Başkan Joe Biden ile birlikte dış politika stratejisini yeniden şekillendiren ABD’yi eskisinden farklı bir Ortadoğu bekliyor. Ortadoğu uzmanı John Raine, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (IISS) internet sitesinde yayımlanan yazısında, Ortadoğu’da birbiriyle rekabet halinde iki jeopolitik blokun ortaya çıkmasının Washington’da bir ikilem yarattığını söylüyor: ABD bu yeni stratejik dengeyi ya kabul edecek veya onu yeni bir güvenlik mimarisinin temeli olarak kullanacak.
Yazının öne çıkan bazı bölümlerini aktarıyoruz:
‘ABD Başkanı Joe Biden’ın ABD’nin küresel bir güvenlik aktörü olarak geri döndüğüne dair iddialarının zamanlaması, özellikle Ortadoğu için çok uygun. Bölgenin radikal gündemleri, kronik hale gelen çatışmalar ve artan bölge dışı müdahaleler, etkili bir bölgesel güvenlik mimarisinin eksikliğini sancılı bir şekilde ortaya koyuyor. ABD’nin (Trump’lı yıllar haricinde) oluşturduğu çok taraflı güvenlik örgütleri ve aktif güvenlik garantörlüğü siciliyle bu boşluğu doldurmaya yardımcı olması beklenebilir.
Hedefi ne olursa olsun ABD, kısa süreli yokluğu sırasında Körfez güvenliğinin yeni ve dinamik bir boyut kazandığını görecektir. Bir mimari olmasa bile beklenmedik, yerel bir güvenlik düzeni hızla kendini gösteriyor.
ABD’nin yokluğunda değişen dengeler
ABD ve Avrupa ile aynı safta yer alan bölge devletleri, son beş yılda hem kendilerinin hem de bölgenin savunma ekosistemini değiştiren bir dizi gelişmeye sahne oldu. Körfez ülkeleri savunma ortaklıklarını çeşitlendirerek Çin’den ve ABD dışındaki tedarikçilerden yatırım ve teknoloji çekiyor. Hatta Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan örneğinde bu durum, denizaşırı çatışmalara müdahale etmek gibi daha ileriye dönük bir savunma duruşu ile kendini gösteriyor. Suriye’deki savaşın ardından geniş Ortadoğu’da iki bloklu jeopolitik bir kutuplaşma da söz konusu: Biri İran ve Türkiye’nin başını çektiği gevşek bir konfederasyon; diğeri de Suudi Arabistan, BAE ve Mısır bloku. Bloklara dayanan güvenliğin dinamikleri bölgeye belki de bir tür stratejik istikrar getirmiş olabilir.”
Yazar en önemli gelişmenin Abraham Accords olarak bilinen, İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri arasında, daha sonra Bahreyn’in de katıldığı işbirliği deklarasyonunu takiben İsrail’in Körfez savunma ve güvenlik stratejisinde bir oyuncu olarak ortaya çıkışı olduğunu belirtiyor:
“İsrail’in yaptığı çıkış diplomatik olmanın ötesine geçiyor. Anlaşma, İsrail’in 1979’da Mısır ve 1994’te Ürdün’le yaptığı barış antlaşmalarından niteliksel olarak farklı olduğunu halihazırda kanıtlamış durumda. İsrail’e savunma derinliği sağlama konusunda önceki anlaşmalarla ortak bir hedefi olsa da Abraham Accords, özellikle BAE ile daha dinamik bir ortaklığa kapı aralıyor. Mısır ve Ürdün ile böylesi bir ilişki mümkün değildi zira ulusal kabiliyetler ve ekonomiler arası eşitsizlikler çok fazlaydı.
İsrail ve BAE; güvenlik öncelikleri, dijital ekonomiler, yenilikçi finans ve teknoloji sektörleri ve savunma tedarik sektörlerinde, Çin’den gelenler de dahil olmak üzere, geniş tabanlı yatırımları ABD’ye olan sıkı bağımlılıklarıyla dengeleme yönündeki ortak ihtiyaçları konusunda daha derin yakınlıklar keşfediyor. Daha az uyumlu olan Mısır, Suudi Arabistan ve Bahreyn ise aynı genişletilmiş jeopolitik blokun parçası ve siyaset izin verdiği ölçüde İsrail ile ortaklık ve entegrasyondan kazançlı çıkmaya devam edeceklerdir. BAE’nin İsrail büyükelçisi, İsrail Dışişleri Bakanlığı ile yaptığı görüşmenin ardından iki ulusun ‘dünyayı değilse de bölgeyi değiştirdiğini’ söyledi. Bu abartılı görülebilir ancak ortaklığa dönüşen işbirlikleri Körfez’in güvenlik düzenlemelerini maddi olarak değiştirme potansiyeline sahip.
BAE-Suudi liderliğindeki blok, ortak çıkarlar ve ortak tehditlerle bir araya gelmiş baskın, iyi donanımlı ve kararlı bir koalisyon oluşturuyor. Üyeleri ABD karşısında stratejik özerklikten bahsetmiyor, ancak ABD liderliğini de kabul etmiyor ya da ABD’nin güvenlik gündemini desteklemiyor. Biden tarafından yeniden canlandırılan Obama yıllarının bölgesel mirası, ABD’nin onları destekleme konusundaki isteğine güvensizliğin yanı sıra karar alma, liderlik ve temel kabiliyetlerin yerel olarak sağlandığı ‘hafif bir ABD’ alternatifinin istikrarlı bir gelişimi oldu.
Yerel sorunlara yerel çözümler
Bütün bunlar, ABD yerine bölge dışından başka bir büyük gücü kucaklamak anlamına gelmiyor. Rusya, en azından şimdilik, Suriye ve İran’ı (ve Türkiye’yi) içeren muhalif bloka dahil olduğu için stratejik bir seçenek değil. Çin ile savunma ilişkileri ABD ile karşılaştırıldığında ihmal edilebilecek düzeyde. Bu da uyumlu, aktif ve güvenilir yerel ortaklar arayışı anlamına geliyor. Yerellik önemli, çünkü yerel ortaklar, yine Obama’nın mirası doğrultusunda tehditleri, harekete geçmeye yetecek kadar güçlü bir şekilde yaşıyorlar.
Yerelleşmenin yükselişinin ikinci nedeni, müttefiklerinin mücadele etmesi gereken bölge genelindeki iki yerel tehdide, yani din temelli aşırılık ve İran’ın genişleyen etki ağına, dış güçlerin tutarlı bir yanıt verememesidir. Bu tehditlerden biri ya da her ikisi Suudi Arabistan ve BAE’nin Yemen’den Libya’ya güç projeksiyonuna tutarlılık kazandırıyor. İran örneğinde, Kapsamlı Ortak Eylem Planı (JCPOA) ne uzak nükleer silah tehdidi ne de ülkenin etki ağının getirdiği mevcut tehdidi göz önüne alıyordu. Bölge aktörleri ise artık her ikisini de frenlemek üzerek kendi yöntemlerini oluşturabilecekleri bir çerçeveye sahip.
‘Hafif ABD’ seçeneğinin ortaya çıkmasının üçüncü nedeni, cevap verebilirlik ihtiyacıdır. Bölge aktörlerinin Suriye deneyimlerinden, IŞİD’in yayılmasından ve İran etkisinden çıkardıkları ders; kararlı, tercihen önleyici eylem ihtiyacıdır. ABD’nin yabancı ülkelere silahlı müdahalesine ilişkin sınırlamalar, 2013’te Suriye’de ve Irak’tan çekilmesiyle kendini gösterdi. Çoğu kişi için bu, 1991’de Irak’a kadar uzanan ve güç dengesini ABD ve müttefikleri lehine çevirmek için geniş ölçekte müdahaleye hazır olmaya dayanan uzun soluklu ABD doktrininin sonuna işaret ediyordu. Her ne kadar ABD ile karşılaştırıldığında ateş güçleri küçük olsa da, gerekirse hareket etmeye hazır ve özgür taraflar artık itibar kazanmış durumda.
ABD’nin yeni rolü nasıl olacak?
ABD yönetimleri, ABD’nin güvenlik garantörlüğü rolünün neyi kapsaması gerektiğini tanımlamaya çalışıyor. Askerî yetenekleri geliştirip, uzaktan savaşabilme kapasitesi yıpranarak etkili sonuç vermez hale geldi. Büyük bir askerî mevcudiyet ve egemen devletlerin işlerine müdahale etme isteği, daha önceki on yılları anımsatıyor. Ancak diğerleri bu durumu, düşmanların cezasız bir şekilde hareket edebilecekleri cömert parametrelerden oluşan bir ortam olarak görüyor. Örneğin, Irak veya Yemen’de İran, Lübnan ve Suriye’de Hizbullah’ın genişleyen etkisinin güvenliği sağlamaktansa zayıflattığı yönünde eleştiriler var…
İkili ilişkilerdeki iniş çıkışlara rağmen ABD’nin stratejik savunma tedarikçisi rolü tercih ediliyor. (…) İsrail, BAE ve Bahreyn’in ABD silah sistemlerini kullanması gerçeği, Abraham Accords sonrası ilişkiye fazladan bir dayanıklılık kazandırıyor ve örneğin gelecekteki satın almalara yerel itirazları ortadan kaldırıyor.
Ancak özellikle Körfez ortakları ABD desteği olmadan hareket etmeye karar verirlerse, bu satın almalar garanti olmayabilir. Başkan Biden’ın Yemen’deki Suudi askerî operasyonunu desteklememesi hesaba katıldığında bu gerçek bir endişe. Savunmayı ne kadar yerelleştirseler de ABD ile parametreler üzerinde anlaşmanın bir yolunu bulmak, Körfez ülkeleri için çok önemli olacaktır. Belki İsrail bu konuda tavsiyede bulunabilir.”
İstikrarsız bir denge ve ABD’nin önündeki iki seçenek
Yazar, şu anda Ortadoğu’da beliren iki blok ve iki farklı Ortadoğu vizyonu arasındaki gergin ama istikrarlı bir stratejik dengenin söz konusu olduğunu söylüyor:
“Bu bloklardan biri, herhangi bir antlaşma olmaksızın savunma paktına benzeyen bir şeye dönüşüyor. Sadece müttefikleriyle veya daha fazlasıyla bu oluşumdan daha istikrarlı bir güvenlik mimarisi geliştirmek isteyip istemediğine karar vermek Biden yönetimine kalmıştır. Kendisinin de açıkça belirttiği gibi bu Biden için öncelikli bir alan değil ve geçmiş deneyimleri, onu fazla hırslı olmaktan caydıracak.
Ama seçenekleri var: Vaktiyle hasım olan İsrail ile Körfez ülkeleri arasındaki yakınlaşmaya dayanan minimalist bir versiyon ile mevcut mücadele hattını aşarak ‘daha geniş kapsamlı bir JCPOA’nın parçası olarak İran ve Türkiye’ye uzanan maksimalist bir versiyon. Bir seçenek de ABD’nin bölge ülkelerini, kendi güvenlik düzenlemelerini geliştirmelerini sağlayacak şekilde ama ihmal etmeden terk etmesi.
Halihazırda her iki tarafın da büyüyen operasyon kapasitesine ve diğer tarafın dengelediği stratejik erişime sahip olduğu iki kutuplu bir Ortadoğu söz konusu. Bu, bir tür stratejik istikrarla sonuçlanabilir. Ancak ABD’nin tasarım ve yönetimde aktif olarak yer almaması, resmen parçası olduğu duruma göre daha az istikrarlı ve kalıcı olacaktır. (…)
İsrail, Körfez’deki yeni ortaklarıyla (henüz) savunma anlaşmaları hakkında konuşmamaya dikkat ediyor. Savunma Bakanı Benny Gantz, bunun yerine ‘güvenlik düzenlemelerinden’ bahsetti. Ancak her gelişmeyle birlikte (enerji şebekelerini birbirine bağlamak gibi) Abraham Accords’un imzacıları daha fazla uyum alanı keşfediyor. Biden yönetimi, kendini gösteren ve saygın bir argümana sahip yerel çözümle devam etmeyi seçerse, güvenlik garantörlüğü rolünün yeni, değiştirilmiş bir versiyonunu ve bir miktar etki kaybını kabul etmek zorunda kalacak. Ayrıca, ortaya çıkan ‘mimarinin’, ABD’nin dünyanın başka yerlerinde liderlik ettiği şekilde görünmeyeceğini de kabul etmek zorunda kalacak. Bu durumun, uygulamada işe yarasa da evrensel değerler lehine işe yaraması çok da olası değil.”
Bu yazı ilk kez 8 Nisan 2021’de yayımlanmıştır.