Donald Trump’ın yeniden şekillendirdiği dış politika yaklaşımı, ABD’nin onlarca yıldır sürdürdüğü geleneksel liderlik rolünü zedeliyor. Yeni dönemde Washington, klasik güvenlik doktrinlerini bir kenara bırakarak faydacılığı ve ekonomik öncelikleri merkeze alan daha dar bir çıkar anlayışına yöneliyor. Bu değişim, yalnızca ABD’nin Avrupa ile ilişkilerinde değil, küresel dış politikasının bütününde belirgin bir kırılma yaratıyor.
POLITICO Europe’da görüş editörü ve dışişleri köşe yazarı olan Jamie Dettmer, bu konuyu analiz eden bir makale yayınladı. Yazıdan öne çıkan bazı bölümleri aktarıyoruz:
“Eski Eski ABD Başkanı Harry Truman, 1947’de Kongre’de yaptığı konuşmada, ‘Silahlı azınlıklar veya dış baskıların tehdidi altındaki özgür halkları desteklemek, ABD’nin politikası olmalıdır’ demişti. Truman Doktrini olarak bilinen bu yaklaşım, yurtdışında demokrasiyi savunmayı ABD’nin hayati çıkarları arasında görüyordu. Ancak bu görüş artık Donald Trump ve ekibi tarafından paylaşılmıyor.
Bu konuda hâlâ tereddüdü olanlar ve ABD Başkan Yardımcısı JD Vance’in Münih Güvenlik Konferansı’ndaki Avrupa karşıtı sert çıkışlarını abartılı bulanlar için, Washington’ın yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi belirsizliği tamamen ortadan kaldırıyor.
ABD yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi ile neyi amaçlıyor?
Göreve başlayan her ABD Başkanı gibi Trump yönetimi de dış politika önceliklerini tanımlayan Ulusal Güvenlik Stratejisi’ni yayımladı. Bu 33 sayfalık belge, Pentagon’un bütçesinden diplomatik önceliklere kadar geniş bir alanı şekillendiriyor. Fakat bu kez ortaya çıkan tablo, son derece radikal: Dünyanın otokrat liderleri memnun olurken, özellikle Avrupa’daki demokratik müttefikler ciddi bir endişe içinde.
Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi Trump yönetiminin “Önce Amerika” yaklaşımını somutlaştırıyor ve Truman’dan bu yana süregelen ABD merkezli liberal dünya düzeninden kesin bir kopuşa işaret ediyor. Belgeye göre bundan sonra belirleyici ilke ideolojik yönelimler değil, yalnızca “Amerika için neyin işe yaradığı” olacak. Pratikte bu, otokrat liderlere karşı yumuşak bir tutum, geleneksel müttefiklere karşı ise şaşırtıcı derecede sert bir yaklaşım anlamına geliyor.
ABD Avrupa’ya neden bu kadar sert?
Aslında sürpriz değil: Trump’ın üst düzey danışmanları uzun süredir AB’ye yönelik küçümseyici açıklamalar yapıyordu. Başkanın bizzat, AB’nin ‘ABD’yi mahvetmek için kurulduğunu’ söylemesi Avrupa başkentlerinde geniş yankı uyandırmıştı.
AB Dış Politika Yüksek Temsilcisi Kaja Kallas, Doha Forumu’nda yaptığı açıklamada, bu sert ifadeleri yumuşatmaya çalışarak ‘Farklılıklarımız olsa da en büyük müttefikleriz’ dedi. Ancak deneyimli Avrupalı yetkililer bunun önceki stratejilerden tamamen farklı, daha saldırgan bir metin olduğunu vurguluyor. Eski İsveç Başbakanı Carl Bildt, ‘Yeni stratejiye bakılırsa demokrasiye tehdit görülen tek yer Avrupa gibi. Bu çok tuhaf,’ dedi.
ABD, Çin ve Rusya’yı neden eleştirmiyor?
Belgenin en dikkat çekici unsurlarından biri de otoriter rejimleri eleştirmekten kaçınması. Çin, Rusya, İran ve Kuzey Kore’nin otoriter uygulamalarına neredeyse hiç değinilmiyor.
2017 Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde Çin sert ifadelerle ‘sistematik küresel rakip’ olarak tanımlanırken, yeni belgede Çin’e yönelik ton belirgin biçimde yumuşamış. Trump yönetiminin temel hedefi, Çin’le ‘karşılıklı avantaj sağlayan ekonomik ilişkiler’ kurmak.
Çin’e yönelik tek kırmızı çizgiyse Batı Yarımküre’den uzak durması ve Tayvan’a yönelik olası bir saldırı ihtimali. Ulusal Güvenlik Stratejisi Washington’ın pozisyonunu, ‘Tayvan üzerindeki bir çatışmayı, ideal olarak askerî üstünlüğü koruyarak caydırmak’ ifadesiyle özetliyor.
Rusya’ya yönelik ton da benzer şekilde yumuşak. 2017 Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde başlıca jeopolitik rakip olarak tanımlanan Moskova artık bu şekilde anılmıyor. Kremlin sözcüsü Dmitry Peskov’un belgeden ‘memnuniyet’ duyduklarını ve metnin Rusya’nın vizyonuyla ‘büyük ölçüde uyumlu’ olduğunu söylemesi de bu nedenle şaşırtıcı değil.
Ulusal Güvenlik Stratejisi, Avrupa iç siyasetini etkilemeyi amaçlıyor mu?
Belge, Avrupa ülkelerine yönelik en sert eleştirileri içeren bölümünde, kıtadaki hükümetleri ‘antidemokratik uygulamalar’, ‘sansür’ ve ‘siyasi muhalefeti bastırmak’ ile suçluyor. Daha da çarpıcı olan, ABD’nin Avrupa içinde ‘vatansever’ partileri destekleyerek direnç odakları oluşturma niyetini açıkça dile getirmesi. Bu, JD Vance’in Münih’teki tartışmalı sözlerinin artık yönetim politikası haline geldiği anlamına geliyor.
Bir başka deyişle, Ulusal Güvenlik Stratejisi, Avrupa ülkelerinde rejim değişikliğine kapı aralıyor ama otokratik rejimler için değil, sadece demokratik olanlar için…
Avrupa nasıl yanıt verebilir?
Avrupa’nın karşısında zor sorular var: NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin yaptığı gibi Trump’ı ‘idare etmek’ mi gerekecek? ABD’nin çıkışlarını görmezden gelip küçük düşürücü ifadeleri sineye çekmek mi? Yoksa yeni stratejiye karşı daha bağımsız bir çizgiye mi yönelmek?
Ne var ki AB, kararların konsensüsle alındığı, ilerlemenin son derece yavaş olduğu bir yapı. Ayrıca üye ülkelerin tamamı ekonomik zorluklar ve Washington’ın körüklediği siyasi kutuplaşmalarla mücadele ediyor. Macaristan Başbakanı Viktor Orban ve Slovakya Başbakanı Robert Fico gibi Trump’a yakın liderler nedeniyle bu süreç daha da karmaşık hale geliyor.
Batı ittifakı nereye gidiyor?
Trump 2.0 dönemi, ilk dönemine göre daha saldırgan, daha kendinden emin ve ‘Amerika Önce’ anlayışını daha radikal biçimde uygulamaya hazır bir yönetim vaat ediyor. Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi bu dönüşümü netleştiriyor. Protestolar ve eleştiriler ise yönetim tarafından ‘doğru yolda olduklarının kanıtı’ olarak görülüyor.
Avrupa liderleri yıllardır uyarılar alıyor, fakat somut bir ortak strateji oluşturmakta başarısız oldu. Ancak bu kez durumu geçiştirmek mümkün olmayabilir. ABD’nin Ukrayna’ya ‘avantajlı bir barış’ dayatma girişimi, Batı ittifakında büyük bir kırılmayı tetikleyebilir.
Sonuç olarak, Avrupa’nın seçenekleri sınırlı: Dirense de boyun eğse de bir bedel ödeyeceği kesin.”
Bu yazı ilk kez 10 Aralık 2025’te yayımlanmıştır.




