancı bir toplumun günlük faaliyetlerinin imzalarını (bir tekno-imza) arayarak, akıllı, medeniyet inşa eden yaşamı bulmak için tamamen yeni araç setleri inşa ediyoruz.
Bilimsel yaşam arayışı hızlanırken, UFO’lara ne olacak? Orada da sular bulanık kalmaya devam ediyor. Bugün UFO’larla ilgili standartları karşılayan hiçbir kanıt bulunmuyor. Vakaların birçoğunda tanımlama girişimine başlamak için bile yeterli veri yoktu. Gökyüzü açıklanamayan fenomenlerle dolu değildir.
Nihayetinde önemli olan, Evren’deki yaşam hakkında binlerce yıl süren fikir tartışmalarından sonra, kolektif bilimsel çabalarımızın bizi nihayet bu soruyla ilgili gerçek bir bilimsel çalışmaya başlayabileceğimiz bir noktaya getirmiş olmasıdır. NASA’nın planladığı bir sonraki büyük uzay teleskobunun adı Yaşanabilir Dünyalar Gözlemevi olacak. Bu isim size bilmeniz gereken her şeyi anlatıyor. Evrende yaşam arayışına sonuna kadar devam ediyoruz çünkü nihayet evrende yaşam arayabilecek imkânlara sahibiz.“
Bu yazı ilk kez 6 Mayıs 2024’te yayımlanmıştır.
https://aeon.co/essays/how-ufos-almost-killed-the-search-for-life-in-the-universe