30 muhteşem yıl: Refah devletinin altın yıllarına geri dönmek mümkün mü?

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde demokratik kapitalizmin yükselişi ve düşüşü, modern tarihin en önemli gelişmelerinden biri olarak görülüyor. Ancak üzerinden henüz yüz yıl bile geçmemesine rağmen ekonomik büyümenin bu altın çağının hikâyesi neredeyse unutuldu.

Peki, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ekonomilerinin olağanüstü bir büyüme dönemine girmesi; GYSİH’lerin 1950-1973 arasında ikiye katlanması; refahın zenginler kadar yoksulların da yaşam standartlarında istikrarlı bir yükseliş sağlaması ve yaygın orta sınıfın oluşmasıyla birlikte geniş kapsamlı paylaşılması şeklinde kendini gösteren bu dönem, COVID-19’un altüst ettiği dünyanın yeniden toparlanması için bir yol haritası olabilir mi? London School of Economics and Political Science öğretim üyelerinden, Anti-System Politics: The Crisis of Market Liberalism in Rich Democracies (Sistem Karşıtı Politika: Zengin Demokrasilerde Piyasa Liberalizminin Krizi) kitabının yazarı Jonathan Hopkin’e göre, yaşadığımız günlerde Fransızların les trente glorieuses (30 şanlı yıl), İtalyanların il miracolo economico (ekonomik mucize) olarak tarif ettiği bu dönemi hatırlamanın tam zamanı. Hopkin, Aeon web sitesinde yayımlanan yazısında “altın çağ”ın hikâyesini anlatırken günümüze de ışık tutuyor.

Yazara göre, o dönemde Batı ülkelerinde hem eşitliğin hem ekonomik verimliliğin artmasının nedeni, demokrasi ile kapitalizm arasındaki garip ilişkide yatıyor: “Birincisi eşit siyasi haklar üzerine kuruludur. İkincisi ise yetenek, şans ya da miras edinilen avantajlar temelinde vatandaşlar arasındaki farkları vurgular. Demokrasi, kapitalizmin doğasında olan eşitsizlik üretme eğilimini frenleme potansiyeline sahiptir. Bu eşitsizlik, demokratik kurumların ekonominin çoğunluk için işlemesini sağlama yeteneğini zayıflatabilir.”

Peki, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu ikili nasıl bir arada işlemişti? Hopkin, topyekûn savaşın ülkelerin ekonominin itici gücü olan özel yatırım modellerine izin veremeyeceği anlamına geldiğini söylüyor: “Bunu yerine hükümetler, servetlerini vergilendirerek hatta kamulaştırarak zenginler üzerine daha büyük bir yük bindirdi ve yoksullar üzerindeki baskıyı azaltarak kapitalizmi askeri zafer amacına hizmet edecek şekilde yeniden tanımladılar. Savaşın ardından, kamuoyu baskısı ve uluslararası tehditler kaynakların daha eşitlikçi dağılımını sağladı. Bu değişiklikler kapitalizmi ‘demokratikleştirdi’. Piyasa ekonomisi düzenlemelere tabi tutuldu ve yatırımcı sınıfın dar kapsamlı gerekliliklerinden ziyade toplumun geniş ölçekli ihtiyaçlarını karşılamak için hafifletildi.

Bu sayede sadece gelir uçurumları giderilmekle kalmadı aynı zamanda servet de daha yaygın bir hale geldi. Birleşik Krallık’ta ev sahibi olanların sayısı 1939’da nüfusun üçte birini oluştururken, 1971’de nüfusun yarısından fazlası ev sahibiydi. ABD’de aynı tarihlerde ev sahiplerinin sayısı nüfusun yarısından azken üçte ikiden fazlasına yükseldi. Özel arabalar, televizyonlar ve düzenli tatiller gibi lüksler yaygın bir şekilde erişilebilir hale geldi. Bütün bunlar, hükümetin üretim sistemini şekillendirmede, sermayenin ve gelirin yeniden dağıtılmasında önemli bir rol oynaması sayesinde gerçekleşti.

İki dünya savaşı ve bunların arasında yaşanan Büyük Bunalım dönemi, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’nın en gelişmiş ekonomilerindeki sosyal güç ilişkilerini temelden değiştirdi. Savaşın gereklilikleri ekonomi üzerinde siyasi kontrolü gerektiriyordu. (…) Hükümetler işgücü arzının büyük kısmını zorunlu askerlik hizmetine tahsis etti. Bazı durumlarda kitlesel tüketim kaynaklarını savaşa kaynak sağlamak için belli oranlara tabi tutarak gıda ve ısınma gibi temel ihtiyaçlarla sınırlandırdılar. Harcamaların büyük bölümü devlet tarafından yapılıyordu. Bunu karşılamak için de vergiler ve borçlanma artırıldı.

Kamu harcamaları büyük ölçüde savaşa yönelikti ancak sosyal yardımlar da yaygınlaştırılmıştı. Örneğin Britanya’da, savaşın en yoğun olduğu dönemde hazırlanan 1942 tarihli Beviridge Raporu’nda ‘İstek, Hastalık, Cahillik, Sefalet ve Tembellik’ yasaklanıp emekli maaşları, işsizlik yardımı ve çocukların beslenmesi için ayrılan bütçeler artırılarak kapsamlı bir refah devletinin ana hatları çizilmişti. Savaşın ardından askerî harcamalardaki düşüş, refah harcamalarındaki artışla dengelendi. 1948’de kurulan Ulusal Sağlık Hizmetleri, genel vergilendirme finansmanı sayesinde ücretsiz sağlık hizmetinin yanında işçi ve aile yardımlarının genişletilmesini sağladı. Savaştan dönen gazilerin 1920 ve 30’ların zorluklarını yaşamak istememeleri, 1945’te parlamentoda ezici bir çoğunlukla iktidara gelen İşçi Partisi’nin sosyal hizmetleri genişletilmesini mümkün kıldı.

(…) 1950’de Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya farklı düzeylerde cömertlik sergileyerek modern refah devlerinin temellerini attı: Emekli maaşları, hastalık ve işsizlik yardımları, aile ödenekleri oluşturuldu. Bunları karşılamak için zenginlerden alınan vergiler artırıldı hatta en yüksek gelirlere bugün hayal bile edilemeyecek düzeylerde marjinal vergi oranları getirildi. 1943 yılında Kanada en yüksek gelir vergisi oranını yüzde 95’e çıkardı. 1944’te ABD en zengin vatandaşlarına yüzde 94 oranında vergi koydu. Sermaye vergisi de artırıldı. Veraset vergileri 20 en gelişmiş ekonomide ortalama yüzde 40’ın üzerine ulaştı. Savaş sonrasında bazı ülkeler malikaneler üzerine tek seferlik vergi getirdi ki Fransa’da savaştan en fazla çıkar sağlayanlar için bu oran yüzde 100’e ulaştı.”

“Demokratik” ya da “yönetilen” kapitalizm

Yazar, İkinci Dünya Savaşı’nın siyasi taleplerin öncelik kazandığı yeni bir ekonomik sistem oluşturmak için ciddi bir itici güç olduğunu belirtirken kapitalist dünyada sermayeyi dize getirme baskısının 20’nci yüzyılın ilk yarısında hararetlendiğini vurguluyor:
“İşyerlerinde sendikalar, siyasi arenada da sosyalist ya da sosyal demokrat partilerle işçi hareketi güçleniyor, sosyal ve ekonomik reformlar talep ediyordu. Batı Avrupa’nın büyük bölümünde oy verme hakkının sadece mülk sahibi sınıflara ait olmaması ve devlet kurumlarına yerleştikten sonra ilerlemenin meyvelerinin daha yaygın şekilde paylaşıldığı, daha eşitlikçi bir ekonomik sistem yönünde baskı yapıyorlardı. Büyük Bunalım ve savaş bu talepleri yoğunlaştırdı ve savaş sonrası dönem, gelir ve servetin daha eşit dağıtıldığı bir ‘yönetilen’ ya da ‘demokratik’ kapitalizm formu oluşturdu.

Demokratik kapitalizm, erken dönem endüstriyel kapitalizmin vahşi eşitsizlikleri ile siyasi istikrarı sağlamak için toplumsal rıza ihtiyacı arasındaki dengeyi yeniden tesis etti. Üç ayaklı bu yapıda, zenginler ve yoksullar arasındaki gelir uçurumlarını daraltırken ekonomik istikrar sağlayan refah devleti, işverenler ve işgücü arasındaki korporatist diyalog ve oldukça düzenlenmiş sermaye piyasaları vardı. (…) Oy verme gücünü ekonomik statüden bağımsız olarak sunan demokrasi, tanımı gereği daha fazla eşitlik için bir güç, varlıklı elitlerin sahip olduğu avantajlar için de bir tehdittir. (…) Avrupa’da 19’uncu yüzyılın sonlarına doğru kurulan işçi partileri, devleti ele geçirerek oluşturmayı umdukları sosyalist dönüşümün bir önkoşulu olarak evrensel oy hakkı talep ettiler. 20’nci yüzyılda kapitalist dünyada demokrasinin yerleşmesiyle birlikte kamu sektöründe görülen dikkat çekici büyüme, oy hakkının yaygınlaşmasıyla birlikte vergilendirme, harcama ve ekonomik faaliyetlerin düzenlenmesi yoluyla gelir dağılımının yeniden şekillendirilmesinde hükümetin rolünün daha da arttığını doğruluyor. (…)”

Hükümetin ekonomik büyümenin meyvelerini dağıtmadaki rolünün artması, eşitsizliğin ve yoksulluğun daha önce görülmemiş seviyelere inmesi anlamına geliyordu. (…) Refah devletleri, zenginleri vergilendirerek, yoksul ve orta gelir gruplarına para aktararak maddi zorlukları ciddi ölçüde azalttı ve ekonomik kazançların en dezavantajlılara ulaşmasını sağladı. Hükümet ayrıca kamu yönetiminde ve polis, sağlık ve eğitim hizmetlerinde iyi çalışma şartlarına ve emeklilik haklarına sahip iyi maaşlı işler sunarak önemli bir işveren haline geldi. Bütün bu tedbirler yaşam standartlarındaki yükselmenin tüm gelir gruplarına yayıldığı anlamına geliyordu. (…)

Sendikaların demokratik kapitalizmdeki hayati rolü

Sendikalar da demokratik kapitalizmde hayati bir rol oynadı. Bu özellikle, aslen otoriterlik ve faşizmle ilişkilendirilen savaş öncesi korporatizm geleneğinin emek barışını sağlamak için yeniden yapılandırıldığı kıta Avrupası için geçerliydi. İsveç’te maaş oranları ulusal düzeyde kolektif pazarlıkla belirleniyordu. Bu pazarlıkta sendikalar, işverenler ve hükümet istihdam, yatırım ve tazminatları optimize etmeye yönelik müzakereler yürütülüyordu. (…) İskandinavya’da sendika üyeliği 1970’lerde zirveye çıkarak işgücünün yüzde 80’ine ulaştı. Diğer ülkelerde oran daha düşük olsa da Almanya ve Fransa da dahil pek çok ülkede işveren-işçi diyaloğunu ve işbirliğini kolaylaştıracak seçilmiş üyelerden oluşan iş konseyleri için yasalar çıkarıldı. Korporatist pazarlık, özellikle de Birleşik Krallık ve İtalya gibi sendika hareketlerinin bölünmüş olduğu ülkelerde maaşları eşitlemede ve yükselen yaşam standartlarının yaygınlaşmasında başarılı oldu. (…)

Savaş sonrası demokratik kapitalizmin son ayağında sınırlar arası sermaye hareketliliğini kısıtlayan bir dizi kurum vardı: Breeton Woods sistemi. ABD dolarına bağlı sabit döviz kurları ticaret koşullarını istikrarlı hale getirirken zayıf para birimlerini de spekülasyondan koruyordu. Sermaye kontrolleri yatırımcıları ülke içi fırsatlara odaklanmaya zorluyor, ekonomik gerilemelerde talebi canlandırması için hükümetleri serbest bırakıyor ve büyümeyi maksimize etmek amacıyla enflasyonun yükselmesine izin veriyordu. (…)

Sanayinin doğrudan devletin mülkiyetinde olması demokratik kapitalizmin marjinal bir özelliğiydi. Birleşik Krallık, Fransa ve İtalya gibi bazı ülkeler kömür ve çelik gibi stratejik önemi olan sektörlerin yanı sıra enerji ve ulaştırma gibi ağ örgütlenmesine sahip endüstrilerin devletleştirilmesine yönelik kapsamlı programları uygulamaya koydu. (…)”

Kazanç paylaşımından kayıp dağıtımına…

Hopkin, demokratik kapitalizmin piyasa ekonomisinin devlet tarafından ele geçirilmesi anlamına gelmediğini, buna karşın sermaye ile emek arasındaki işbirliği odaklı ilişkilerin ortak faydalar ürettiği bir sınıf uzlaşmasına dayandığını söylüyor. Ancak 1970’lerin başına gelindiğinde bu uzlaşma bozulmaya başlıyor:

“1970’lerde yüksek enflasyon, yavaşlayan büyüme ve sanayide ücretlerle ilgili anlaşmazlıklar, sosyal ve siyasi çalkantıların habercileriydi. Bu deneyim liberal piyasa ideolojisinin canlanmasına yol açtı. ABD’nin 1971’de Breeton Woods sisteminden çekilmesi, 1973-1979 yılları arasında Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) kartelinin petrol fiyatlarını artırması, korporatist pazarlığın doğasını çarpıcı biçimde değiştirerek kazançları paylaşmaktan çok kayıpları dağıtan bir mekanizma haline getirdi. Bazı ülkelerde, özellikle de Almanya’da sendikalar maaş kısıtlamalarını kabul ederek kârları ve yatırımları korumak için işçilerin gelirlerini feda ettiler. Birleşik Krallık ve İtalya gibi diğer ülkelerde ise sendikalar böyle bir anlaşma yapmadı. Bunun üzerine enflasyon yükseldi, kârlar azaldı, işsizlik arttı, büyüme düştü, borçlanmak zorunda kalan hükümetler finansal kısıtlamalarla karşı karşıya kalarak ciddi bütçe açıkları vermeye başladı. (…)

Bazı ekonomistler kamu sektöründeki büyümenin tembellik ve yolsuzluğu teşvik ettiğini ileri sürerek hükümete etkisiz ve müsrif damgalarını vurdular. Demokratik kapitalizmin amaçlarına sempatik yaklaşan ekonomistlerde bile şüpheler oluşmaya başlıyordu. (…)”

Radikalleşen sol

Kapitalizmle demokrasinin artık bağdaşmadığını düşünen sol unsurların da savaş sonrası uzlaşmayı dize getirmeye giriştiğini belirten Hopkin, bu durumu şöyle açıklıyor:

“İşçi hareketinin bir bölümü petrol krizine radikalleşerek karşılık verdi, maaş zamlarını güvenceye almak ve sanayinin yönetimi ve sermaye tahsisi üzerinde daha fazla kontrol talep etmenin ötesine geçtiler. (…) Bazı ülkelerde radikal solun bir kısmı teröre başvurdu. Almanya’daki Baader-Meinhof grubu ve İtalya’daki Kızıl Tugaylar politikacılara, bankacılara ve sanayicilere devrim adına suikastlar düzenledi. Hatta Kızıl Tugaylar eski bir başbakanı önce bir aydan fazla rehin tuttu ardından da öldürerek cesedini partisinin Roma’daki genel merkezi yakınlarındaki bir sokağa attı. Kapitalizmi ortadan kaldırma çağrıları ve işçi talepleri ile şirket kârlarını uzlaştırmaya yönelik sosyal demokrat proje arasındaki gerilim giderek arttı. (…)

Kapitalizmin mantığı ile demokrasinin gerekleri arasındaki bu açmaz, elit çevrelerde de telaşa neden oldu. Amerikalı bankacı David Rockefeller tarafından 1973’te kurulan uluslararası tartışma grubu Üçlü Komisyon (The Trilateral Comission), Demokrasi Krizi (The Crisis of Democracy) adlı bir rapor yayımladı. Raporda, halkın yüksek düzeydeki seferberliği demokrasinin ‘aşırılığı’ olarak tarif ediliyordu. Ancak bu entelektüel eleştirinin yanında, sermaye piyasalarının demokratik hükümetler üzerindeki artan baskısı, politikacıları yüksek yaşam standartlarına ve devlet harcamalarına yönelik kitlesel talepleri frenlemek için yollar bulmaya zorluyordu. Bu süreçte, nakit tasarruflarından emeklilik fonlarına ve evlere, kendi sermaye varlıklarına sahip olacak kadar zenginleşen nüfusun artmasından destek buldular. Savaş sonrası dönemde finansal düzenlemelerin sınırlayıcı doğası, varlıklıların yanı sıra kendi hesaplarına borçlanma ve yatırım yapma özgürlüğünden faydalanan yeni orta sınıflar için de kısıtlamalar getirdi. İşverenler düzenlemelerin daha az olduğu bir kapitalizmin cazibesine kapılmaya başlarken, yeni orta sınıf daha piyasa yönelimli bir sisteme oylarıyla destek verdi. Demokratik kapitalizmin başı dertteydi ve işçi hareketi ve sınıfından gelen destek, pragmatistler ve radikaller arasındaki ayrışma nedeniyle giderek zayıflıyordu. (…)

Neoliberal devrim, politikayı değiştirmenin yanı sıra demokratik kapitalizmin kurumsal önkoşullarını ciddi biçimde zayıflatmada da başarılı oldu. Hükümetler önemli siyasi kararları (bazısı ulus-üstü) seçilmiş olmayan organlara devretmeye başladı. Bunlar olurken, sendika karşıtı yasalar ile offshore ve artan küresel rekabetin sonucu olarak azalan pazarlık gücü, işçi haklarına ağır bir darbe vurdu. (…)”

Entelektüel destek, siyasi örgütlenme ve pandemi

Hopkin, savaş sonrası dönemin tarihinin ilerici değişim için -en az ikisi bir şekilde mevcut olan- üç temel itici gücün varlığını ortaya koyuyor:

“Bunlardan ilki, entelektüel destek. 1930’lardaki Keynesyen devrim, hükümetin ekonomiye müdahalesini meşrulaştırmada ve kapitalist ekonomiyi istikrara kavuşturmak için incelikli araçların geliştirilmesinde kilit rol oynadı. Bugün de Thomas Piketty, Joseph Stiglitz ve Larry Summers gibi itibarlı ekonomistler emek-sermaye dengesini yeniden kurmaya ve büyümeyi engellemekten ziyade ona ulaşmayı sağlayacak türden reformlar için bastırıyor.

İkincisi, siyasal örgütlenme. ABD’de Donald Trump, Birleşik Krallık’ta Brexit ve kıta Avrupası’ndaki yabancı düşmanı partiler şeklinde kendini gösteren sağ kanat popülizmin yükselişi, yine bu ülkelerdeki ilerici güçlerin olağanüstü seferberliğini gölgede bıraktı. (…) İspanya’daki Podemos gibi yeni-sol partiler, Avrupa’daki milyonlarca seçmeni Haziran 2020’de İspanya’da yürürlüğe konan vatandaşlık geliri gibi radikal reformlar etrafında harekete geçirdi. Halkın yeniden politikaya katılımı, demokrasi ve kapitalizmi tehdit etmek şöyle dursun, onları kurtarmanın en etkili yolu olduğunu kanıtlayabilir.

Üçüncü faktör iyimserliğe pek de yer bırakmıyor. Savaş ve yıkıcı etkilerinin, demokratik kapitalizmin 20’nci yüzyıldaki zaferinde önemli olduğu görülüyor. Savaşın hayaleti ve komünist nükleer güçler, ülkelerindeki devrimci güçlerden korkan demokratik politika yapıcıların zihinlerini bu yönde odaklamasına hizmet etti. Hatta tarihçi Walter Scheidel, eşitsizliğin derin olduğu toplumların ancak ‘mahşerin dört atlısı’ olarak adlandırdığı savaş, devrim, devletin çöküşü ve pandemiler ile dönüştürülebileceğini iddia etti.

COVID-19 pandemisi halihazırda tüm dünyayı altüst etmiş olsa da etkisi, önceki pandemilerin temel siyasi ve ekonomik değişimleri tetikleyebilecek yıkıcı etkilerinin çok gerisinde kaldı. Öte yandan pandemi sırasında ekonomi yönetiminde hükümetin rolünün artmasına dair yaygın kabul, demokratik kapitalizme olan iştahın devam ettiğini gösteriyor.”

Bu yazı ilk kez 8 Ekim 2020’de yayımlanmıştır.

 

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

30 muhteşem yıl: Refah devletinin altın yıllarına geri dönmek mümkün mü?

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde demokratik kapitalizmin yükselişi ve düşüşü, modern tarihin en önemli gelişmelerinden biri olarak görülüyor. Ancak üzerinden henüz yüz yıl bile geçmemesine rağmen ekonomik büyümenin bu altın çağının hikâyesi neredeyse unutuldu.

Peki, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ekonomilerinin olağanüstü bir büyüme dönemine girmesi; GYSİH’lerin 1950-1973 arasında ikiye katlanması; refahın zenginler kadar yoksulların da yaşam standartlarında istikrarlı bir yükseliş sağlaması ve yaygın orta sınıfın oluşmasıyla birlikte geniş kapsamlı paylaşılması şeklinde kendini gösteren bu dönem, COVID-19’un altüst ettiği dünyanın yeniden toparlanması için bir yol haritası olabilir mi? London School of Economics and Political Science öğretim üyelerinden, Anti-System Politics: The Crisis of Market Liberalism in Rich Democracies (Sistem Karşıtı Politika: Zengin Demokrasilerde Piyasa Liberalizminin Krizi) kitabının yazarı Jonathan Hopkin’e göre, yaşadığımız günlerde Fransızların les trente glorieuses (30 şanlı yıl), İtalyanların il miracolo economico (ekonomik mucize) olarak tarif ettiği bu dönemi hatırlamanın tam zamanı. Hopkin, Aeon web sitesinde yayımlanan yazısında “altın çağ”ın hikâyesini anlatırken günümüze de ışık tutuyor.

Yazara göre, o dönemde Batı ülkelerinde hem eşitliğin hem ekonomik verimliliğin artmasının nedeni, demokrasi ile kapitalizm arasındaki garip ilişkide yatıyor: “Birincisi eşit siyasi haklar üzerine kuruludur. İkincisi ise yetenek, şans ya da miras edinilen avantajlar temelinde vatandaşlar arasındaki farkları vurgular. Demokrasi, kapitalizmin doğasında olan eşitsizlik üretme eğilimini frenleme potansiyeline sahiptir. Bu eşitsizlik, demokratik kurumların ekonominin çoğunluk için işlemesini sağlama yeteneğini zayıflatabilir.”

Peki, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu ikili nasıl bir arada işlemişti? Hopkin, topyekûn savaşın ülkelerin ekonominin itici gücü olan özel yatırım modellerine izin veremeyeceği anlamına geldiğini söylüyor: “Bunu yerine hükümetler, servetlerini vergilendirerek hatta kamulaştırarak zenginler üzerine daha büyük bir yük bindirdi ve yoksullar üzerindeki baskıyı azaltarak kapitalizmi askeri zafer amacına hizmet edecek şekilde yeniden tanımladılar. Savaşın ardından, kamuoyu baskısı ve uluslararası tehditler kaynakların daha eşitlikçi dağılımını sağladı. Bu değişiklikler kapitalizmi ‘demokratikleştirdi’. Piyasa ekonomisi düzenlemelere tabi tutuldu ve yatırımcı sınıfın dar kapsamlı gerekliliklerinden ziyade toplumun geniş ölçekli ihtiyaçlarını karşılamak için hafifletildi.

Bu sayede sadece gelir uçurumları giderilmekle kalmadı aynı zamanda servet de daha yaygın bir hale geldi. Birleşik Krallık’ta ev sahibi olanların sayısı 1939’da nüfusun üçte birini oluştururken, 1971’de nüfusun yarısından fazlası ev sahibiydi. ABD’de aynı tarihlerde ev sahiplerinin sayısı nüfusun yarısından azken üçte ikiden fazlasına yükseldi. Özel arabalar, televizyonlar ve düzenli tatiller gibi lüksler yaygın bir şekilde erişilebilir hale geldi. Bütün bunlar, hükümetin üretim sistemini şekillendirmede, sermayenin ve gelirin yeniden dağıtılmasında önemli bir rol oynaması sayesinde gerçekleşti.

İki dünya savaşı ve bunların arasında yaşanan Büyük Bunalım dönemi, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’nın en gelişmiş ekonomilerindeki sosyal güç ilişkilerini temelden değiştirdi. Savaşın gereklilikleri ekonomi üzerinde siyasi kontrolü gerektiriyordu. (…) Hükümetler işgücü arzının büyük kısmını zorunlu askerlik hizmetine tahsis etti. Bazı durumlarda kitlesel tüketim kaynaklarını savaşa kaynak sağlamak için belli oranlara tabi tutarak gıda ve ısınma gibi temel ihtiyaçlarla sınırlandırdılar. Harcamaların büyük bölümü devlet tarafından yapılıyordu. Bunu karşılamak için de vergiler ve borçlanma artırıldı.

Kamu harcamaları büyük ölçüde savaşa yönelikti ancak sosyal yardımlar da yaygınlaştırılmıştı. Örneğin Britanya’da, savaşın en yoğun olduğu dönemde hazırlanan 1942 tarihli Beviridge Raporu’nda ‘İstek, Hastalık, Cahillik, Sefalet ve Tembellik’ yasaklanıp emekli maaşları, işsizlik yardımı ve çocukların beslenmesi için ayrılan bütçeler artırılarak kapsamlı bir refah devletinin ana hatları çizilmişti. Savaşın ardından askerî harcamalardaki düşüş, refah harcamalarındaki artışla dengelendi. 1948’de kurulan Ulusal Sağlık Hizmetleri, genel vergilendirme finansmanı sayesinde ücretsiz sağlık hizmetinin yanında işçi ve aile yardımlarının genişletilmesini sağladı. Savaştan dönen gazilerin 1920 ve 30’ların zorluklarını yaşamak istememeleri, 1945’te parlamentoda ezici bir çoğunlukla iktidara gelen İşçi Partisi’nin sosyal hizmetleri genişletilmesini mümkün kıldı.

(…) 1950’de Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya farklı düzeylerde cömertlik sergileyerek modern refah devlerinin temellerini attı: Emekli maaşları, hastalık ve işsizlik yardımları, aile ödenekleri oluşturuldu. Bunları karşılamak için zenginlerden alınan vergiler artırıldı hatta en yüksek gelirlere bugün hayal bile edilemeyecek düzeylerde marjinal vergi oranları getirildi. 1943 yılında Kanada en yüksek gelir vergisi oranını yüzde 95’e çıkardı. 1944’te ABD en zengin vatandaşlarına yüzde 94 oranında vergi koydu. Sermaye vergisi de artırıldı. Veraset vergileri 20 en gelişmiş ekonomide ortalama yüzde 40’ın üzerine ulaştı. Savaş sonrasında bazı ülkeler malikaneler üzerine tek seferlik vergi getirdi ki Fransa’da savaştan en fazla çıkar sağlayanlar için bu oran yüzde 100’e ulaştı.”

“Demokratik” ya da “yönetilen” kapitalizm

Yazar, İkinci Dünya Savaşı’nın siyasi taleplerin öncelik kazandığı yeni bir ekonomik sistem oluşturmak için ciddi bir itici güç olduğunu belirtirken kapitalist dünyada sermayeyi dize getirme baskısının 20’nci yüzyılın ilk yarısında hararetlendiğini vurguluyor:
“İşyerlerinde sendikalar, siyasi arenada da sosyalist ya da sosyal demokrat partilerle işçi hareketi güçleniyor, sosyal ve ekonomik reformlar talep ediyordu. Batı Avrupa’nın büyük bölümünde oy verme hakkının sadece mülk sahibi sınıflara ait olmaması ve devlet kurumlarına yerleştikten sonra ilerlemenin meyvelerinin daha yaygın şekilde paylaşıldığı, daha eşitlikçi bir ekonomik sistem yönünde baskı yapıyorlardı. Büyük Bunalım ve savaş bu talepleri yoğunlaştırdı ve savaş sonrası dönem, gelir ve servetin daha eşit dağıtıldığı bir ‘yönetilen’ ya da ‘demokratik’ kapitalizm formu oluşturdu.

Demokratik kapitalizm, erken dönem endüstriyel kapitalizmin vahşi eşitsizlikleri ile siyasi istikrarı sağlamak için toplumsal rıza ihtiyacı arasındaki dengeyi yeniden tesis etti. Üç ayaklı bu yapıda, zenginler ve yoksullar arasındaki gelir uçurumlarını daraltırken ekonomik istikrar sağlayan refah devleti, işverenler ve işgücü arasındaki korporatist diyalog ve oldukça düzenlenmiş sermaye piyasaları vardı. (…) Oy verme gücünü ekonomik statüden bağımsız olarak sunan demokrasi, tanımı gereği daha fazla eşitlik için bir güç, varlıklı elitlerin sahip olduğu avantajlar için de bir tehdittir. (…) Avrupa’da 19’uncu yüzyılın sonlarına doğru kurulan işçi partileri, devleti ele geçirerek oluşturmayı umdukları sosyalist dönüşümün bir önkoşulu olarak evrensel oy hakkı talep ettiler. 20’nci yüzyılda kapitalist dünyada demokrasinin yerleşmesiyle birlikte kamu sektöründe görülen dikkat çekici büyüme, oy hakkının yaygınlaşmasıyla birlikte vergilendirme, harcama ve ekonomik faaliyetlerin düzenlenmesi yoluyla gelir dağılımının yeniden şekillendirilmesinde hükümetin rolünün daha da arttığını doğruluyor. (…)”

Hükümetin ekonomik büyümenin meyvelerini dağıtmadaki rolünün artması, eşitsizliğin ve yoksulluğun daha önce görülmemiş seviyelere inmesi anlamına geliyordu. (…) Refah devletleri, zenginleri vergilendirerek, yoksul ve orta gelir gruplarına para aktararak maddi zorlukları ciddi ölçüde azalttı ve ekonomik kazançların en dezavantajlılara ulaşmasını sağladı. Hükümet ayrıca kamu yönetiminde ve polis, sağlık ve eğitim hizmetlerinde iyi çalışma şartlarına ve emeklilik haklarına sahip iyi maaşlı işler sunarak önemli bir işveren haline geldi. Bütün bu tedbirler yaşam standartlarındaki yükselmenin tüm gelir gruplarına yayıldığı anlamına geliyordu. (…)

Sendikaların demokratik kapitalizmdeki hayati rolü

Sendikalar da demokratik kapitalizmde hayati bir rol oynadı. Bu özellikle, aslen otoriterlik ve faşizmle ilişkilendirilen savaş öncesi korporatizm geleneğinin emek barışını sağlamak için yeniden yapılandırıldığı kıta Avrupası için geçerliydi. İsveç’te maaş oranları ulusal düzeyde kolektif pazarlıkla belirleniyordu. Bu pazarlıkta sendikalar, işverenler ve hükümet istihdam, yatırım ve tazminatları optimize etmeye yönelik müzakereler yürütülüyordu. (…) İskandinavya’da sendika üyeliği 1970’lerde zirveye çıkarak işgücünün yüzde 80’ine ulaştı. Diğer ülkelerde oran daha düşük olsa da Almanya ve Fransa da dahil pek çok ülkede işveren-işçi diyaloğunu ve işbirliğini kolaylaştıracak seçilmiş üyelerden oluşan iş konseyleri için yasalar çıkarıldı. Korporatist pazarlık, özellikle de Birleşik Krallık ve İtalya gibi sendika hareketlerinin bölünmüş olduğu ülkelerde maaşları eşitlemede ve yükselen yaşam standartlarının yaygınlaşmasında başarılı oldu. (…)

Savaş sonrası demokratik kapitalizmin son ayağında sınırlar arası sermaye hareketliliğini kısıtlayan bir dizi kurum vardı: Breeton Woods sistemi. ABD dolarına bağlı sabit döviz kurları ticaret koşullarını istikrarlı hale getirirken zayıf para birimlerini de spekülasyondan koruyordu. Sermaye kontrolleri yatırımcıları ülke içi fırsatlara odaklanmaya zorluyor, ekonomik gerilemelerde talebi canlandırması için hükümetleri serbest bırakıyor ve büyümeyi maksimize etmek amacıyla enflasyonun yükselmesine izin veriyordu. (…)

Sanayinin doğrudan devletin mülkiyetinde olması demokratik kapitalizmin marjinal bir özelliğiydi. Birleşik Krallık, Fransa ve İtalya gibi bazı ülkeler kömür ve çelik gibi stratejik önemi olan sektörlerin yanı sıra enerji ve ulaştırma gibi ağ örgütlenmesine sahip endüstrilerin devletleştirilmesine yönelik kapsamlı programları uygulamaya koydu. (…)”

Kazanç paylaşımından kayıp dağıtımına…

Hopkin, demokratik kapitalizmin piyasa ekonomisinin devlet tarafından ele geçirilmesi anlamına gelmediğini, buna karşın sermaye ile emek arasındaki işbirliği odaklı ilişkilerin ortak faydalar ürettiği bir sınıf uzlaşmasına dayandığını söylüyor. Ancak 1970’lerin başına gelindiğinde bu uzlaşma bozulmaya başlıyor:

“1970’lerde yüksek enflasyon, yavaşlayan büyüme ve sanayide ücretlerle ilgili anlaşmazlıklar, sosyal ve siyasi çalkantıların habercileriydi. Bu deneyim liberal piyasa ideolojisinin canlanmasına yol açtı. ABD’nin 1971’de Breeton Woods sisteminden çekilmesi, 1973-1979 yılları arasında Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) kartelinin petrol fiyatlarını artırması, korporatist pazarlığın doğasını çarpıcı biçimde değiştirerek kazançları paylaşmaktan çok kayıpları dağıtan bir mekanizma haline getirdi. Bazı ülkelerde, özellikle de Almanya’da sendikalar maaş kısıtlamalarını kabul ederek kârları ve yatırımları korumak için işçilerin gelirlerini feda ettiler. Birleşik Krallık ve İtalya gibi diğer ülkelerde ise sendikalar böyle bir anlaşma yapmadı. Bunun üzerine enflasyon yükseldi, kârlar azaldı, işsizlik arttı, büyüme düştü, borçlanmak zorunda kalan hükümetler finansal kısıtlamalarla karşı karşıya kalarak ciddi bütçe açıkları vermeye başladı. (…)

Bazı ekonomistler kamu sektöründeki büyümenin tembellik ve yolsuzluğu teşvik ettiğini ileri sürerek hükümete etkisiz ve müsrif damgalarını vurdular. Demokratik kapitalizmin amaçlarına sempatik yaklaşan ekonomistlerde bile şüpheler oluşmaya başlıyordu. (…)”

Radikalleşen sol

Kapitalizmle demokrasinin artık bağdaşmadığını düşünen sol unsurların da savaş sonrası uzlaşmayı dize getirmeye giriştiğini belirten Hopkin, bu durumu şöyle açıklıyor:

“İşçi hareketinin bir bölümü petrol krizine radikalleşerek karşılık verdi, maaş zamlarını güvenceye almak ve sanayinin yönetimi ve sermaye tahsisi üzerinde daha fazla kontrol talep etmenin ötesine geçtiler. (…) Bazı ülkelerde radikal solun bir kısmı teröre başvurdu. Almanya’daki Baader-Meinhof grubu ve İtalya’daki Kızıl Tugaylar politikacılara, bankacılara ve sanayicilere devrim adına suikastlar düzenledi. Hatta Kızıl Tugaylar eski bir başbakanı önce bir aydan fazla rehin tuttu ardından da öldürerek cesedini partisinin Roma’daki genel merkezi yakınlarındaki bir sokağa attı. Kapitalizmi ortadan kaldırma çağrıları ve işçi talepleri ile şirket kârlarını uzlaştırmaya yönelik sosyal demokrat proje arasındaki gerilim giderek arttı. (…)

Kapitalizmin mantığı ile demokrasinin gerekleri arasındaki bu açmaz, elit çevrelerde de telaşa neden oldu. Amerikalı bankacı David Rockefeller tarafından 1973’te kurulan uluslararası tartışma grubu Üçlü Komisyon (The Trilateral Comission), Demokrasi Krizi (The Crisis of Democracy) adlı bir rapor yayımladı. Raporda, halkın yüksek düzeydeki seferberliği demokrasinin ‘aşırılığı’ olarak tarif ediliyordu. Ancak bu entelektüel eleştirinin yanında, sermaye piyasalarının demokratik hükümetler üzerindeki artan baskısı, politikacıları yüksek yaşam standartlarına ve devlet harcamalarına yönelik kitlesel talepleri frenlemek için yollar bulmaya zorluyordu. Bu süreçte, nakit tasarruflarından emeklilik fonlarına ve evlere, kendi sermaye varlıklarına sahip olacak kadar zenginleşen nüfusun artmasından destek buldular. Savaş sonrası dönemde finansal düzenlemelerin sınırlayıcı doğası, varlıklıların yanı sıra kendi hesaplarına borçlanma ve yatırım yapma özgürlüğünden faydalanan yeni orta sınıflar için de kısıtlamalar getirdi. İşverenler düzenlemelerin daha az olduğu bir kapitalizmin cazibesine kapılmaya başlarken, yeni orta sınıf daha piyasa yönelimli bir sisteme oylarıyla destek verdi. Demokratik kapitalizmin başı dertteydi ve işçi hareketi ve sınıfından gelen destek, pragmatistler ve radikaller arasındaki ayrışma nedeniyle giderek zayıflıyordu. (…)

Neoliberal devrim, politikayı değiştirmenin yanı sıra demokratik kapitalizmin kurumsal önkoşullarını ciddi biçimde zayıflatmada da başarılı oldu. Hükümetler önemli siyasi kararları (bazısı ulus-üstü) seçilmiş olmayan organlara devretmeye başladı. Bunlar olurken, sendika karşıtı yasalar ile offshore ve artan küresel rekabetin sonucu olarak azalan pazarlık gücü, işçi haklarına ağır bir darbe vurdu. (…)”

Entelektüel destek, siyasi örgütlenme ve pandemi

Hopkin, savaş sonrası dönemin tarihinin ilerici değişim için -en az ikisi bir şekilde mevcut olan- üç temel itici gücün varlığını ortaya koyuyor:

“Bunlardan ilki, entelektüel destek. 1930’lardaki Keynesyen devrim, hükümetin ekonomiye müdahalesini meşrulaştırmada ve kapitalist ekonomiyi istikrara kavuşturmak için incelikli araçların geliştirilmesinde kilit rol oynadı. Bugün de Thomas Piketty, Joseph Stiglitz ve Larry Summers gibi itibarlı ekonomistler emek-sermaye dengesini yeniden kurmaya ve büyümeyi engellemekten ziyade ona ulaşmayı sağlayacak türden reformlar için bastırıyor.

İkincisi, siyasal örgütlenme. ABD’de Donald Trump, Birleşik Krallık’ta Brexit ve kıta Avrupası’ndaki yabancı düşmanı partiler şeklinde kendini gösteren sağ kanat popülizmin yükselişi, yine bu ülkelerdeki ilerici güçlerin olağanüstü seferberliğini gölgede bıraktı. (…) İspanya’daki Podemos gibi yeni-sol partiler, Avrupa’daki milyonlarca seçmeni Haziran 2020’de İspanya’da yürürlüğe konan vatandaşlık geliri gibi radikal reformlar etrafında harekete geçirdi. Halkın yeniden politikaya katılımı, demokrasi ve kapitalizmi tehdit etmek şöyle dursun, onları kurtarmanın en etkili yolu olduğunu kanıtlayabilir.

Üçüncü faktör iyimserliğe pek de yer bırakmıyor. Savaş ve yıkıcı etkilerinin, demokratik kapitalizmin 20’nci yüzyıldaki zaferinde önemli olduğu görülüyor. Savaşın hayaleti ve komünist nükleer güçler, ülkelerindeki devrimci güçlerden korkan demokratik politika yapıcıların zihinlerini bu yönde odaklamasına hizmet etti. Hatta tarihçi Walter Scheidel, eşitsizliğin derin olduğu toplumların ancak ‘mahşerin dört atlısı’ olarak adlandırdığı savaş, devrim, devletin çöküşü ve pandemiler ile dönüştürülebileceğini iddia etti.

COVID-19 pandemisi halihazırda tüm dünyayı altüst etmiş olsa da etkisi, önceki pandemilerin temel siyasi ve ekonomik değişimleri tetikleyebilecek yıkıcı etkilerinin çok gerisinde kaldı. Öte yandan pandemi sırasında ekonomi yönetiminde hükümetin rolünün artmasına dair yaygın kabul, demokratik kapitalizme olan iştahın devam ettiğini gösteriyor.”

Bu yazı ilk kez 8 Ekim 2020’de yayımlanmıştır.

 

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x