Ulusal hükümetler, göç gibi dış politika başlıklarını yönetmede giderek daha fazla zorlanırken, şehirler bu alanlarda hem pratik hem de siyasal kapasite geliştiren aktörler olarak öne çıkıyor. Dünya, pandemi sonrası derinleşen eşitsizlikler, hızlanan jeopolitik gerilimler ve kırılgan tedarik zincirleriyle tanımlanan dalgalı bir küresel ortamdan geçiyor.
Giderek daha fazla birbirine bağlanan bir dünyada şehirler, küresel meselelerde daha etkili hâle geliyor. Dış politika süreçlerinde artık sadece uygulayıcı değil, aynı zamanda yönlendirici aktörler olarak konumlanıyor. Birçok durumda ulusal hükümetlerin yavaş veya sınırlı kalabildiği alanlarda, daha esnek ve yenilikçi politikalar üreterek görünürlük kazanıyorlar. Böylece dış politika, devlet merkezli bir alan olmaktan çıkarak şehirleri, belediyeleri ve yerel toplulukları da içeren daha geniş bir etkileşim sahasına dönüşüyor.
Bu dönüşümü en açık biçimde gösteren alanlardan biri, göç ve mülteci yönetişimi ile şehir diplomasisinin kesiştiği nokta. Hareketliliğin yoğunlaştığı, kaynak baskısının arttığı ve toplumsal uyumun sınandığı koşullarda şehirler, hem acil ihtiyaçlara yanıt verebilen hem de uzun vadeli stratejiler geliştirebilen kurumlar hâline geliyor.
Bu çerçevede temel soru şu: Şehirler, göç diplomasisiyle bağlantılı dış politika meselelerinde nasıl daha etkin bir aktör hâline geliyor ve bu alanda hangi tamamlayıcı politikaları üretebiliyor?
Şehirler ve demokratik yönetişim sorunu
Dünyanın dört bir yanındaki şehirler, benzeri görülmemiş göç dalgalarıyla karşı karşıya. Aynı anda popülist aktörlerin “yerli nüfus önce” baskısıyla uğraşıyorlar. Bu çelişkili gerilimler içinde şehirlerin önemli bir sorusu var: Demokratik ilkeleri nasıl koruyabiliriz?
Tam da demokratik sistemlerin çevresel krizlere, ekonomik eşitsizliğe ve insan hakları ihlallerine hızla yanıt vermesi gereken bir dönemdeyiz. Ancak devlet merkezli uluslararası ilişkiler modelleri, çoğu zaman insan hakları kaygılarını geri plana itiyor. Örneğin Avrupa Birliği, insan hakları politikalarında tutarlılık sağlamada zorlanıyor. Daha geniş ve dayanışmaya dayalı bir yaklaşım, bu yönetişim sorunlarını hafifletebilir.
Bu noktada şehirler öne çıkıyor. Çünkü siyasal ve toplumsal hayatın merkezinde yer alıyorlar. Demokratik değerleri savunmak ve sosyal adaleti teşvik etmek için elverişli bir konuma sahipler. Özellikle yerel yönetimler, göç yönetişiminde kritik bir rol üstleniyor. Ulusal hükümetlerin üstlenmek istemediği politikaları hayata geçiriyorlar. İstanbul, Barselona ve Berlin buna iyi örnekler. Bu şehirler, ulusal düzeydeki siyasi ve ekonomik kısıtlara rağmen yenilikçi ve kapsayıcı göç stratejileri geliştiriyor. Örneğin kamusal hizmetlere erişimi kolaylaştıran yerel uyum merkezleri kuruyor ve ayrımcılıkla mücadeleyi güçlendiren kentsel eşitlik politikaları uyguluyor.
Göç aynı zamanda yönetişimde hesap verebilirliği yeniden düşünmek için bir fırsat sunuyor. Göçmen haklarını önceleyen, kapsayıcı modelleri teşvik ediyor.
Jeopolitik dinamikler değiştikçe kentsel alanlar, göç yönetişimini daha fazla şekillendiriyor. Ancak demokratik idealler ile ulusal sınır politikaları arasındaki gerilim devam ediyor. Bu gerilim, yenilikçi yerel çözümler gerektiriyor.
Şehir diplomasisi
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği verilerine göre, mültecilerin çoğu artık kamplarda değil, şehirlerde yaşıyor. Bu durum önemli bir soruyu gündeme getiriyor: Kentsel alanlarda yaşayan mülteciler, sosyal ve kamusal hizmetlere nasıl erişiyor?
Şehirdeki mülteciler, kamplardakinden çok farklı engellerle karşılaşıyor. Devlet kurumlarının veya insani yardım kuruluşlarının sunduğu daha düzenli hizmetlerden uzak kalabiliyorlar. Bu tablo, mültecilerin kentsel sosyal hizmet sistemlerine entegrasyon ihtiyacını artırıyor.
Göç yönetişim süreçleri, büyük ölçüde merkezi otoritelerin şekillendirdiği alanlar olsa da, şehirler sahada doğrudan etkili.
Şehirlerin vatandaşlara “yakınlığı” burada belirleyici. Barınma, sağlık, eğitim gibi acil ihtiyaçları daha iyi görüp anlayabiliyorlar. Bu alanlarda esnek, uygulanabilir ve uyarlanabilir yönetişim modelleri geliştiriyorlar.
Bu gelişmeler, şehir diplomasisini doğuruyor. Şehir diplomasisi, şehirlerin uluslararası kuruluşlarla, diğer şehirlerle ve ulusal hükümetlerle doğrudan etkileşime geçmesini içeriyor. Amaç, göç sorunlarını daha etkili biçimde ele almak.
Şehir diplomasisi, şehirlerin uluslararası forumlarda aktif bir rol üstlenmesini sağlıyor. Şehirler küresel ağlara katılıyor ve yerel ihtiyaçlarını destekleyen politikalar savunuyor.
New York, Londra ve İstanbul bu konuda öne çıkan şehirler. Bu şehirler, küresel etkileşimlerini yönetmek için uluslararası ilişkiler ofisleri kuruyor. Böylece yerel bakış açılarını küresel tartışmalara yansıtabiliyorlar.
Benzer sorunlarla karşılaşan şehirler, şehirler arası işbirliğinden yararlanıyor. Kaynakları birleştirip bilgi paylaşıyorlar. Daha iyi politikalar ve kaynaklar için ortak savunuculuk yapıyorlar.
Avrupa’daki EUROCITIES ağı, bu işbirliği için önemli bir platform. Göç de dâhil olmak üzere birçok konuda büyük şehirler arasında koordinasyon sağlıyor.
Bu tür gelişmeler, sivil toplumun ve vatandaşların karar alma süreçlerine katılımını kolaylaştırıyor. Yerel yönetişime erişimi güçlendiriyor. Bu da yerel demokrasiyi destekliyor, katılımı artırıyor ve kentsel yaşamı zenginleştiriyor.
Öte yandan bu süreç, özellikle üniter devletlerde ulusal ve yerel otoriteler arasında gerilim üretebiliyor. Çok düzeyli yönetişim yapıları bu nedenle hem güçleniyor hem de zaman zaman tıkanıyor. Otoriter rejimler ise gücü merkezileştirmeye daha çok odaklanıyor. Gerçek sorunlardan dikkati uzaklaştıran politikalar geliştirebiliyor, çözümleri ulaşılmaz ya da gecikmiş hâle getirebiliyor.
Büyük mülteci nüfusları, şehirlerde sosyal ve ekonomik gerilimleri artırıyor. İş, barınma ve kamu hizmetleri için rekabet, yerel halk arasında huzursuzluk yaratabiliyor. Bu tablo, etkili iletişim ve toplum inşası girişimlerinin önemini gösteriyor.
Şehirler hem küresel hem yerel sorunlara yanıt vermeye çalışıyor. Ancak bunu sınırlı kaynaklar ve sınırlı yasal yetkilerle yapıyor.
Göç, şehir diplomasisinin en görünür alanlarından biri olsa da şehirler dış ilişkilerini yalnızca bu konuyla sınırlamıyor. Turizm tanıtımı, kültürel festivaller, spor organizasyonları ve yaratıcı endüstriler üzerine kurulan işbirlikleri de şehirlerin uluslararası konumunu güçlendiriyor. Bu alanlar şehirleri hem ekonomik hem kültürel açıdan küresel sahnede daha etkili aktörlere dönüştürüyor. Barcelona, Paris, İstanbul ve Lizbon gibi şehirler, uluslararası tanıtım stratejilerini şehir diplomasisinin bir parçası olarak yürütüyor.
Çok düzeyli yönetişim
Kentsel göç yönetişimi, kuramsal çerçeveler ile pratik çözümleri bir araya getiriyor. Dünyada mültecilerin yüzde 60’ından fazlası şehirlerde yaşıyor. Bu şehirler, çoğu zaman ulusal hükümetlere kıyasla daha esnek ve uyarlanabilir çözümler sunuyor. Örneğin belediyeler, göçmenlerin temel hizmetlere erişimini hızlandıran yerel destek ofisleri veya çok dilli danışma hatları kurarak entegrasyon sürecini doğrudan kolaylaştırabiliyor. Buna rağmen kaynak kıtlığı ve kısıtlayıcı ulusal politikalar, belediyelerin çabalarını zorlaştırıyor. Farklı ölçeklerde işbirliği modeli burada devreye giriyor. Yerel, ulusal ve ulusüstü aktörler arasındaki göç politikası etkileşimlerini görünür kılıyor.
Şehirler bu dinamikleri yönetmeye çalışırken, otoriter popülizmin baskısına da direniyor. Çünkü bu baskı demokratik yönetişimi tehdit ediyor.
Merkezi ve yerel hükümetlerin göç politikaları konusundaki ilişkisi çoğu zaman tartışmalı. İtalya’da bazı belediyeler, Riace ve Bologna örneklerinde görüldüğü gibi, ulusal talimatlara açıkça direniyor. İsveç’te ise ulusal konut politikaları ile yerel özerklik arasında, Malmö ve Gothenburg’un paylaşım yükümlülüklerine itirazında olduğu gibi gerilimler ortaya çıkıyor.
Popülist liderlik bile olmasa, Rotterdam ve Amsterdam gibi şehirler, yerleşim kotaları ve sosyal konut önceliklendirmeleri üzerinden, dışlayıcı göç politikaları uygulayabiliyor. Bu örnekler, kentsel yönetişimdeki demokratik açıkları görünür kılıyor.
Pittsburgh’daki taban hareketleri ise farklı bir hikâye sunuyor. Yerel girişimler, All for All gibi organizasyonlar aracılığıyla, kapsayıcılığın nasıl teşvik edilebileceğini gösteriyor.
New York, Londra ve Barselona, göç diplomasisinde öncü şehirler arasında. Bu şehirlerin ortak noktası, popülist baskılara rağmen sosyal kapsayıcılığı savunmaları. Örneğin New York’un belgesiz göçmenlerin temel hizmetlere erişimini koruyan sığınak şehir (sanctuary city) uygulaması, Londra’nın çok dilli kamusal hizmetleri ve Barselona’nın yerel uyum merkezleri bu yaklaşımın somut örneklerini oluşturuyor.
Kentsel politika yenilikleri
Katılımcı demokrasi hareketleri, dışlanmış toplulukları güçlendiriyor. Bu hareketler, kentsel yönetişimde daha fazla söz hakkı sağlıyor.
Şehirler, kapsayıcı yönetişimi destekleyen ulusötesi ağlar aracılığıyla finansal ve hukuki zorlukları aşmaya çalışıyor. Etkili göç yönetişimi, yerel, ulusal ve uluslararası düzeylerde işbirliği gerektiriyor.
AB Kentsel Kapsayıcılık Ortaklığı bu açıdan önemli bir örnek. Ulusal hükümetlerin isteksizliğine rağmen göçmenlerin yerel entegrasyonunu destekliyor. Avrupa şehirleri böylece daha kapsayıcı mülteci kabul stratejilerinin öncüsü hâline geliyor.
Barselona, göçü insan hakları temelli politikalarla yönetiyor. Bu yaklaşım, mülteci haklarını merkeze alıyor.
Bologna’nın mülteci entegrasyonundaki başarısı ise güçlü güçlü yerel ve ulusötesi ağlara dayanıyor. Katılımcı karar alma süreçleri bu başarıyı besliyor. Yerel yetkililer ile sivil toplum arasındaki yakın işbirliği, aşırı sağ söylemleri zayıflatıyor. Mülteci haklarını savunmayı mümkün kılıyor.
Venedik ise ters yönde bir örnek sunuyor. Dışlayıcı politikalar, siyasallaşmanın ve zayıf paydaş ağlarının risklerini gösteriyor. Bu tablo, sivil toplum savunuculuğunun ne kadar hayati olduğunu hatırlatıyor.
Bu zıt örnekler, kapsayıcılığı önceleyen yönetişim çerçevelerinin önemini vurguluyor. Aynı zamanda devlet egemenliğine dair klasik anlayışları sorgulamamıza yol açıyor.
İstanbul örneği
İstanbul bugün 500.000’in üzerinde Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapıyor. Yaklaşık 600.000 yabancı uyruklu da şehirde yaşıyor. Bu yoğunluk, İstanbul için ciddi yönetişim zorlukları yaratarak şehrin yönetişim yaklaşımını ve kaynak dağılımını yeniden değerlendirmeyi zorunlu kılıyor.
Kaynak kısıtlarına ve belirsiz yasal çerçevelere rağmen şehir, göç yönetişiminde aktif bir rol üstleniyor. Şehir diplomasisi ve uluslararası işbirlikleri bu rolü güçlendiriyor.
İstanbul, Berlin gibi şehirlerin deneyimlerinden ilham alıyor, belgesiz göçmenlere yönelik uzmanlaşmış hizmetler geliştiriyor, belediyeye ait kimlik kartları gibi uygulamalar hayata geçiyor.
Yerel yönetişim açısından ise bazı kısıtlamalar var. Öncelikle göçmenlere yönelik standart bir yasal çerçeve eksik. Merkezi ve yerel yönetimler arasındaki hiyerarşik ilişkiler, karar alma süreçlerini yavaşlatıyor.
Muhalefet tarafından yönetilen belediyeler, iktidara yakın belediyelere kıyasla daha sınırlı bütçelerle çalışıyor. Özerklikleri de daha düşük kalıyor. Göç kurumları arasındaki işbirliği çoğu zaman zayıf.
Küresel ölçekte ise özellikle finansman konusunda uluslararası kurumlarla daha doğrudan ilişkilere ihtiyaç var. Çünkü fonlar çoğu zaman doğrudan yerel yönetimleri değil, merkezi hükümetleri hedef alıyor.
İstanbul’un diğer şehirler ve kurumlarla uluslararası işbirliği 2019’dan bu yana belirgin biçimde artıyor. Şehir, B40 Balkan Şehirleri Ağı’nın dönem başkanlığını yürütüyor. Pek çok şehir ağına da üye.
Ayrıca İstanbul, başarılı küresel örneklerden ilham alarak bir kentsel planlama ajansı kurdu. Bu ajans, paydaşlar ve sakinler arasındaki işbirliğini güçlendiriyor.
İstanbul’un şehir diplomasisi, uluslararası kuruluşlarla ve “kardeş şehirlerle” önemli ortaklıklar kuruyor. Özellikle göç ve sosyal uyum alanında aktif bir rol oynuyor.
Mülteci ve göçmenlerin yaşam koşulları, “Askıda Fatura” enzeri kampanyalarla iyileştirilmeye çalışılıyor. Ancak ulusal düzenlemeler, şehrin göçmenlere doğrudan hizmet sunma kapasitesini sınırlıyor. Bu nedenle ihtiyaçların önemli bir kısmı, dış kaynaklı projeler ve uluslararası ortaklıklar aracılığıyla karşılanıyor.
Dış politika meselelerinin şehir diplomasisi ve yönetişimle kesişmesi, küresel zorluklara bakışımızda önemli bir değişimi gösteriyor. Göç, ulusal, uluslararası, bölgesel, ikili ve çok taraflı işbirliği gerektiren dinamik bir olgu.
Şehirler, yerel yönetişimdeki güçlü yanlarını kullanarak göç ve mülteci politikalarında kilit aktör hâline geliyor.
İstanbul gibi şehirlerin deneyimleri, kapsayıcı ve dirençli kentsel ortamlar yaratmada şehir diplomasisinin potansiyelini açıkça ortaya koyuyor. İstanbul’un entegrasyon deneyimi ve EUROCITIES gibi ağların işbirliği çabaları, şehirlerin dış politika sorunlarını etkin biçimde ele alabileceğini gösteriyor.
Bu deneyimlerden yararlanan şehirler, küresel çözümlerin ön safında kalabilir. Barışı, refahı ve kapsayıcılığı destekleyen politikalar geliştirebilir.
Kentsel stratejiler ve demokratik dayanıklılık
Demokrasi, iklim krizi, güvencesizleşme ve artan işsizlik gibi küresel sorunlarla başa çıkmanın vazgeçilmez çerçevesi olmaya devam ediyor. Ancak bu çerçevenin geleceği, yalnızca ulusal hükümetlerin değil, çok düzeyli yönetişim içinde şehirlerin nasıl konumlandığına da bağlı. Önümüzdeki dönemde, bölgesel işbirliği mekanizmalarını ve insan haklarına dayalı taahhütleri özellikle göç ve iltica alanında yerel düzeye somut politikalar olarak tercüme edebilmek kritik olacak.
Bologna, İstanbul, Berlin, Barselona ve Pittsburgh gibi kentler, bu dönüşümün hem imkânlarını hem de gerilimlerini aynı anda görünür kılıyor. Yenilikçi göç stratejileri geliştirirken katılım, temsil ve kaynak dağılımı etrafında yeni tartışmalar da üretiyor.
Bu nedenle şehirler, göç yönetişimindeki artan rollerini yalnızca hizmet sunumu olarak görmemeli. Demokratik dayanıklılığın kentsel göç politikalarının merkezinde kalmasını güvence altına alacak kurumsal araçlar, müzakere kanalları ve işbirlikleri geliştirmek olarak görmeli. Bunu başarabilen şehirler, hem göçmenler hem de yerel halk için daha adil ve kapsayıcı yaşam alanları inşa edebiliyor. Aynı zamanda küresel yönetişim tartışmalarında da daha görünür ve etkili siyasal aktörler hâline geliyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 9 Aralık 2025’te yayımlanmıştır.



