Kapitalizm öldü mü? Yoksa kılık mı değiştirdi? Bu, son dönemde uluslararası entelektüel camianın en hararetli tartışma konularından biri. Çok farklı disiplinlerden uzmanların ele aldığı konuya Rutgers Üniversitesi’nde Emeritus Tarih Profesörü ve Money, Class, and Corporate Capitalism, 1890-1913 kitabının yazarı James Livingston da katıldı. Livingston’un, Project Syndicate’de yayınlanan makalesi, söz konusu entelektüel tartışmanın ana hatlarını gözler önüne seriyor. Yazısından öne çıkan bazı bölümleri aktarıyoruz:
“Bugünlerde sona ermeyen ne var? Yok olmanın eşiğinde olmayan ne var? İstisnalar listesi kısa ve biz insanlar bu listede yer almıyoruz.
Arılar, kelebekler, kıyı şeritleri, çocukluk, nezaket, mercan resifleri, demokrasi, filler, gerçekler, aileler, kurbağalar, toplumsal cinsiyet, buzullar, Tanrı, beşerî bilimler, aşk, ahlak, orta sınıflar, mini barlar, ulusal sınırlar, nesnellik, parti sistemleri, ataerkillik, din, bilim, beyazlık, iş ve çok daha fazlası… Aktivistlere, gazetecilere ve her siyasi görüşten yazarlara göre bunların hepsi tehlike altında.
Şimdi Quinn Slobodian, Clara E. Mattei, McKenzie Wark ve Yanis Varoufakis’e inanacak olursak, kapitalizmin de son kullanma tarihi geçmiş durumda. Bir zamanlar, söylendiği gibi, dünyanın sonunu hayal etmek kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolaydı. Artık öyle değil.
Karl Marx, bir dış şokun herhangi bir organizma üzerindeki etkisinin, şokun doğasına olduğu kadar organizmanın durumuna da bağlı olduğunu söylemeyi severdi. Bu yazarlar, 2008-09 ekonomik krizinin ve 2020-21 pandemisinin, zaten sendelemekte olan bir piyasa toplumuna vurulan darbeler olduğu konusunda hemfikir. Onlara göre, monetarizm, neoliberalizm, popülizm ve/veya serbest piyasa radikalizminin entelektüel çöküşünü sağladı, ideolojik ayrışmayı körükledi ve kapitalizmin meşrulaştırılmasını daha da zorlaştırdı.
Bakir toprakların peşinde
Antropolog ve tarihçi Quinn Slobodian, Crack-Up Capitalism kitabında, Hong Kong, Singapur ve Dubai gibi örneklerden çıkarak kapitalizmin kendine güvenli takımadalar yarattığına dikkat çekiyor. Bunlar, Milton Friedman’ın 1970’lerdeki orijinal tasarımına göre, serbest dolaşan kapitalistler için mera işlevi gören minyatür ulus-devletler olan, esas olarak siyasallıktan arındırılmış, vergisiz “bölgeler” olan fantezi adalarıdır. Adalardaki “kabile”, “teknoloji kardeşleri” olarak bilinen hayali topluluktur.
(…) Kabilenin her biri kendi başına birer “hükümdar” olan üyeleri, bazılarının raf ömrü sadece birkaç ay olan çeşitli tanrılara tapar. Hong Kong’dan Dubai’ye, Honduras’tan Somali’ye, Madagaskar’dan Güney Afrika’ya kadar kabile üyeleri, düzenlenmemiş ve vergilendirilmemiş olduğu için kapitalizmin gelişebileceğini düşündükleri yerler ararlar. Bu arayışın başarılı olabilmesi hükümetlerden etkilenmemesine bağlıdır.
Başka bir deyişle, bu tür yerler demokrasiden arınmış olmalıdır. Yönetim ya da kamu politikası gerektirdikleri ölçüde, bu ülkede yaşayanlara vatandaş değil hissedar muamelesi yapılmalıdır. Bu yerlerin gerçek “yer” olması bile gerekmiyor. Kabilenin tek dürtüsü, sanal olsun ya da olmasın, güvenli sığınaklar oluşturmak, boş alanlar yaratmak, Metaverse ya da vergiden muaf şirket merkezlerinin dijital evren gibi “bakir topraklar” bulmasıdır. (…) Mesele, post-endüstriyel, yarı-demokratik modernitenin başarısız durumundan kaçmak ya da ayrılmaktır, onu onarmak değil. (…)
Slobodian’ın deyimiyle bu “piyasa radikalleri” (…) Varoufakis ve Wark’ın öne sürdüğü gibi yeni bir yönetici sınıfı temsil ediyorlarsa, en azından modern yorumlarında, böyle bir sınıfın temel özelliği, (…) doğuştan gelen bir hakla ya da zorla değil, kamuoyu yaratarak ve iradeyi kısıtlayarak ya da “rıza üreterek” yönetme kapasitesine derin bir inançtır.
Çürümenin ilerleyişi
Slobodian yok olmanın eşiğine gelmiş bir uygarlığın kalıntılarını sadakatle kaydeden bir antropologsa, Mattei de Sermaye Düzeni’nde mevcut kanıtlara yaklaşımı daha epidemiyolojik olan, aynı çürümenin ve altında yatan hastalığın uzunlamasına, tanısal bir çalışmasını ortaya koyan bir klinisyendir.
Mattei “kemer sıkmanın”, şirket kapitalizmi altında toplumsal düzenin sürdürülmesinin gerektirdiği ideolojik rejimin adı olduğunu ve kapitalizm ile ekonomik parçalarının toplamından daha büyük bir şeyi kastettiğini savunuyor. Bu, kaynakların tahsisinin piyasalar tarafından sağlanan kriterlere göre az ya da çok anonim olarak belirlendiği bir toplumsal sistemdir. Bu sistem, zorunlu olarak yasaları, kuralları, düzenlemeleri, teorileri ve kültürel normları ya da siyasi beklentileri içeren bir sistemdir.
Kemer sıkma, gündelik hayatın maddi gerekliliklerinin yanı sıra hayal gücünün de kıtlığını dayatarak, iradeyi kısıtlayarak ve kamuoyunun sınırlarını belirleyerek, bu unsurları tutarlı bir bileşim halinde organize eder. (…)
Mattei kemer sıkma politikalarının bugün olduğu gibi o zaman da ikna yoluyla değil ideolojik dışlama, baskı ve tahakküm yoluyla işlediğini vurguluyor; ekonomik bir gündem olduğu kadar siyasi bir programdır, çünkü çalışan nüfusun gönüllü işbirliğini değil itaatini gerektirir. “Çoğunluğun itaati, sermaye birikiminin sorunsuz işleyişini korumak için gerekli bir ön koşuldu” diye yazıyor.
Sermayenin 1920’lerde aldığı ders, 1970’lerde ve sonrasında – 2008 sonrası Büyük Durgunluk da dahil olmak üzere – dünya çapında benzer bir etki yaratacak şekilde kullanılacaktı. Dolayısıyla hâlâ aynı uçurumun kenarında duruyoruz, faşizmin uçurumuna bakıyoruz. (…)
Teknofeodalizm nedir?
Bir süredir antropologlar, tarihçiler, ekonomistler, sosyologlar, sosyal teorisyenler ve edebiyat eleştirmenleri kapitalizmi ve sonuçlarını tanımlayamıyor ya da tanımlamak istemiyorlar. Bazılarına göre kapitalizm, insan doğasında kök salmış ve dolayısıyla siyasi eleştiri ve kontrolden muaf, tarih ötesi bir olgu gibi görünüyor.
Jeremy Rifkin’in de aralarında bulunduğu diğerlerine göre ise kapitalizm, meta biçimi ve sermaye-emek üretim ilişkisi tarafından sınırlandırılamayacak kadar dinamik, hatta patlayıcı olan üretim güçleri tarafından çoktan aşılmış gibi görünüyor.
Wark ve Varoufakis ise, (…) Büyük Teknoloji’yi tekelci kapitalizmin evrimindeki bir başka aşama olarak tanımlamakta yeterince ileri gitmediğine ikna olmuş. Varoufakis göre Alphabet, Amazon, Meta ve diğerleri yalnızca kamu hizmeti işlevi gören ve bu nedenle ABD Federal Ticaret Komisyonu’ndan Lina Khan’ın güçlü bir şekilde savunduğu gibi ilgili antitröst yasalarına ve düzenlemelerine tabi olması gereken dijital platformlar işletmiyor. Varoufakis’e göre bu platformlar, gelirleri kâr değil kira olarak adlandırılması gereken tımarlardır. Çünkü bu gelirler, her tıkladıklarında “bulut sermayesi” tarafından hasat edilmek üzere ücretsiz olarak pazarlanabilir bilgi üreten kullanıcılar – “bulut proleterleri” tarafından mesai saatleri dışında tüketim çalışmasıyla üretilen bir artı değerdir. Onlar da efendileri için ürün üreten cahil köylüler olabilirler. Teknofeodalizm başlığı da buradan geliyor. (…)
Varoufakis “Kapitalizm, kâr rantı ezdiğinde galip geldi; bu, üretken emeğin ve mülkiyet haklarının sırasıyla emek ve hisse senedi piyasaları aracılığıyla satılacak metalara dönüşmesiyle aynı zamana denk gelen tarihi bir zaferdi. Bu sadece ekonomik bir zafer değildi. Rant kaba bir sömürü kokarken, kâr, fırtınalı piyasaların tehlikeli akıntılarında yol almak için her şeyi riske atan cesur girişimcilerin adil bir ödülü olarak ahlaki üstünlük iddiasındaydı.”
Kapitalizmi yeniden adlandırmaya gerek var mı?
Geldiğimiz noktayı kapitalizm sonrası bir gelişme aşaması olarak adlandırmak hangi entelektüel kaynakları ve siyasi iradeyi harekete geçirir?
Varoufakis bütün bir bölümü bu soruya yanıt aramaya ayırıyor: “Mevcut ekonomik sistemi tanımlamak için kullandığımız sözcükler, onu sürdürme ve yeniden üretme olasılığımızı ya da ona meydan okuyup okumayacağımızı, hatta onu yıkıp yıkmayacağımızı derinden etkileyebilir.”
Tamamen katılıyorum, çünkü kelimeler zaten var olan şeyler için sadece etiketlerden daha fazlası haline gelirler. Bizi belli bir geçmişe yönlendirerek ve böylece şimdiki zamanda konumlandırarak, bizi geleceğe değil, belli bir geleceğe hazırlayan dünyayı görme -ya da daha doğrusu içinde olma- yolları haline gelirler. O halde, kapitalizmin yerini sosyal demokrasinin zar zor okunabilen işaretlerine değil de feodalizmin belirgin özelliklerine bıraktığını iddia etmekle ne kazanılıyor?
Mattei’nin argümanını bir kenara bırakırsak, Varoufakis’in Yunanistan’ın maliye bakanı olarak Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun 2010’dan beri ülkesine dayatmaya çalıştığı kemer sıkma programıyla mücadele ederken edindiği türden siyasi referanslara sahip bir sol-Keynesyenden bekleyeceğiniz cevap bu değil. Şöyle devam ediyor: ‘Feodalizm rekabetçi piyasaları yok ederken, kapitalizm onları ve onlarla birlikte, kaynaklara açık erişim, yenilik yapma özgürlüğü, serbest pazar, genel oy hakkı ve benzerlerini gerektiren hem özgürlük hem de eşitlik taahhütleriyle canlandırılan demokrasi olasılığını sürdürür (ya da bir zamanlar sürdürmüştür). Ancak ‘bulut sermaye’ tanımı gereği bir tekel olduğundan, piyasalar ancak firma düzeyinde işbirliğine dayalı düzenlemelerle, yani her işçinin kendisini istihdam eden şirkette oy hakkına sahip olduğu ölçüde rekabetçi ve demokrasiye elverişli hale gelecektir.’
Tek bir çözüm var mı?
Bu cevap benim için rahatsız edici, çünkü serbest piyasaları ya da paydaş yönetimini sosyal, politik ya da kişisel her türlü soruya uygun cevap olarak gören ‘egemen bireyler’ tarafından sunulan cevaba çok benziyor. Piyasalar ve fiyat sistemleri tarafından mümkün kılınan ve bunlara kaydedilen tüketici tercihlerinin, sosyal olsun ya da olmasın, demokrasinin gerekli koşulu olduğundan hiç şüphem yok.
İşçilerin özyönetiminin, çalışmanın neredeyse herkesin temel meşguliyeti olduğu gündelik yaşamın demokratikleştirilmesinde çok önemli bir unsur olacağından ya da yatırımın toplumsallaştırılmasının çok geçmeden tamamlanacağından da kuşku duymuyorum, çünkü bankacılık sistemi zaten onu kurtarmaya devam eden vergi mükelleflerinin ortak malıdır.
Ancak rekabetçi piyasaların ve siyasi demokrasinin restorasyonuna yönelik sendikalist bir yaklaşımın (diğer herkesle eşit bir vatandaş olarak konumumun bir firmanın çalışanı olarak ekonomik işlevime indirgenmesi) kapitalist gelişimin mevcut aşamasının ötesine geçmenin umut verici bir yolu olduğundan şüpheliyim.
Sosyal demokrasi, sol kültürel görecelilik ve kimlik politikaları hakkında ne düşünürse düşünsün ya da ne yaparsa yapsın, örgütlenme, oy toplama, oy verme, ajitasyon yapma, gösteri yapma, ofis tutma, öğretme, öğrenme ve yeniden örgütlenme gibi geleneksel siyasi araçlarla hâlâ erişilebilir durumda.
Bununla birlikte, Wark ve Varoufakis zamanımızın görünmez, emperyal altyapısının haritasını çıkaran vazgeçilmez kitaplar yazdılar. Slobodian’ın haklı bir merakla rapor ettiği kabilenin konuştuğu tuhaf dili deşifre etmemize ve Mattei’nin haklı bir öfkeyle yanıt verdiği “teknokratlar” tarafından icat edilen üretici grameri çözümlememize yardımcı oldular.”
Bu yazı ilk kez 23 Şubat 2024’te yayımlanmıştır.