Bu yılın mart ayındaki bir sayısında The Economist Dergisi’nin “Israel Alone” (Yalnız İsrail) manşetinin süslediği yıpranmış/ savrulmuş İsrail bayrağının yer aldığı bir kapakla çıkması çok konuşuldu.[1]
Dergideki konuya ilişkin makale incelendiğinde İsrail’in 7 Ekim 2023’ten o güne geldiği aşama ve ondan sonraki yol haritasına dikkat çekildiği görülebiliyor. İsrail’in 75. yılını dolduran tarihinin en keskin virajında bir sonraki bölüme nasıl geçileceğinin irdelendiği o yazıdan bugüne 8 ay daha geçti. Hâlâ ateşkes yolunda somut adımlar atılmadı, beklenen ABD rehberliği oluşmadı, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu direksiyonda kalmayı başardı. Üstelik Hizbullah liderlerini öldürme emri vererek Gazze’deki askerî olarak tamamlanamayan, esirlerin kurtarılamadığı bir operasyonun lekesini üzerinden silmiş bir halde konumunu muhafaza etti. Tüm bu süreçte İsrail aleyhine uzun yıllar boyunca görülmeyen, yaptırım gücü kısıtlı ama tarihe not düşülen bazı uluslararası hukuki kararlar da alındı.
The Economist kapağında yer alan yıpranmış bayrak metaforunun arka planında geçmiş ne söylüyor, gelecek ne vaat ediyor?
Günümüzde her geçen gün güncellenen sayılarla artan acı bilanço; Gazze, Batı Şeria ve savaşın sıçradığı Lübnan’da daha belirgin bir panorama sunuyor. İsrail’in teknolojik üstünlüğünü arkasına alan limitsiz saldırgan politikası dünya kamuoyunda farkındalık yaratsa da çok daha derin bir analizin üst başlığı olacak şekilde Batı desteğini arkasında tutmasını sağlıyor.
Şüphesiz İsrail’i savunan Batı dünyasının işini kolaylaştıran unsur Hamas’ı “terör örgütü” olarak kategorileştirmede gösterdikleri kararlılık oldu. Bugün Batı medyasında ülkelerin yetkililerinde/kurumlarında İsrail’in sınırı çoktan aştığı düşüncesi hâkim olsa da (herhangi bir Batılı diplomat, misyon çalışanı, düşünür ile yapılan kişisel sohbetlerde bu tespit aktarılabiliyor) “düşman, terörist, aşırılıkçı” olarak yaftalanan Hamas’ın mücadelesi ideolojik saikler vurgusu belirginleştirilerek kriminalize ediliyor.
7 Ekim saldırısından bir gün önce hayat nasıldı?
7 Ekim’deki Hamas’ın saldırısı sonrası İsrail mütecaviz saldırıları Batı siyasi bloğun ve medyanın öne sürdüğü gibi kendini korumak refleksi miydi, yoksa 7 Ekim yıllardır gelişen dinamiklerin sonucu muydu? Yakın zamana odaklanacak kısa bir tarihsel etüt ile günümüz koşullarına ve önümüzdeki döneme giden bir hat çizmek faydalı olacaktır.
İsrail devleti kuruluş aşamasında sürgün ve kıyım metoduyla bir devlet tasavvurunu ortaya koymak istendi.[2] Sonraki aşamada farklı asimilasyon teknikleri ve sınırlandırma politikası ile Filistin toplumunun sac ayakları hedef alındı. Eğitimde kırım- Scholasticide, politika kırımı- Politicide, Kültür kırımı – Culturicide gibi literatürde yer bulan yeni terimler İsrail’in devlet olarak ortaya koyduğu sistematik baskı mekanizmalarına referans veriyor.[3]
Günümüz koşullarında Kudüs fiili olarak da ikiye ayrılıyor. Bir yanda Müslüman Arapların yer aldığı Doğu kısmı, bir yanda da adeta başka bir ülkeye ışınlanmış gibi hissedeceğiniz modern yapıların, sayfiye yeri izlenimini veren Batı Kudüs.
7 Ekim öncesi koşullarda toplumsal bir kriz anında Mescid-i Aksa’ya giden yollar kapanıyor, Doğu Kudüs’te Cuma namazı irili ufaklı bir kitlenin yan yana gelmesi bile polis müdahalesi ile son buluyor. İsrail polisinin sıktığı kimyasal gaz sonrasında tüm sokaklarda neredeyse bir sonraki cumaya kadar kaybolmayan kokuya neden oluyor.
1950’de ortaya çıkan ve sonrasında her daim Yahudi yanlısı olarak revize edilen “Gaiplik Yasası” gibi hukuki altyapılar ile Filistinlilerin mülklerine el konulabiliyor.[4] Doğu Kudüs’ün tarihi mahallelerinde de dolaşırken hiçbir evde Filistin bayrağının asılı olduğu görülemez. Hukuki altyapısı olmayan ancak fiili olarak yasaklanan bir durumdur. Buna karşılık aynı mahallede, üstelik 2021’deki Şeyh Cerrah hadiselerinin patlak verdiği sokakta İsrail bayrakları dalgalanmaya devam ediyor. Batı Şeria’da her geçen gün yenisi eklenen kontrol noktaları ile evine gidiş yolunu değiştirmek zorunda kalan bir Filistinli olmak bir başka psikolojik test. Batı Şeria’da Filistinlilerin kullandığı günlük rotalar bile Yahudi yerleşimcilerin kullandıkları ile farklılık gösteriyor. [5] İsrail içinden gelenlerin sarı plakalarına sağlanan ayrıcalık, Batı Şeria’da yaşayan bir Arabın yeşil-beyaz fondaki plakasından esirgeniyor.
7 Ekim öncesi antidemokratik koşulların yasa zırhına bürünmüş en önemli hamlesi ise 2018 yılında gelmişti. Tam bu noktada kişisel bir anektodu aktarmak faydalı olacaktır. 2018 yılında İsrail’deki siyasi partilerin politik ajanda ve eylemlerini referans alarak Filistin meselesi üzerindeki farklılıklarını mercek altına alacağım bir yüksek lisans tezi için kolları sıvamıştım. Exeter Üniversitesi’ndeki bu çalışmam sırasında İsrail’de gündeme gelen bir tasarı tez çalışmamda revizyon yapmama yol açtı. “İsrail- Yahudilerin Ulus Devlet Yasası” olarak da bilinen bu yasanın çerçevesi İsrail’i mutlak bir Yahudi devleti haline getirmeyi öngörüyordu.[6] Nitekim bu çerçeve kabul edildi, yasalaşma süreci onaylandı. İsrail’i Yahudi halkının ulus devleti olarak niteleyen bir omurgayı ihtiva ediyordu. 1948 sonrası koşullarda ayrık sesler çıksa da dönemin kurucu lideri ve ilk İsrail Cumhurbaşkanı Ben Gurion’ın günlüklerinden akseden realite mono blok- homojen bir Yahudi devleti tesis etmenin ana gaye olduğuna işaret ediyordu.[7] Bu bağlamda Filistinliler değişik bölgelerde farklı biçimlerde topraklarından edildi, kimisi tecrit edildi, kimisi sürüldü, kimisi de el konulan evlerinin yakınında daha ilkel koşullarda yaşamaya mahkûm edildi. Tüm bu eylemleri icra etmek için gerekli kurumsal şemsiyeler de süreç içerisinde tesis edildi.
İsrail’in savaş sonrası bir gelecek vizyonu var mı?
Gelecek projeksiyonlarının altını çizeceğimiz bu aşamada aşırı yorumlara sapmadan, tahminlerimizin sınırlarını nesnel gerçeklik üzerinden yürütmek daha kayda değer bir çıkarıma yol açacaktır.
Öncelikle bölgesel gelişmelere dair öngörüleri belirleyecek faktörlerin başında iç dinamiklerin nasıl şekilleneceği önemli.
İllegal yerleşimler olarak 1967’den bu yana tanımlanan Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki yapılaşma sona erecek ya da adil bir şekle bürünecek mi? İsrail 67 savaşından bu yana farklı saiklerle yerleşimlerin inşasına devam etti. Bu yerleşimler İsrail kamuoyunda aynı meşruluk seviyesinde değil, mono blok bir anlayışla bu yerleşim meselesi algılanmıyor. [8] Ancak 7 Ekim sonrasında gelinen aşamada Mesianik- dinî saiklerle ivme kazanan bu yerleşimlerin sağcı-dinci yapıların da güçlenmesiyle devam edeceğini tahmin etmek en rasyonel öngörü olacaktır.
Bu konudaki tıkanmayı not düştükten sonra “İki devletli çözüme evrilecek bir rota saptanabilir mi?” sorusuna değinmek gerekiyor.
İki devletli çözüm konusunda atılan tüm adımlar, onlarca referans niteliğindeki Birleşmiş Milletler kararları 2024 yılına geldiğimizde bir realiteye dönüştürülmedi. İsrail Devleti’nin yeni Donald Trump döneminde dünyadaki duyarlı kamuoyunu bu yönde rahatlatacak bir adım atması için bir sebep gözükmüyor. Trump’ın “Yüzyılın Anlaşması” olarak ambalajladığı sınırlar dahilinde bir çerçeveden geri adım atmasını beklemek iyimser bir tahmin olacaktır. Zaten mevcut Başkan Joe Biden döneminde de Filistin halkına verilen sözler yerine getirilmedi, 7 Ekim sonrasında oluşan tabloda bir iyileşme sürecine girilemedi.
İsrail siyasetinde yumuşama dönemine girilebilir mi?
Netanyahu savaş öncesindeki dönemde de yargı reformu girişimleri nedeniyle aylarca protesto edilmiş [9], şimdi Itamar Ben- Gvir ve Bezalel Smotrich gibi normal şartlarda demokratik normları benimsemiş hiçbir ülkenin kabinesinde yer almaması gereken isimleri ekibine almak durumunda kalmıştı.
İsrail müesses nizamında bu isimlerin bazı aksiyonlarına geçit verilmese de İsrail toplumu son gelişmeler ışığında daha da aşırı bir çizgiye eğilim gösteriyor. İsrail’de geleneksel Siyonist akidenin içerisinde yer almayan toplulukların (Ultra-Ortodoks Yahudiler) daha siyasi- milliyetçi bir çizgiye eğilim göstermeleri artık somut bir olgu. [10]
Tam bu noktada yakın zamanda alınan uluslararası kararlar İsrail’in hesap verebileceği bir iklime yol açabilir mi? Özellikle aralarında birkaç yüz metre bulunan Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı (UAD) ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde (UCM) alınan kararlar duyarlı dünya kamuoyu nezdinde bir teselli oldu. BM’nin en yüksek karar organı UAD’de de önce ocak ardından temmuz ayında alınan kararlar İsrail’i “işgalci güç olarak” tanımladı, ayrımcılık uygulamak ile itham etti, “İsrail’in işgal altındaki topraklardan çekilmesi ve zararları telafi etmesine” hükmetti. Her ne kadar UAD’nin kararları tavsiye niteliğinde olsa da fiili bir duruma hukuki çerçeve kazandırması açısından önemli bir eşik oldu. UCM de Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Yaov Gallant hakkında tutuklama emri çıkarttı, birçok İsrail yanlısı siyasi patikayı takip eden ülke de bu kararı takip edeceğini ilan etti.[11] Bu isimlerin UCM’yi tanıyan bir ülkeyi ziyaret etmelerinin tutuklanmalarına yol açma ihtimali bile kısa bir süre önce hayal edilemeyecek bir aşama olarak yorumlanıyor. Bu hukuki kıskacın İsrail üzerinde savaş sonrası koşullarda bir baskı unsuru olması beklenebilir. [12] İsrail Filistin’i tamamen yutmuş sınırları yeknesak bir devlet yaratsa dahi orta vadede bu kararlar ve 7 Ekim bilançosu ile bir gün yüzleşecektir. Zaman zaman kullanılan “bitmeyen ve kazananı olmayan savaş” metaforu da bu anlamda kayda değer bir tanımlama olarak görülebilir.
Sürecin diğer Arap ülkelerine etkisi
Bölgedeki diğer Arap ülkelerinin tesirine de odaklanmak gerekiyor.
Hamas doğumu, gelişimi ve günümüzdeki mevcut organizasyon şemasıyla (en azından 7 Ekim öncesindeki) herhangi Arap rejiminin (otoriter) korkulu rüyası olabilecek bir yapı anlamına geliyor. Cumhuriyet kavramından korkan, siyasi partilere sahip olmayan Arap Devletlerinin Şii bloğun kol kanat gerdiği Hamas’ın erimesine vermediği tepki tüm dünyanın gözü önünde gerçekleşti.
Binlerce sivil Arap dünyasının gözü önünde gadre uğradı, adeta tüm hesaplar savaş-çatışma-katliam sonrasına bırakıldı. Hamas ya da Hizbullah’tan arınmış bir bölgesel panorama İsrail ve bölgedeki Sünni Arap otoriter rejimler için tercih edilebilir bir yeni dönem tablosu oluşturuyor. Savaş öncesi koşullarda imzalanan İbrahim Anlaşmaları’nın başat aktörleri Suudi Arabistan ve BAE de mevcut durumda ABD üzerinden savaş öncesi İsrail’le geliştirdikleri momentumu kaybetmeme gayretinde görünüyor.
İsrail’i ne bekliyor?
İsrail 7 Ekim sonrası ABD desteğini arkasına alarak Gazze ve sonrasında Lübnan’ı hedef alan tavizsiz savaş protokollerini devreye soktuğu bir askerî politikayı uygulama şansı buldu. Netanyahu yönetimi süreci bir fırsat penceresi olarak görerek şahin kabine üyelerinin (zaman zaman tırpanlanan aşırı görüşleri eşliğinde) istikametinde bir yıkım makinesini işleme koydu.
Yazımızın genel eğilimi iç politikadaki gelişmelerin önümüzdeki dönemdeki olası akisleri oldu. Tüm bu serencamın sonunda kısa vadede taviz vermeyen bir tutumla güvenlikçi politikalarını işleme koyabilse de, orta ve uzun vadede yaşanması daha zor ve güvenlik paranoyasının halk nezdinde daha baskın olacağı bir siyasi iklimin İsrail’de egemen olacağını yorumlamak gerçekçi olacaktır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 29 Kasım 2024’te yayımlanmıştır.
[1] https://www.economist.com/leaders/2024/03/21/at-a-moment-of-military-might-israel-looks-deeply-vulnerable
[2] Unutulmuş Filistinliler, Ilan Pappe, sf. 66
[3] “Eğitimi Yok Ediyorlar”, Angelique Mounier-Kuhn, Le Monde Diplomatique, Eylül 2024
[4] https://www.aa.com.tr/tr/dunya/israilin-dogu-kudusu-yahudilestirmeyi-amaclayan-yeni-politikasi-tapu-tescil-projesi/2373005
[5] https://www.youtube.com/watch?v=cDqv96Q4ZIs
[6] https://ordaf.org/wp-content/uploads/2018/07/dd14-israilyasa.pdf
[7] Ben- Gurion Arşivleri, Ben Gurion’un Günlüğü.
[8] Konuya ilişkin harika bir analiz için: Toplumsal Tarih, Aralık 2023, Ferit Belder, “Yahudi Yerleşimleri ve Yerleşimcilik”
[9] (onu Tel Aviv’de protesto eden binlerce İsrail vatandaşı sloganlarını değiştirerek bu kez onun rehineler konusundaki politikasını hedef alarak yeniden aynı mekanlarda 7 Ekim sonrasında yer aldı)
[10] Özellikle genç kuşaklarda gözlemlenen bu duruma 7 Ekim sonrasında sınır bölgesinde ben de şahitlik etmiştim: Genç Ultra-ortodoks Yahudiler devriye yapan İsrail askerlerine destek için sınır hattına gelmişti.
[11] https://www.aa.com.tr/tr/dunya/fransa-ucmnin-netanyahu-hakkindaki-tutuklama-emrine-iliskin-uluslararasi-hukuku-uygulayacak/3403044
[12] Tam bu noktada aleyhine durumlarda uluslararası kurumların kararlarını uygulamakta çekinen ABD önderliğinde tedavüle sokulan “rules based order” – (kurallara dayalı düzen) ifadesinin yarattığı ikileme değinmek doğru olacaktır. Ancak bu devletlerin kendi meşru zeminlerini yaratmak için buldukları bu ara formül başka ve daha kapsamlı bir yazının öznesi olmalıdır.