2024’e girerken küresel düzen veya düzensizliği nasıl yorumlamalı? Goldman Sachs’ın küresel ilişkiler başkanı ve yazar Jared Cohen ile Eurasia Group başkanı Ian Bremmer’ın Foreign Policy için kaleme aldığı yazıda mevcut durumun ayrıntılı bir analizi yapılıyor.
Yazıdan öne çıkan bölümleri aktarıyoruz:
“Onlarca yıllık göreceli jeopolitik sükûnetin ardından dünya, Soğuk Savaş’tan bu yana en istikrarsız ve tehlikeli dönemine girdi.
Son olayları bir düşünün. ABD Başkanı Joe Biden’ın geçen Kasım ayında San Francisco’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ile yaptığı görüşmeye rağmen, iki ülke arasındaki ilişkiler o kadar keskin bir şekilde kötüleşti ki aralarında bir savaş artık olasılık dışı değil.
COVID-19 pandemisi, büyük ölçüde geride kalsa da küresel sistemde etkisini sürdüren siyasi ve ekonomik şoklara yol açtı. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, Avrupa’yı istikrarsızlaştırıcı bir savaşa sürükledi. 7 Ekim’de Hamas’ın İsrail’e yönelik saldırıları, bölgesel istikrar yolunda yıllardır kaydedilen ilerlemeyi yok edebilecek yeni bir Ortadoğu savaşının fitilini ateşledi.
Bize göre son olaylar en iyi şekilde küresel siyasette bir itibar krizinin belirtileri olarak anlaşılmalıdır. Hiçbir gücün tek başına uluslararası düzeni korumaya istekli ve muktedir görülmediği ortaya çıktıkça, uluslararası sistemin kendisi de hızla itibar kaybediyor. Fırsatçı devletlerden teröristlere ve suç örgütlerine kadar çeşitli aktörler bu boşluklardan faydalanarak jeopolitik istikrarsızlığı ve belirsizliği arttırıyor. Bu eğilim daha da kötüleşecek gibi görünüyor.
İtibar nedir ve ne değildir?
Devletler arasındaki ilişkiler güç algılarına bağlıdır ve bu algılar da itibar değerlendirmeleriyle ilişkilidir.
Genel anlamıyla itibar, birine ya da bir şeye güvenilip güvenilmediği ya da inanılıp inanılmadığıdır. Aynı durum devletler, özellikle de büyük güçler ve onların şekillendirdiği bölgesel ve uluslararası düzenler için de geçerlidir. Bir düzen güvenilirlikten yoksunsa, düzen karşıtları ve hatta hayal kırıklığına uğramış taraftarları yerleşik kurallara ve teamüllere uymaktan vazgeçerler. Sonuç, bugün tanık olduğumuz türden düzensizlik ve istikrarsızlıktır.
Devletler için itibar birkaç temel değişkeni içerir: Katı askeri ve ekonomik güç; siyasi ve kültürel çekiciliğin yumuşak gücü; tarih ve ortamla ilgili daha soyut nitelikler… Sert ve yumuşak güç bir devletin itibarlı olması için gereklidir, ancak yeterli değildir; başkalarının da söz konusu devletin taahhütlerini yerine getireceğine inanması gerekir.
Devletler düşmanlarını caydırmak, müttefiklerine ve ortaklarına güven vermek ve harekete geçmeye zorlamak için tehditlere ve vaatlere başvururlar. Ancak tehditleri yerine getirmek de verilen sözleri tutmak da maliyetlidir. İtibar, devletlerin istedikleri sonuçları kendilerine en az maliyetle elde etmelerini ve önceliklerini salt gücün izin verdiğinin ötesine taşımalarını sağlar.
Küresel düzeyde itibar, ittifakların ve caydırıcılığın işlemesini sağlayarak işbirliğini artırır ve çatışma riskini azaltır. Büyük güçler güvenilirliğe sahip olduklarında, savundukları düzenler diğer devletler tarafından meşru olarak algılanır, bu devletler de bu düzenlerin korunmasında kendi çıkarlarının olduğunu kabul eder ve isteyerek bu düzenler içinde faaliyet gösterirler. Ancak büyük güçlerin itibarı azaldığında, diğer aktörlerin davranışlarını ılımlı hale getirme istekleri de azalır. Dolayısıyla dünyanın önde gelen güçlerinin itibarı, uluslararası düzenin ve jeopolitik istikrarın oluşturulması ve sürdürülmesi için bir ön koşuldur.
ABD’nin itibarının kaynakları
Son dönemde ABD-Çin ilişkilerini istikrara kavuşturma çabalarına rağmen, küresel siyasetin en önemli dinamiği Washington ve Pekin arasında derinleşen rekabet olmaya devam ediyor. Bu rekabetin merkezinde de uluslararası düzeni şekillendirme yarışı yer alıyor.
ABD ve Çin, ekonomik büyüklük ve askeri güç açısından ezici üstünlükleri göz önüne alındığında, küresel liderlik için makul bir şekilde kapasite iddia edebilecek devletlerdir. Asıl soru, Washington ya da Pekin’in diğer devletleri kendilerini takip etmeye ikna edecek itibara sahip olup olmadığıdır. Dünya genelinde süregelen jeopolitik dönüşümler, bu konuda şüphe duymak için nedenler olduğunu gösteriyor. ABD bu rolü oynamakta giderek daha isteksiz ve yetersiz görülüyor.
ABD ve Çin’in güvenilirlikleri de aynı düzeyde değil. ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, ekonomik ve askeri üstünlüğünü kullanarak Avrupa ve Japonya’nın yeniden inşasına ve Birleşmiş Milletler ile diğer uluslararası kurumlarının kurulmasına öncülük ederken, NATO’yu kurmak ve Sovyetler Birliği’ni kuşatma politikasını sürdürmek için itibarından yararlandı.
Ancak ABD’nin değerleri ve iç sorunları karışıktı. Ülke içinde korkunç eşitsizlik ve yabancı hükümetleri devirmek için yapılan müdahaleler, ABD’nin yurtdışındaki liderliğini zayıflattı. Yine de ABD’nin özeleştiri, reform ve yenilenme kapasitesi, 1989’da Berlin Duvarı yıkıldığında, ne kadar kusurlu olursa olsun ABD demokrasisinin dünya çapında bir model olarak kalmasını sağladı.
ABD 2023’te de dünyanın lider gücü olmaya devam etse de uluslararası düzeni tek başına ayakta tutabileceği artık söylenemez. Washington’un güvenilirliği konusunda artan şüpheler var. Bu şüpheler kaba güçle ilgili değil.
ABD’nin GSYİH’si 27 trilyon dolarla küresel GSYİH’nin yaklaşık yüzde 25’ini oluşturuyor ki bu oran Soğuk Savaş’ın sonundaki oranla aynı. Dünyanın önde gelen ve en yenilikçi şirketlerinin birçoğu ABD’de bulunuyor. Alternatif arayışlarına rağmen, ABD doları, dünyanın başlıca rezerv para birimi olmaya devam ediyor. ABD’nin 2022 yılında yaklaşık 877 milyar dolar olan savunma bütçesi dünyanın en büyüğü olmaya devam ediyor. Ayrıca 80 ülkede yaklaşık 750 askeri üssü bulunan ABD, küresel güç aktarımını kolaylaştıran rakipsiz bir savunma ağına sahip.
Washington elbette önemli ekonomik ve stratejik zorluklarla karşı karşıya. ABD’nin ulusal borcu Eylül ayında 33 trilyon dolara ulaştı ve faiz ödemeleri Ağustos 2023’e kadar ilk kez mali yıl askeri program harcamalarını aştı. IMF, ABD ekonomisinin 2023 yılında sadece yüzde 2,1, 2024 yılında ise yüzde 1,5 oranında büyüyeceğini öngörüyor.
Washington’ın itibar krizi
Ancak ABD’yi rahatsız eden itibar krizi esas olarak kendi son dış politika tercihleri ve ülke içinde derinleşen bölünme ve işlevsizlikten kaynaklanıyor.
Son yirmi yılda ABD’nin dış politika kararları hem geleneksel müttefiklerini hem de gelişmekte olan ülkeleri yabancılaştırdı. 2003’te Irak’ın işgali Washington’a olan küresel güveni ciddi şekilde aşındırdı. Suriye’de kimyasal silah kullanımı konusunda “kırmızı çizgiyi” uygulamama kararı ABD’nin güvenilirliğini daha da zayıflattı. Yakın geçmişte ABD’nin NATO’dan çekilme tehditleri ve Trans-Pasifik Ortaklığı’ndan vazgeçmesi hem stratejik hem de ticari bir ortak olarak güvenilirliğini azalttı.
Ancak güvenilirlik duruşa göre değişebildiğinden aynı politikalardan farklı sonuçlar çıkabilir. Örneğin ABD 2021’de Afganistan’dan çekildiğinde, bazıları bunu yerinde bulurken birçok yorumcu bunu ABD’nin güvenilirliğine vurulmuş büyük bir darbe olarak gördü. ABD’nin Ukrayna’ya yaptığı askeri, insani ve mali yardımlar ve Rusya’ya uyguladığı geniş kapsamlı yaptırımlar ise, Washington’un birçok ileri sanayi demokrasisi nezdindeki güvenilirliğini artırırken, üçüncü ülkeler bunu ABD’li siyasetçilerin Avrupa çıkarlarına öncelik verdiği sonucuna varmasına yol açtı.
ABD artık ‘model’ değil
Ancak ABD’nin güvenilirliğini zedeleyen en ciddi faktör kendi iç sorunları olabilir. Son yıllarda ABD toplumu ve siyasi sistemi giderek daha fazla bölündü ve işlevsiz hale geldi. Gelir eşitsizliği artarken ortalama yaşam süresi azaldı ve birçok gösterge kutuplaşmanın arttığına işaret ediyor. 6 Ocak 2021’deki Kongre baskınından sonra ABD artık iktidarın barışçıl bir şekilde el değiştirdiği kesintisiz bir tarihe sahip değil.
Artan kanıtlar iç politikanın ABD’nin küresel güvenilirliğini erozyona uğrattığını açıkça ortaya koyuyor. Washington’un Ortadoğu’da ve Hint-Pasifik bölgesindeki ülkeler ABD’nin uzun vadeli taahhütlerine şüpheyle yaklaşıyor ve bu da bazılarını Çin ile ekonomik ve askeri bağlarını arttırmaya itiyor. ABD’nin hasımları ise nüfuz ve istihbarat operasyonları yoluyla bu kutuplaşmadan faydalanmaya çalışıyor.
Çin’in iddialı dış politikası
ABD’nin aksine Çin, mevcut uluslararası düzenin oluşmasında nispeten önemsiz bir rol oynadı. Pekin, 20. yüzyıl boyunca zaman zaman önemli bir dış politika aktörü olsa da nüfusu ve potansiyeli göz önüne alındığında büyük ölçüde iç meselelerle meşguldü.
Ancak 1970’lerin sonunda Deng Şiaoping’in reformlarından bu yana Çin ekonomisi yıllık ortalama yüzde 9 gibi olağanüstü bir oranda büyüdü ve 800 milyondan fazla Çinli yoksulluktan kurtuldu. Gelişmekte olan pek çok ülke artık Pekin’i hızlı ekonomik kalkınmanın bir modeli olarak görüyor. Çin, çeşitli girişimleri aracılığıyla küresel siyaseti yeniden yapılandırma çabalarına girişti. Pekin’in niyeti Şi Cinping’nin Çin’in “dünyanın merkezinde yer alma” iddiasıyla özetleniyor. Çin bu yılın başlarında Suudi Arabistan ile İran arasındaki ilişkilerin normalleşmesine aracılık ederek giderek iddiasını kısmen kanıtladı.
Bu iddialı dış politika, büyüyen bir Çin Halk Kurtuluş Ordusu tarafından destekleniyor. Çin 2035 yılına kadar 1.500 nükleer savaş başlığına sahip olabilir. Bu rakam şu anki nükleer silah stokunun neredeyse dört katı. Askeri uzmanlar, Çin’in meydan okuması halinde ABD’nin Tayvan’ı tek başına koruyacağını öngörüyor.
‘Çin yüzyılı’ sürdürülebilir mi?
Çin, ABD’nin bugüne kadar karşılaştığı en zorlu rakip ve bu gerçek en çok ekonomik alanda kendini hissettiriyor. Çin, dünyanın en büyük ikinci GSYİH’sine sahip olmanın ötesinde, en büyük ihracatçısı,120’den fazla ülkenin en büyük ticaret ortağı ve enerji dönüşümü için gerekli olanlar da dâhil olmak üzere birçok küresel tedarik zincirinin kilit noktası… Pek çok kuruluş Çin’in yüzyılın ortalarından önce dünyanın en büyük ekonomisi haline geleceğini ve ABD’nin yaklaşık 150 yıldır sahip olduğu bu konumu ele geçireceğini tahmin ediyor.
Ancak Çin ekonomisi yakın zamana kadar yaygın olan “Çin yüzyılı” tahminlerini karşılayamadı ve son dönemdeki yavaşlamanın konjonktürel olmaktan çok yapısal olduğuna inanmak için nedenler var: Çin’in yıllık GSYİH büyümesi 2003’te yüzde 10 iken 2013’te yüzde 7,8’e geriledi ve bu rakamın bu yıl yüzde 5,3 olacağını öngörülüyor. IMF, Çin’in büyümesinin 2027 yılına kadar yüzde 3,7’ye kadar düşeceğini tahmin ediyor. Birleşmiş Milletlere göre Çin’in nüfusu halihazırda azalıyor. Dahası, Çin’in önümüzdeki on yıl içinde orta gelir tuzağını aşıp aşamayacağı da belirsiz.
Birçoklarının toplumsal sözleşme olarak adlandırdığı, vatandaşların ekonomik fırsat vaadi karşılığında siyasetten uzak durduğu bu durum, özellikle gençler arasında giderek daha az taraftar buluyor.
Ekonomik liberalleşmenin Çin’de siyasi liberalleşmeye yol açacağı yönündeki eskiden yaygın olan görüş de ortadan kalktı. Bugün Şi, ekonomik büyümeden ziyade siyasi kontrole öncelik veriyor. Bu da Çin’in siyasi sistemini daha kırılgan ve özdenetim kapasitesi daha az bir hale getirmiştir.
İddialı dış politikaya tezat sıkı iç politika Çin’in yumuşak gücünü zayıflattı ve uluslararası güvenilirliğine ciddi bir darbe indirdi. Afrika ve Latin Amerika ülkeleri daha olumlu yaklaşsa da Çin hakkındaki olumsuz izlenimlerin özellikle COVID-19 salgınından sonra ciddi biçimde arttığı görülüyor. Çin’in dış ve iç politikalarının sonuçlarından ürken Batı’daki ve Hindistan, Filipinler ve Vietnam gibi ülkelerdeki siyasi karar alıcılar, ABD’nin güvenilirliği konusundaki endişelerine rağmen Washington’la daha yakın işbirliğine giderek risklerini azaltıyor.
Jeopolitika boşluk kaldırmaz
Ne ABD’nin ne de Çin’in 21. Yüzyılda uluslararası düzeni korumaya ve sorumlu bir şekilde reforme etmeye hem istekli hem de muktedir görülmemesi nedeniyle, mevcut uluslararası sistemin güvenilirliği hızla aşınıyor. Sonuçta, derinleşen liderlik ve kurumsal boşluk, yeni makro eğilimler için gerekli koşulları yaratıyor.
ABD ve Çin’in karşı karşıya kaldığı güvenilirlik krizleri, 20 yıllık yükselen piyasa yakınsaması ile birleşince, güçlü yeni bir grup küresel oyuncunun yükselişine yol açtı. Bunlar, Washington ve Pekin’den bağımsız hedefleri ve bu hedefleri ileriye götürecek kapasiteleri olan, Brezilya, Hindistan ve Suudi Arabistan’ın da aralarında bulunduğu nispeten istikrarlı orta ve bölgesel güçler. Bugün küresel liderlikte yaşanan kriz söz konusu devletler açısından riskleri arttırmakla birlikte onlara daha fazla manevra alanı da sunuyor. Ekonomik ve diplomatik güçleri onları jeopolitikada giderek daha etkili güçler haline getiriyor.
Teknoloji şirketleri başıboş kaldı
Jeopolitik gelişmeler aynı zamanda mal ve hizmetlerin dünya genelinde hareketini de değiştiriyor. Birçok gelişmekte olan ülke, daha fazla kaynak milliyetçiliği yoluyla kritik mineral tedarik zincirlerindeki konumlarını güçlendiriyor.
Güvenilirlik krizi aynı zamanda dünyanın en büyük özel teknoloji şirketlerinin küresel politikada daha büyük, daha özerk roller oynamaları için alan yaratıyor. Bu şirketlerin birçoğu dijital alan üzerinde neredeyse egemen güçlere sahip ve jeopolitik aktörler olarak ulus devletlere giderek daha fazla meydan okuyorlar.
Teknoloji şirketleri güçlerini veriler, kodlar ve sunucular üzerindeki neredeyse mutlak kontrollerinden alıyor. Bu da onlara, tıpkı hükümetlerin fiziksel topraklar üzerinde yaptığı gibi sanal alanda kurallar koyma ve güç uygulama imkânı veriyor. Bugün teknoloji şirketleri kendi özel çıkarlarının peşinde koşan seçilmemiş, hesap vermeyen ve genellikle öngörülemeyen özel aktörlerdir. Gerçekten de 21. yüzyıldaki güç dengesi, ABD ve Çin arasındaki rekabet kadar teknoloji şirketleri ve ülkeler arasındaki rekabetle de tanımlanabilir.
Güvenilirlik açığının sonuçları
Güvenilirlik krizinin belki de en açık sonucu, salgın hastalıklardan iklim değişikliğine ve yıkıcı teknolojilere kadar acil ulus ötesi sorunlarda uluslararası işbirliğinin erozyona uğramasıdır. Bu sorunlar ülkelerin tek başlarına hareket etmeleriyle yeterince ele alınamaz.
Bugün, Ortadoğu’da istikrarsızlığın yeniden baş göstermesi, Avrupa’daki savaş, Hint-Pasifik bölgesinde artan gerilimler ve dünyamızı yeni yeni anlamaya başladığımız şekillerde yeniden şekillendirecek olan teknolojik değişimlerle birlikte, son on yılların en istikrarsız ve belirsiz jeopolitik ortamıyla karşı karşıyayız. Büyük güçler arasında güvenilirliğin yeniden tesis edilmemesi ya da yeni işbirliği biçimlerinin ortaya çıkmaması halinde, jeopolitik dalgalanma ve belirsizlik önümüzdeki uzun yıllar boyunca küresel siyasetin belirleyici özellikleri arasında yer alacak gibi görünüyor.”
Bu yazı ilk kez 14 Aralık 2023’te yayımlanmıştır.