Tarih yazmak: Geçmişi şekillendiren hikâye anlatıcıları

Tarihçiler bilim insanı mıdır, yoksa tüm aksi yöndeki çabalarına rağmen hikâye anlatıcısı mı? Belgesel filmler, gazetecilik çalışmaları, tarih yazımının neresine düşer? Tarihi romanlar, hangi arayışın ürünüdür?

Tarih yazımı gibi objektifliğe çok ihtiyaç duyulan bir alanın yazarları, neyin “tarih” olacağına karar verirken, karakterlerinin ve koşullarının tutsağı olurlar mı?

Pulitzer ödüllü yazar Louis Menand, The New Yorker’da yayımlanan yazısında Richard Cohen’in yeni kitabı Making History: The Storytellers Who Shaped the Past (Tarih Yapımı: Geçmişi Şekillendiren Hikâye Anlatıcıları) üzerinden bu soruya yanıt arıyor.

Yazının bazı bölümlerini aktarıyoruz:

“‘Capitol’ün yıkıntıları arasında oturup derin derin düşünürken, yalınayak keşişler Jüpiter Tapınağı’nda yüksek sesle akşam duası ediyordu. Şehrin gerileyişini ve düşüşünü yazma fikri ilk kez orada, Roma’da, 15 Ekim 1764 günü aklıma geldi.’ Bunlar Edward Gibbon’ın sözleri. Yazma fikri aklına gelen kitap da elbette Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi idi.

Gibbon’ın otobiyografisinde geçen bu cümle çok sık alıntılanmıştır, çünkü meşhur kitabının altı cildini tek bir görüntüyle gözler önüne serer: Dinlerinin yok ettiği medeniyetin yıkıntılarında şarkı söyleyen keşişler. Hatta belki de (Roma kalıntılarını resmeden) Piranesi gravürlerinde olduğu gibi, genç İngiliz’in (Gibbon o sırada 27 yaşındaydı) antik tapınağın basamaklarına tünemiş, Hıristiyanlığın bir kıtayı nasıl 1000 yıllık batıl inanç ve fanatizm girdabına soktuğunun hikâyesini düşünürken ve Aydınlanma’nın edebi anıtlarından biri olacak bir eseri, bu hikâye üzerine kurgulamaya karar verirken hayal edebiliriz.

Richard Cohen’in fevkalade eğlenceli Making History: The Storytellers Who Shaped the Past (Tarih Yapımı: Geçmişi Şekillendiren Hikâye Anlatıcıları) kitabında yazdığı gibi, Gibbon’ın obez ve yaklaşık 1,50 metre boyunda olması, başının yan taraflarında birer lüle ile arkadan bağladığı kızıl saçlarıyla Virginia Woolf’un sözleriyle ‘son derece ağır, üzerinde şaşırtıcı bir hızla döndüğü küçük ayaklar üzerinde tehlikeli bir şekilde dengede duran’ biri olduğunu bilmek, o anın cazibesini baltalar mı? Çağdaşlarının ona Bay Patates demesi, James Boswell’in onu ‘çirkin, yapmacık, iğrenç bir adam’ olarak tanımlaması önemli mi? (…)

Masal dinlerken anlatıcıyı da hesaba katmak

Cohen, Roma İmparatorluğunun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi’ni yazan kişiyi, bu özelliklerini bilmeden doğru dürüst okuyamayacak olmamızın bir anlam ifade etmesi gerektiğini düşünüyor. Gibbon, teoride bunu her hâlükârda kabul ederdi. ‘Tarih yazan her dâhi, belki de bilinçsizce, kendi ruhunun karakterini ona aşılar. Karakterlerinin (…) tek bir düşünce ve duygu tarzı var gibi ve bu da yazarın tarzı’ diyor. Masal dinlerken anlatıcıyı da hesaba katmamız gerekir.

Making History, Herodot’tan (Plutarkhos’un tanımıyla yalanların babası) Henry Louis Gates Jr.’a kadar tarihçilerin geçmişlerini ve kişiliklerini yansıtarak, yazdıklarını ve gündemlerini ortaya koyan bir araştırma. Cohen’in kapsamı devasa. 1’inci yüzyılda Çinli tarihçi Ban Zhao’dan Cambridge klasikçilerinden Mary Beard’a kadar antik tarihçiler, İslam tarihçileri, siyahi tarihçiler ve kadın tarihçiler hakkında yazmış. Ülkelerinin ‘izin verilen’ tarihlerinden tasfiye edilmiş yetkilileri ve savaş zamanı vahşetlerini silen Japon ve Sovyet revizyonistlerini tartışıyor. (…) Bilimsel tarihin 19’uncu yüzyıldaki kurucusu Leopold von Ranke; Fransa’daki Annales okulu ve İngiliz rakipleri Hugh Trevor-Roper ve A.J.P. Taylor gibi akademik tarihçilere de yer veriyor. Shakespeare, Walter Scott, Dickens, Tolstoy, Toni Morrison ve Hilary Mantel gibi tarihi kurgu yazarlarını da dışarıda bırakmamış. Gazeteciler ve televizyon belgeselcilerinden (Ken Burns’ün ‘en etkili belgesellerinin, son 50 yılın en iyi yazılı tarih eserlerinin çoğuyla aynı düzeyde olduğunu’ düşünüyor) de bahsediyor. İkinci Dünya Savaşı tarihi kendisine milyonlar kazandıran Winston Churchill gibi popüler tarihçileri de dâhil etmiş, her ne kadar bu kısmen Churchill dışındaki kişiler tarafından araştırılmış ve yazılmış olsa da.” (…)

Yazar, Making History’nin, önermesine rağmen indirgemeci olmadığını veya foyaları ortaya çıkarmayı amaçlamadığını vurguluyor: “Cohen, önyargıları bariz ve aldatmayı amaçlayan milliyetçi revizyonistler gibi yazarları ve dogmatik ve hoşgörüsüz olduğunu düşündüğü bazı İslam tarihçilerini tartışırken, dengeli bir durum sunmaya ve okurların kendi kararlarını vermelerine olanak tanımaya çalışıyor. Mesaj; ‘Hepsi güvenilmez’ değil; tarih yapımındaki önyargının, bakış açısı kadar kaçınılmaz olduğu.

Cohen’in ideal bir tarafsızlık gösterememiş olabileceği bir alan, sert bir düşmanlıkla ele aldığı ve Stalinizm ile karıştırarak ilkelerini yanlış sunduğu Marksizm. Marx’ı faşizmin ve refah devletinin yükselişini öngörememekle suçluyor ki, bu gülünç. 1848’de bunları kim öngördü ki?

Bu düşmanlığın bir nedeni var, çünkü Marksist düşünce, özellikle Birleşik Krallık’ta, 20’nci yüzyıl tarihçilerinin çalışmalarında büyük bir rol oynadı. Cohen burada bile katolik olmaya çalışıyor. 1936’da Komünist Parti’ye katılan (yeterince kötü) ve 55 yıl üyesi olarak kalan (gerçeküstü) İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm’a karşı açık bir sevgi besliyor.

Putin’in aşçı dedesi

Making History bol kuru üzümlü bir kek gibi. Vladimir Putin’in dedesinin Lenin’in ve Stalin’in aşçısı, Napolyon’un orta boylu, Ken Burns’ün şair Robert Burns’ün torunu olduğunu ve Marksist eleştirmen György Lukács’ın, Macar Devrimi’nin patlak vermesinin ardından tutuklandığını, silah taşıyıp taşımadığı sorulduğunda kalemini teslim ettiğini kitaptan öğreniyoruz. (…)

Cohen, ‘sözlü tarihin bir şeyleri uydurmaya veya geçmişi bugüne uydurmak için değiştirmeye, yazılı tarihe göre daha yatkın olmadığını’ düşünüyor. İnsanların söylediklerinin doğruluğunu her zaman kontrol etmeniz gerekir; kasıtlı olarak yalan söyledikleri için değil, sadece bazı şeyleri doğru hatırlayamadığımız için. Fotoğraf albümünüzde bir resim ararken de böyledir: ‘Büyük Kanyon’a 2008’de gittiğimizden emindim’ ama aslında 2009’da gitmiştik. Bu tür yanlış hatıralar sözlü tarihlerde ve röportajlarda yaygındır, çünkü insanların genellikle tarihleri doğru ifade etmemeleri büyük bir risk yaratmaz. Ama tarihçiler için öyle değil.

Cohen, gazetecilik ürünü olan tarihleri, anlattıkları bazı olaylara tanık olan muhabirler tarafından yazılan kitapları seviyor. (…) Gazetecilerin, objektif olmak istiyorlarsa, ‘gerçeğe oldukça yakın’ olabileceklerini düşünüyor. Ancak, ‘insan, bu gerçeği soğuk düşünce kalıbı içinde tartmak için zamana ihtiyaç duyar’ diye ekliyor.

Bu, gazeteciliğin geleneksel ‘tarihin ilk taslağı’ tanımıdır ve geçmişe ilişkin anlayışımızın zamanla geliştiği inancı dâhilindedir. Yine de bunun gerçekten doğru olduğundan emin değilim. Belki de sadece pürüzlü kenarları törpülüyoruz, hikâyeye istediğimiz hali vermek için gerçekte olanlardan bazılarını kaybediyoruz. Tarihin ilk müdahalecileri olarak gazeteciler daha güvenilir olabilirler, çünkü genellikle bir teorinin büyüsü altında çalışmıyorlar. Olanları aktarıyorlar. Diğer tarihçiler gibi, tutarlı bir anlatı üretmeye çalışıyorlar, ancak her gerçeği bir tez altında toplamaları gerekmiyor. Ayrıca, geçmişteki hiçbir öğrencinin gerçekten bilemeyeceği ve yeniden oluşturulması giderek zorlaşan bir şey hakkında daha iyi bir sezgiye sahipler: Nasıl hissettirdi?

Tarihçi ve romancı

‘Nasıl hissettirdi’ kavramının, tarihi yeniden oluşturmanın gerçek amacı olarak Making History’de bu kadar sık karşımıza çıkması dikkat çekici. E. L. Doctorow, ‘Tarihçi size ne olduğunu, romancı nasıl hissettirdiğini anlatacaktır’ demişti. Cohen, Hilary Mantel’den alıntılıyor: ‘Eğer katma değer istiyorsak, sadece geçmişin nasıl olduğunu değil, nasıl hissettirdiğini de hayal etmek istiyorsak, roman okuruz.’ Bunu, romancıların yapmasını bekleriz. Romancılar, tarihçilerin çoğunlukla yapamadığı veya yapmaması gerekeni, yani karakterlerin kafasında neler olup bittiğini ve karakterlerin ne hissettiğini tanımlayabilirler. Ancak tarihçiler de nasıl hissettirdiğini yakalamak ister. Çünkü onların yaptıkları, romancılarınkinden çok da farklı değil: Bir sayfa üzerinde, yok olmuş bir dünyaya hayat vermeye çalışıyorlar. Romancıların icat etmesine izin verilir, tarihçiler ise doğrulanabilir olgularla çalışmalıdır. Bir şeyler uyduramazlar; oyunun tek kuralı budur. Ancak okurlara belirli bir zamanda ve yerde hayatta olmanın nasıl bir şey olduğu hakkında fikir vermek isterler. Bu anlam bir olgu değil, olgulara anlam veren şeydir. Tudor dönemi İngiltere tarihçisi G. R. Elton, tarihi, ‘Öğrenme ve bilimin kontrolündeki hayal gücüdür; öğrenme ve bilim, hayal gücüyle anlamlı hale getirilir’ diye tanımlarken bunu kastetmiş gibi. (…)

Tarih yazımı, olayların, görünüşe rağmen, düzensiz bir şekilde gerçekleşmediği; bireyler mantıksız davranabilse de değişimin rasyonel olarak açıklanabileceği inancına dayanır. Cohen’in belirttiği üzere Gibbon, felsefenin ilk ilkelerin arayışı olduğu gibi, tarihin de hareket ilkesinin arayışı olduğunu düşünüyordu. Birçok Batılı tarihçi, hatta Ranke gibi ‘bilimsel’ tarihçiler bile geçmişin ilahi bir tasarımı olduğunu varsaydılar. Ranke, tarihi olayların arkasındaki ‘Tanrı’nın eli’nden söz etti.

Hobsbawm gibi Marksist tarihçiler, bir tarihsel gelişme yasasına inanırlar. Annales okulundakiler gibi bazı tarih yazıcılar, siyasi olayların oldukça karmaşık bir şekilde gerçekleştiğini düşünürler, ama yüzeydeki kaosun altında döngüler, ritimler, longue durée (uzun vade) gibi düzenlilikler vardır.

Hikâye anlatımı olarak tarih

Yine de tarih bir bilim değildir. Esasen, A.J.P. Taylor’ın da dediği gibi, ‘sadece bir hikâye anlatma biçimidir’. Olgularla hikâye anlatımıdır. Olgular kendi başlarına bir şey ifade etmez ve sadece kullanılmak üzere orada değillerdir. İngiliz tarihçi E. H. Carr’ın söylediği gibi onlar, ‘geniş ve bazen erişilmez bir okyanusta yüzen balıklar gibidir ve tarihçinin yakaladığı şey, kısmen şansa, ama esas olarak okyanusun hangi kısmında balık tutmayı seçtiğine ve hangi olta takımını kullanmayı seçtiğine bağlı olacaktır. Bu iki faktör, elbette, yakalamak istediği balığın türüne göre belirlenir. Bütüne bakıldığında, tarihçi istediği türden olguları elde edecektir.’”

Yazar, bundan çıkarılması gereken dersin, tarihçinin hiçbir şeyi dışlamaması gerektiği olduğunu söylüyor: “Üretim araçlarının mülkiyetinden, insanların tırnaklarını boyadıkları renge kadar her şey, potansiyel olarak geçmişi anlamlandırma kabiliyetimizle ilgilidir. Annales tarihçileri bu yaklaşıma ‘bütünsel tarih’ adını verdiler. Ancak, bütün tarihte bile, bazı balıkları yakalar ve diğerlerini salıverirsiniz. İstediğiniz olguları elde etmeye çalışıyorsunuzdur.

Peki, tarihçiler olguları ne için istiyorlar? Cohen’in kitabının buna üstü kapalı cevabı; beyin yıkamak, eğlendirmek, uyarmak, haklı çıkarmak, mahkûm etmek gibi binlerce amaç olduğudur. Ancak amaç, tarihçi için kişisel olarak önemli olduğundan seçilir ve neredeyse her zaman, üretilen tarih, tarihçi için önemli olduğundan bizim için de önemlidir. Cohen’in söylediği gibi, geçmişi yazmakla ilgili şöyle büyük bir ironi vardır: ‘Her yazar, karakterinin ve koşullarının tutsağıdır, ancak bunlar, çoğu zaman onu o yapanlardır.’

Tarihin asla yapmadığı, geçmiş olayların kişisel olmayan ve nesnel bir açıklamasını sunmaktır. Antropolog Claude Lévi-Strauss’un söylediği gibi, tüm tarih ‘tarih içindir’. Gibbon, Gerileyiş ve Çöküş’ü ne için yazdı? Cohen’in buna yanıtı; 18’inci yüzyıl Britanya’sını, imparatorluğu tehdit edebilecek hatalar konusunda uyarmak, Roma ile aynı kaderi paylaşmasını önlemekti. Başka bir deyişle Gibbon, hikâyesinin faydalı olabileceğini düşünmüştü. Bu nedenle Roma medeniyetini Britanyalıların kendisiyle ilişkilendirebileceği, Hıristiyanlığı da Akıl Çağı’nın kilise karşıtı önyargılarına uygun şekillerde tasvir etmesi gerekiyordu. Peki, ya zavallı adamın bedeni ve kusurları? Cohen (Woolf’un yaptığı gibi), çekici olmamasının Gibbon’a nüfuz edilemez bir ironi pelerini sağladığını düşünüyor. Duygusal beklentilerini kontrol altında tutmayı öğrenmiş ve bu onu dinsel coşku konusunda soğukkanlı bir analizci haline getirmişti.

Lévi-Strauss, modern toplumlardaki tarihin, modern öncesi kültürlerdeki mit gibi olduğunu ileri sürüyor. Bu, kendimizi kendimize anlatma şeklidir. Bu anlatının nasıl görünmesini istediğimize ilişkin karar, hikâyeyi başlatacağımız tarihi seçmek gibi basit bir eylemle başlayabilir. 1603 mü, yoksa 1619 mu? Bu yıllardan birini seçiyoruz ve olaylar buna göre sıralanıyor. İnsanlar bunun ideolojik bir tarih oluşturduğundan şikâyet ediyor. Ama başka ne olabilir ki? Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi baştan sona ideolojiktir. Kimse bunun tarih olmadığını düşünmez. Gibbon bundan asla şüphe duymadı. Vasiyetinde, ‘Bir anıtın gereksiz olduğunu dile getirsem, kibirli olmakla mı suçlanacağım yani?’ diye yazmıştı.”

Bu yazı ilk kez 21 Nisan 2022’de yayımlanmıştır.

 

Louis Menand’ın The New Yorker internet sitesinde yayımlanan “The People Who Decide What Becomes History” başlıklı yazısından öne çıkan bazı bölümler Nevra Yaraç tarafından çevrilmiş ve editoryal katkısıyla yayına hazırlanmıştır. Yazının orijinaline ve tamamına aşağıdaki linkten erişebilirsiniz: https://www.newyorker.com/magazine/2022/04/18/the-people-who-decide-what-becomes-history-richard-cohen-making-history

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Tarih yazmak: Geçmişi şekillendiren hikâye anlatıcıları

Tarihçiler bilim insanı mıdır, yoksa tüm aksi yöndeki çabalarına rağmen hikâye anlatıcısı mı? Belgesel filmler, gazetecilik çalışmaları, tarih yazımının neresine düşer? Tarihi romanlar, hangi arayışın ürünüdür?

Tarih yazımı gibi objektifliğe çok ihtiyaç duyulan bir alanın yazarları, neyin “tarih” olacağına karar verirken, karakterlerinin ve koşullarının tutsağı olurlar mı?

Pulitzer ödüllü yazar Louis Menand, The New Yorker’da yayımlanan yazısında Richard Cohen’in yeni kitabı Making History: The Storytellers Who Shaped the Past (Tarih Yapımı: Geçmişi Şekillendiren Hikâye Anlatıcıları) üzerinden bu soruya yanıt arıyor.

Yazının bazı bölümlerini aktarıyoruz:

“‘Capitol’ün yıkıntıları arasında oturup derin derin düşünürken, yalınayak keşişler Jüpiter Tapınağı’nda yüksek sesle akşam duası ediyordu. Şehrin gerileyişini ve düşüşünü yazma fikri ilk kez orada, Roma’da, 15 Ekim 1764 günü aklıma geldi.’ Bunlar Edward Gibbon’ın sözleri. Yazma fikri aklına gelen kitap da elbette Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi idi.

Gibbon’ın otobiyografisinde geçen bu cümle çok sık alıntılanmıştır, çünkü meşhur kitabının altı cildini tek bir görüntüyle gözler önüne serer: Dinlerinin yok ettiği medeniyetin yıkıntılarında şarkı söyleyen keşişler. Hatta belki de (Roma kalıntılarını resmeden) Piranesi gravürlerinde olduğu gibi, genç İngiliz’in (Gibbon o sırada 27 yaşındaydı) antik tapınağın basamaklarına tünemiş, Hıristiyanlığın bir kıtayı nasıl 1000 yıllık batıl inanç ve fanatizm girdabına soktuğunun hikâyesini düşünürken ve Aydınlanma’nın edebi anıtlarından biri olacak bir eseri, bu hikâye üzerine kurgulamaya karar verirken hayal edebiliriz.

Richard Cohen’in fevkalade eğlenceli Making History: The Storytellers Who Shaped the Past (Tarih Yapımı: Geçmişi Şekillendiren Hikâye Anlatıcıları) kitabında yazdığı gibi, Gibbon’ın obez ve yaklaşık 1,50 metre boyunda olması, başının yan taraflarında birer lüle ile arkadan bağladığı kızıl saçlarıyla Virginia Woolf’un sözleriyle ‘son derece ağır, üzerinde şaşırtıcı bir hızla döndüğü küçük ayaklar üzerinde tehlikeli bir şekilde dengede duran’ biri olduğunu bilmek, o anın cazibesini baltalar mı? Çağdaşlarının ona Bay Patates demesi, James Boswell’in onu ‘çirkin, yapmacık, iğrenç bir adam’ olarak tanımlaması önemli mi? (…)

Masal dinlerken anlatıcıyı da hesaba katmak

Cohen, Roma İmparatorluğunun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi’ni yazan kişiyi, bu özelliklerini bilmeden doğru dürüst okuyamayacak olmamızın bir anlam ifade etmesi gerektiğini düşünüyor. Gibbon, teoride bunu her hâlükârda kabul ederdi. ‘Tarih yazan her dâhi, belki de bilinçsizce, kendi ruhunun karakterini ona aşılar. Karakterlerinin (…) tek bir düşünce ve duygu tarzı var gibi ve bu da yazarın tarzı’ diyor. Masal dinlerken anlatıcıyı da hesaba katmamız gerekir.

Making History, Herodot’tan (Plutarkhos’un tanımıyla yalanların babası) Henry Louis Gates Jr.’a kadar tarihçilerin geçmişlerini ve kişiliklerini yansıtarak, yazdıklarını ve gündemlerini ortaya koyan bir araştırma. Cohen’in kapsamı devasa. 1’inci yüzyılda Çinli tarihçi Ban Zhao’dan Cambridge klasikçilerinden Mary Beard’a kadar antik tarihçiler, İslam tarihçileri, siyahi tarihçiler ve kadın tarihçiler hakkında yazmış. Ülkelerinin ‘izin verilen’ tarihlerinden tasfiye edilmiş yetkilileri ve savaş zamanı vahşetlerini silen Japon ve Sovyet revizyonistlerini tartışıyor. (…) Bilimsel tarihin 19’uncu yüzyıldaki kurucusu Leopold von Ranke; Fransa’daki Annales okulu ve İngiliz rakipleri Hugh Trevor-Roper ve A.J.P. Taylor gibi akademik tarihçilere de yer veriyor. Shakespeare, Walter Scott, Dickens, Tolstoy, Toni Morrison ve Hilary Mantel gibi tarihi kurgu yazarlarını da dışarıda bırakmamış. Gazeteciler ve televizyon belgeselcilerinden (Ken Burns’ün ‘en etkili belgesellerinin, son 50 yılın en iyi yazılı tarih eserlerinin çoğuyla aynı düzeyde olduğunu’ düşünüyor) de bahsediyor. İkinci Dünya Savaşı tarihi kendisine milyonlar kazandıran Winston Churchill gibi popüler tarihçileri de dâhil etmiş, her ne kadar bu kısmen Churchill dışındaki kişiler tarafından araştırılmış ve yazılmış olsa da.” (…)

Yazar, Making History’nin, önermesine rağmen indirgemeci olmadığını veya foyaları ortaya çıkarmayı amaçlamadığını vurguluyor: “Cohen, önyargıları bariz ve aldatmayı amaçlayan milliyetçi revizyonistler gibi yazarları ve dogmatik ve hoşgörüsüz olduğunu düşündüğü bazı İslam tarihçilerini tartışırken, dengeli bir durum sunmaya ve okurların kendi kararlarını vermelerine olanak tanımaya çalışıyor. Mesaj; ‘Hepsi güvenilmez’ değil; tarih yapımındaki önyargının, bakış açısı kadar kaçınılmaz olduğu.

Cohen’in ideal bir tarafsızlık gösterememiş olabileceği bir alan, sert bir düşmanlıkla ele aldığı ve Stalinizm ile karıştırarak ilkelerini yanlış sunduğu Marksizm. Marx’ı faşizmin ve refah devletinin yükselişini öngörememekle suçluyor ki, bu gülünç. 1848’de bunları kim öngördü ki?

Bu düşmanlığın bir nedeni var, çünkü Marksist düşünce, özellikle Birleşik Krallık’ta, 20’nci yüzyıl tarihçilerinin çalışmalarında büyük bir rol oynadı. Cohen burada bile katolik olmaya çalışıyor. 1936’da Komünist Parti’ye katılan (yeterince kötü) ve 55 yıl üyesi olarak kalan (gerçeküstü) İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm’a karşı açık bir sevgi besliyor.

Putin’in aşçı dedesi

Making History bol kuru üzümlü bir kek gibi. Vladimir Putin’in dedesinin Lenin’in ve Stalin’in aşçısı, Napolyon’un orta boylu, Ken Burns’ün şair Robert Burns’ün torunu olduğunu ve Marksist eleştirmen György Lukács’ın, Macar Devrimi’nin patlak vermesinin ardından tutuklandığını, silah taşıyıp taşımadığı sorulduğunda kalemini teslim ettiğini kitaptan öğreniyoruz. (…)

Cohen, ‘sözlü tarihin bir şeyleri uydurmaya veya geçmişi bugüne uydurmak için değiştirmeye, yazılı tarihe göre daha yatkın olmadığını’ düşünüyor. İnsanların söylediklerinin doğruluğunu her zaman kontrol etmeniz gerekir; kasıtlı olarak yalan söyledikleri için değil, sadece bazı şeyleri doğru hatırlayamadığımız için. Fotoğraf albümünüzde bir resim ararken de böyledir: ‘Büyük Kanyon’a 2008’de gittiğimizden emindim’ ama aslında 2009’da gitmiştik. Bu tür yanlış hatıralar sözlü tarihlerde ve röportajlarda yaygındır, çünkü insanların genellikle tarihleri doğru ifade etmemeleri büyük bir risk yaratmaz. Ama tarihçiler için öyle değil.

Cohen, gazetecilik ürünü olan tarihleri, anlattıkları bazı olaylara tanık olan muhabirler tarafından yazılan kitapları seviyor. (…) Gazetecilerin, objektif olmak istiyorlarsa, ‘gerçeğe oldukça yakın’ olabileceklerini düşünüyor. Ancak, ‘insan, bu gerçeği soğuk düşünce kalıbı içinde tartmak için zamana ihtiyaç duyar’ diye ekliyor.

Bu, gazeteciliğin geleneksel ‘tarihin ilk taslağı’ tanımıdır ve geçmişe ilişkin anlayışımızın zamanla geliştiği inancı dâhilindedir. Yine de bunun gerçekten doğru olduğundan emin değilim. Belki de sadece pürüzlü kenarları törpülüyoruz, hikâyeye istediğimiz hali vermek için gerçekte olanlardan bazılarını kaybediyoruz. Tarihin ilk müdahalecileri olarak gazeteciler daha güvenilir olabilirler, çünkü genellikle bir teorinin büyüsü altında çalışmıyorlar. Olanları aktarıyorlar. Diğer tarihçiler gibi, tutarlı bir anlatı üretmeye çalışıyorlar, ancak her gerçeği bir tez altında toplamaları gerekmiyor. Ayrıca, geçmişteki hiçbir öğrencinin gerçekten bilemeyeceği ve yeniden oluşturulması giderek zorlaşan bir şey hakkında daha iyi bir sezgiye sahipler: Nasıl hissettirdi?

Tarihçi ve romancı

‘Nasıl hissettirdi’ kavramının, tarihi yeniden oluşturmanın gerçek amacı olarak Making History’de bu kadar sık karşımıza çıkması dikkat çekici. E. L. Doctorow, ‘Tarihçi size ne olduğunu, romancı nasıl hissettirdiğini anlatacaktır’ demişti. Cohen, Hilary Mantel’den alıntılıyor: ‘Eğer katma değer istiyorsak, sadece geçmişin nasıl olduğunu değil, nasıl hissettirdiğini de hayal etmek istiyorsak, roman okuruz.’ Bunu, romancıların yapmasını bekleriz. Romancılar, tarihçilerin çoğunlukla yapamadığı veya yapmaması gerekeni, yani karakterlerin kafasında neler olup bittiğini ve karakterlerin ne hissettiğini tanımlayabilirler. Ancak tarihçiler de nasıl hissettirdiğini yakalamak ister. Çünkü onların yaptıkları, romancılarınkinden çok da farklı değil: Bir sayfa üzerinde, yok olmuş bir dünyaya hayat vermeye çalışıyorlar. Romancıların icat etmesine izin verilir, tarihçiler ise doğrulanabilir olgularla çalışmalıdır. Bir şeyler uyduramazlar; oyunun tek kuralı budur. Ancak okurlara belirli bir zamanda ve yerde hayatta olmanın nasıl bir şey olduğu hakkında fikir vermek isterler. Bu anlam bir olgu değil, olgulara anlam veren şeydir. Tudor dönemi İngiltere tarihçisi G. R. Elton, tarihi, ‘Öğrenme ve bilimin kontrolündeki hayal gücüdür; öğrenme ve bilim, hayal gücüyle anlamlı hale getirilir’ diye tanımlarken bunu kastetmiş gibi. (…)

Tarih yazımı, olayların, görünüşe rağmen, düzensiz bir şekilde gerçekleşmediği; bireyler mantıksız davranabilse de değişimin rasyonel olarak açıklanabileceği inancına dayanır. Cohen’in belirttiği üzere Gibbon, felsefenin ilk ilkelerin arayışı olduğu gibi, tarihin de hareket ilkesinin arayışı olduğunu düşünüyordu. Birçok Batılı tarihçi, hatta Ranke gibi ‘bilimsel’ tarihçiler bile geçmişin ilahi bir tasarımı olduğunu varsaydılar. Ranke, tarihi olayların arkasındaki ‘Tanrı’nın eli’nden söz etti.

Hobsbawm gibi Marksist tarihçiler, bir tarihsel gelişme yasasına inanırlar. Annales okulundakiler gibi bazı tarih yazıcılar, siyasi olayların oldukça karmaşık bir şekilde gerçekleştiğini düşünürler, ama yüzeydeki kaosun altında döngüler, ritimler, longue durée (uzun vade) gibi düzenlilikler vardır.

Hikâye anlatımı olarak tarih

Yine de tarih bir bilim değildir. Esasen, A.J.P. Taylor’ın da dediği gibi, ‘sadece bir hikâye anlatma biçimidir’. Olgularla hikâye anlatımıdır. Olgular kendi başlarına bir şey ifade etmez ve sadece kullanılmak üzere orada değillerdir. İngiliz tarihçi E. H. Carr’ın söylediği gibi onlar, ‘geniş ve bazen erişilmez bir okyanusta yüzen balıklar gibidir ve tarihçinin yakaladığı şey, kısmen şansa, ama esas olarak okyanusun hangi kısmında balık tutmayı seçtiğine ve hangi olta takımını kullanmayı seçtiğine bağlı olacaktır. Bu iki faktör, elbette, yakalamak istediği balığın türüne göre belirlenir. Bütüne bakıldığında, tarihçi istediği türden olguları elde edecektir.’”

Yazar, bundan çıkarılması gereken dersin, tarihçinin hiçbir şeyi dışlamaması gerektiği olduğunu söylüyor: “Üretim araçlarının mülkiyetinden, insanların tırnaklarını boyadıkları renge kadar her şey, potansiyel olarak geçmişi anlamlandırma kabiliyetimizle ilgilidir. Annales tarihçileri bu yaklaşıma ‘bütünsel tarih’ adını verdiler. Ancak, bütün tarihte bile, bazı balıkları yakalar ve diğerlerini salıverirsiniz. İstediğiniz olguları elde etmeye çalışıyorsunuzdur.

Peki, tarihçiler olguları ne için istiyorlar? Cohen’in kitabının buna üstü kapalı cevabı; beyin yıkamak, eğlendirmek, uyarmak, haklı çıkarmak, mahkûm etmek gibi binlerce amaç olduğudur. Ancak amaç, tarihçi için kişisel olarak önemli olduğundan seçilir ve neredeyse her zaman, üretilen tarih, tarihçi için önemli olduğundan bizim için de önemlidir. Cohen’in söylediği gibi, geçmişi yazmakla ilgili şöyle büyük bir ironi vardır: ‘Her yazar, karakterinin ve koşullarının tutsağıdır, ancak bunlar, çoğu zaman onu o yapanlardır.’

Tarihin asla yapmadığı, geçmiş olayların kişisel olmayan ve nesnel bir açıklamasını sunmaktır. Antropolog Claude Lévi-Strauss’un söylediği gibi, tüm tarih ‘tarih içindir’. Gibbon, Gerileyiş ve Çöküş’ü ne için yazdı? Cohen’in buna yanıtı; 18’inci yüzyıl Britanya’sını, imparatorluğu tehdit edebilecek hatalar konusunda uyarmak, Roma ile aynı kaderi paylaşmasını önlemekti. Başka bir deyişle Gibbon, hikâyesinin faydalı olabileceğini düşünmüştü. Bu nedenle Roma medeniyetini Britanyalıların kendisiyle ilişkilendirebileceği, Hıristiyanlığı da Akıl Çağı’nın kilise karşıtı önyargılarına uygun şekillerde tasvir etmesi gerekiyordu. Peki, ya zavallı adamın bedeni ve kusurları? Cohen (Woolf’un yaptığı gibi), çekici olmamasının Gibbon’a nüfuz edilemez bir ironi pelerini sağladığını düşünüyor. Duygusal beklentilerini kontrol altında tutmayı öğrenmiş ve bu onu dinsel coşku konusunda soğukkanlı bir analizci haline getirmişti.

Lévi-Strauss, modern toplumlardaki tarihin, modern öncesi kültürlerdeki mit gibi olduğunu ileri sürüyor. Bu, kendimizi kendimize anlatma şeklidir. Bu anlatının nasıl görünmesini istediğimize ilişkin karar, hikâyeyi başlatacağımız tarihi seçmek gibi basit bir eylemle başlayabilir. 1603 mü, yoksa 1619 mu? Bu yıllardan birini seçiyoruz ve olaylar buna göre sıralanıyor. İnsanlar bunun ideolojik bir tarih oluşturduğundan şikâyet ediyor. Ama başka ne olabilir ki? Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi baştan sona ideolojiktir. Kimse bunun tarih olmadığını düşünmez. Gibbon bundan asla şüphe duymadı. Vasiyetinde, ‘Bir anıtın gereksiz olduğunu dile getirsem, kibirli olmakla mı suçlanacağım yani?’ diye yazmıştı.”

Bu yazı ilk kez 21 Nisan 2022’de yayımlanmıştır.

 

Louis Menand’ın The New Yorker internet sitesinde yayımlanan “The People Who Decide What Becomes History” başlıklı yazısından öne çıkan bazı bölümler Nevra Yaraç tarafından çevrilmiş ve editoryal katkısıyla yayına hazırlanmıştır. Yazının orijinaline ve tamamına aşağıdaki linkten erişebilirsiniz: https://www.newyorker.com/magazine/2022/04/18/the-people-who-decide-what-becomes-history-richard-cohen-making-history

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x