ABD’de patlak veren ve dünyaya yayılan 2008 finans krizi aslında 1990’lardan beri dünyada yaygın bir biçimde uygulanan ve adeta kurtuluş reçetesi olarak sunulan neoliberalizmin kriziydi. Müteakip yıllarda dünya ekonomileri yavaş yavaş toparlandığında bile neoliberalizmin kriz hali çözülemeyip yeni yeni krizleri beraberinde getirdi.
Londra, Umman, Venezuela ve ABD’de gazeteci olarak yaşamış ve Financial Times, Morning Star ve Middle East Eye gibi mecralarda çalışmış gazeteci Joe Gill, 27 Ocak’ta Middle East Eye sitesinde yayınlanan “Trump’tan Sonra Koronavirüs Neoliberalizme Son Darbeyi İndirebilir” başlıklı yazısında, neo-liberalizmin son krizini pandemiyle birlikte yaşamaya başladığını hatırlatarak, bu sistemin belki de sonuna gelindiğini tarihten örneklerle anlatmaya çalışıyor.
Biden neoliberal düzen için umut olabilir mi?
“Beyaz Saray’a bir Demokrat başkanın gelişiyle birlikte, ABD ve dünyanın karşı karşıya kaldığı bazı yakıcı sorunların üstesinden gelmek için yapacakları konusunda büyük bir umut dalgası doğdu.” diye başladığı yazısında Gill, bu yakıcı sorunları şöyle sıralıyor:
“İçeride her gün binlerce kişiyi öldüren her tarafa yayılmış bir salgın, aşırı eşitsizlik ve fakirlik, çürüyen altyapı, ırkçılık ve aşırıcılık; dışarıda ise küresel mülteci krizi ve artan otoriterlik…”
“Başkan Joe Biden (…) sözde normalliğe dönüşün liberal umudunu temsil ediyor. Mesaj açık: Dört yıllık kabus artık bitti; ılımlı bir yönetim, küresel salgının yol açtığı sorunlar ve iş kayıplarıyla tek başına mücadele etmeye terk edilmiş milyonlara biraz olsun düzen ve rahatlama getirecek, virüsle mücadele için daha uyumlu bir çaba da kapıda.”
Ancak yazara göre önemli bir soru ortada duruyor: Amerikan toplumunun en acil hastalıklarıyla mevcut siyasi şartlar altında nasıl baş edilecek?
‘Dengelemenin dört atlısı’
Yazar, on yıl önce Kahire’nin Tahrir Meydanı’ndan New York’un Wall Street’i İşgal Et eylemlerine kadar uzanan 2011 ayaklanmaları sırasında anarşist düşünür David Graeber’in zengin %1’in yağmasına karşı protestocuların taleplerine ışık tutan ‘Biz %99’uz’ sloganını ürettiğini hatırlatıyor. Nitekim zenginler çok üst seviyeye tırmanırken orta sınıfın gelirlerinin yerinde sayması ya da azalması nedeniyle 21. yüzyılda bir sınıf uçurumu oluştuğuna vurgu yapıyor.
“2021’e gelindiğinde, teknoloji devlerinin zenginlikte yeni zirvelere yükselmesiyle ve 2011’in dünya çapında daha fazla demokrasi ve sosyal adalet ümitlerinin suya düşmesiyle eşitsizlik daha da arttı,” diye ekliyor.
Yazar, Stanford Üniversitesi’nden tarihçi Walter Scheidel’e sık sık atıflar yapıyor. “2017’de yayınlanan Büyük Dengeleyici (The Great Leveler) adlı eserinde Scheidel, tarih boyunca iktisadi eşitsizliğin yalnızca ‘Dengelemenin Dört Atlısı’ndan biri tarafından tersine çevrildiğini savundu: savaş, devrim, devlet çöküşü veya salgın hastalık.
Gill, buradan yola çıkarak 20. yüzyılın ortalarında Batı’daki refah devletlerinin gelişmesinin ve kamu hizmetlerinin tabana yayılmasının nedeninin Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ve komünizmin yükselişi olduğunu öne sürüyor. Ona göre, bu iki savaş ve komünizm tehdidi dönemin yöneticilerini iyileştirici adımlar atmaya zorlamıştı.
Savaş ve devrim
“Beklenmedik büyük değişimlere yol açan ani ve şiddetli olaylar ile eşitlik mücadelesi arasındaki bağlantı, son yüzyıllardaki çatışmalar ve devrimlerde gayet bariz.” diyen Gill buna bazı örnekler veriyor.
Mesela “modern çağın ilk küresel emperyalistler arası çatışması” dediği 1756-1763 yılları arasında yaşanan Yedi Yıl Savaşları’nın, yol açtığı ağır can kayıpları ve iktisadi yıkımla 18. yüzyılın sonlarındaki devrimlerin -Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve Fransız Devrimi’nin- altyapısını hazırladığını anlatıyor.
Keza 1815’te Napolyon yenilgiye uğradığında, devrimci savaşların İspanyol ve Fransız imparatorluklarını ölümcül bir şekilde sarstığını, bunun da köleliğe karşı Haiti devrimine (1791-1804) ve 1800’lerin başında Meksika ve Latin Amerika’nın bağımsızlık devrimlerine yol açtığını belirtiyor.
Bir yüzyıl sonra Birinci Dünya Savaşı sonucunda da benzer bir sürecin ortaya çıktığını hatırlatıyor: “Rus Devrimi, Çar II. Nikolay’ın askerî harekâtının yol açtığı felaketin ve Rus devletinin çöküşünün kıvılcımıyla ateşlenirken Alman, Osmanlı ve Avusturya imparatorlukları da savaştan sonra dağıldı. Bu, Avrasya’nın feodal düzeninden kurtuluş ateşiydi. (Çin’in Qing hanedanı, yıkıcı Afyon Savaşları’ndan başlayarak neredeyse bir yüzyıllık batılı emperyalist yağma ve tahribatın akabinde 1911’de çöktü.)”
“Savaş -özellikle de topyekûn savaş- devrimin ebesidir” diyen Gill, devrimin olmadığı hallerde bile savaşın radikal toplumsal dönüşümler getirebileceği görüşünde:
“Savaş, aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’nda çarpışmış Siyah Amerikalılar gibi ezilen azınlıklar için görülmemiş fırsatlar ve her iki dünya savaşında seferberliğe destek için fabrikalarda ve hastanelerde çalışan kadınlara -oy hakkını kazanma gibi- imkânlar doğurdu…
Herkes için en büyük eşitlik sağlayıcı gelişme, İkinci Dünya Savaşı’nın küllerinden doğdu. Faşist militarizmin ve Nazizmin 1942-43 kışında Stalingrad Savaşı’nda Rus bozkırının kenarında nihai yenilgisi, 20. yüzyılda komünizm, sosyalizm ve ulusal kurtuluşun Pekin’den Delhi’ye, Cezayir’in başkentinden Havana’ya toplumları şekillendiren siyasi ve ideolojik güç haline gelmesinin önünü açtı.”
Artan eşitsizlik
Gill, eşitsizliklerin dengelenmesinin ancak en kuvvetli şokların sonucu olarak ortaya çıkmasını da şu satırlarla anlatıyor:
“İktisat tarihçisi Thomas Piketty’nin zenginlik ve gelir eşitsizliğine ilişkin ayrıntılı veri analizinde gösterdiği gibi, eşitsizliğin daralması, 20. yüzyılın büyük çatışmalarına doğrudan aksetmiştir, ta ki eşitsizliğin yeniden artmaya başladığı 1970’lere kadar.
Scheidel’in kitabında yazdığı gibi, ‘savaşın, dönüştürücü devrimin, devletin başarısızlığının ve küresel salgının yol açtığı dönemsel eşitsizlik daralmaları, barışçıl yollarla yapılabilecek tüm eşitleme yöntemlerini her zaman gölgede bırakmıştır’.”
Yazar, 1946-1964 yılları arasında doğan kuşağın -şimdi kendi çocuklarından ve torunlarından esirgedikleri- ucuz konut, tam istihdam ve sosyal hareketlilik gibi imkânların aslında 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan dünya savaşları ve devrimlerde kendi ebeveynlerinin ve dedelerinin kanlarının dökülmesi ve fedakârlıklarının bir sonucu olduğunu hatırlatıyor.
Dördüncü atlı
“Bu da bizi, Scheidel’in toplumsal dengelemenin habercilerinden biri olarak tanımladığı mahşerin dördüncü atlısına getiriyor: Salgın hastalık” diyen Gill, COVID-19 küresel salgınının siyaseti ve ekonomiyi sarstığını ve etkisinin daha yeni yeni kendini göstermeye başladığını şöyle anlatıyor:
“Birincisi ve en barizi, salgının Trump’ın yeniden seçilme şansını mahvetmesi oldu. Hatırlayın, 2020 başında Amerikan ekonomisi hızlı bir çıkış yapıyordu, istihdam oranı yüksekti, borsa zirvedeydi ve yeniden seçilmesine giden yol açıktı.
Küresel salgın karşısındaki kibri ülkeyi krize düşürdü. Siyahların Hayatı da Değerlidir ayaklanmaları yaz boyunca ABD’yi kasıp kavurdu ve virüsün ikinci bir acımasız dalgası, tam da seçim kampanyasının son haftalarında rahatsız edici bir şekilde başladı. Trump, ardında bıraktığı COVID-19’dan 400.000 ölü mirasıyla ve sıradan Amerikalılar için ortalama hayat beklentisinde son bir yüzyıl içindeki en büyük düşüşle görevinden ayrıldı.
Ancak küresel salgın, Trump’ın yenilgisinin de ötesinde, kırk yıl evvel eski İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher ve eski ABD Başkanı Ronald Reagan tarafından İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan sosyal demokrasi düzenini silip süpüren bir süpürge olarak müjdelendiğinden bu yana hiç olmadığı kadar batılı neoliberal modelin zayıflıklarını ve adaletsizliklerini ifşa etti.”
Piyasa inanışlarını yerle bir etmek
Gill, koronavirüsün piyasa yanlısı iktidar partilerinin inanışlarını nasıl tamamen altüst ettiğini şöyle anlatıyor:
“İngiliz muhafazakâr bir başbakanı milyonlarca işçinin ücretini devlet kasasından öder hale getirdi, binlerce evsiz sokaklardan alınıp otellere yerleştirildi ve serbest pazar yanlılarını, fakirliği -yıllar yılı fakirlerin suçu saydıktan sonra- şimdilerde kendilerinin yeni baş düşmanı ilan etmek zorunda bıraktı.”
“Şu an zirvesinde ve bitmekten de çok uzak olan küresel salgının, geçen yüzyıldaki savaşlar ve devrimler gibi değişimin katalizörü olup olmayacağını söylemek için henüz çok erken. 2008’de bankaları kurtarmak için kullanılan devlet varlık alımlarının artık milyonların geçim kaynaklarını ve irili ufaklı işletmeleri kurtarmak için daha önce görülmemiş bir ölçekte dağıtılmasıyla birlikte, virüsün modern post-endüstriyel toplumda kaynakların kıtlığı efsanesini nihayet paramparça ettiğini söyleyebiliriz. Emin olun evrensel gelir (her vatandaşa koşulsuz belli bir ücret ödenmesi) uygulamaya konulacak.
Gill ayrıca küresel salgının, özel kazanca dayalı sağlık sisteminin temel zafiyet noktalarını ifşa ettiğini de vurguluyor ve Asya ile Afrika’da halk sağlığına daha kolektivist bir yaklaşımın virüsü kontrol altına almaya daha uygun olduğunu Felipe Araujo’nun Foreign Policy dergisindeki şu satırlarını alıntılayarak anlatıyor:
“Yalnızca tabii afet veya bir tür siyasi huzursuzluk olduğunda kulak verme eğiliminde olduğumuz Mozambik, Senegal, Ruanda, Malezya, Vietnam gibi yerler, küresel bir salgın sırasında nasıl davranılması gerektiği konusunda diğer ülkelere bir ustalık dersi veriyor. Alınacak ders şu: Cemaatçi toplumlar, -en fakirler arasında bile- sokağa çıkma yasaklarının, kendi kendini tecridin, karantinanın ve sosyal mesafenin işe yaraması için gerekli toplumsal sermayeye ve karşılıklı desteğe sahipler.”
Gill yazısının sonunda diyor ki, “COVID-19 aşıları hâlihazırda uygulanırken, 2019 veya 2016’nın işlevsiz normaline geri dönmek için anlaşılabilir bir arzu var; ancak bu ham bir hayal. Siyah kuğular, iklim kaosu, ayaklanmalar ve devrimler bir süre daha yeni normal olabilir. Biden balayısı sona erdikten sonra, özel zenginlik yerine eşitlik ve halk sağlığına değer veren bir sosyal düzen için mücadele, muhtemeldir ki Schiedel’in atlılarının sırtında yürüyecek.”
Bu yazı ilk kez 4 Şubat 2021’de yayımlanmıştır.