Afganistan, enerji kaynakları ve madenler açısından verimli bir coğrafya, önemli bir kavşak noktası; Taliban gibi İslami bir hareketin devletleşme sürecinin diğer benzer hareketleri etkileme potansiyeli ise yüksek. Ayrıca, Rusya-Çin gibi küresel, Katar-Türkiye-İran gibi bölgesel aktörlerin Afganistan denklemine dâhil olmaları da bölgenin dinamiklerini etkileyecek. Bütün bunlar da Ortadoğu’daki güç dengelerine yansıyacak.
Hal böyle olunca, Taliban ile ilişkileri inişli çıkışlı olmuş Körfez ülkeleri de, Afganistan’daki yeni duruma uyum sağlamak için harekete geçtiler. İlk tepkileri de diğer ülkelerden çok farklı olmadı. Bahreyn, Körfez ülkelerini Afganistan’daki durumu görüşmek üzere istişareye çağırdı. Geçmişte Taliban ile yapılan görüşmelere ev sahipliği yapmış Katar sağduyu çağrısında bulundu. Umman müftüsü ABD’nin Afganistan’dan çekilmesini zafer olarak tanımladı, Afgan halkını tebrik etti. Kuveyt ise vatandaşlarını Afganistan’ı terk etmeye davet etti. Taliban’ı vaktiyle desteklemiş Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ise diplomatik temsilciliklerini Afganistan’dan çekti.
BAE ve 11 Eylül sonrası
Oysa Suudi Arabistan ve BAE, 1990’lı yıllarda Taliban ile yoğun işbirliği yapmış ve diplomatik olarak Taliban’ı tanımış, bu tutumlarını 11 Eylül saldırılarına kadar sürdürmüşlerdi. Saldırılardan sonraysa tam zıttı bir pozisyon almışlardı.
Örneğin, BAE her ne kadar o dönemde şimdiki askerî aktivizmi ön planda olmasa da 2003 yılında NATO misyonu kapsamında Afganistan’da görev yapan Uluslararası Güvenlik Destek Gücü’ne (ISAF) askerî birlikler göndermişti. BAE’nin o dönemdeki askerî kapasitesi düşük yoğunlukta olmasına rağmen bu birlik, eğitim ve destek misyonlarında yer aldı; dahası ara sıra Taliban güçleriyle askerî çatışmalara girdi. Söz konusu durum ISAF’ın görevi Aralık 2014’te sona erene kadar sürdü.
10 Ocak 2017’de BAE’nin Afganistan Büyükelçisi Cuma el-Kaabi ve 5 BAE’li diplomatın öldürüldüğü Afganistan’ın Kandahar şehrindeki saldırı sonrası BAE, Afgan hükümeti ile askerî işbirliğini geliştirdi. Afgan güvenlik güçlerinin eğitilmesi kapsamında ülkedeki askerî varlığını artırdı. BAE, Taliban ile ABD arasındaki görüşmelere ev sahipliği yapmasından ötürü Katar’ı eleştirmekten de geri durmadı.
Taliban-İran yakınlaşması
BAE, şimdi de Taliban’ın denetimine geçen Afganistan’dan diplomatları çekiyor olsa da ülkeyi İran gibi bölgesel aktörlere bırakmak istemiyor. Zira, Tahran ve Taliban arasında son dönemde yakınlaşma yaşanıyor. Bu da İran’ı tehdit olarak gören Abu Dabi yönetiminin tedirginliğini artırıyor.
Burada bir parantez açıp, Körfez ülkeleri ve İran arasındaki rekabeti hatırlamakta fayda var. Afganistan da bu rekabetin odak noktalarından biri.
Afganistan’ın İran’a sınırdaş olması, Afganistan’daki iç siyasi ve güvenlik krizinin doğrudan İran’ın güvenliğine etki edebilme potansiyeli, Afganistan’daki istikrarsızlık ve potansiyel iç savaş sonrası İran’a yönelik göç dalgası tehdidi, Afganistan’ın enerji jeopolitiğinde önemli yer alabilecek kapasitede olması, Suriye’de savaştırılan Fatimiyyun Tugayı militanlarının Afganistan’dan getirilmesi ve Taliban’ın Tacikistan, Pakistan, İran ile sınırları kontrol edip ülkeyi fiili yönetimi altına alması gibi dinamikler, son dönemlerde İran’ın terör örgütü olarak gördüğü Taliban ile yakınlaşmasını mecbur kıldı. Taraflar Tahran’da görüştü ve aradaki ideolojik uçurumlara rağmen pragmatist bir zeminde buluştular. Bu da BAE ve Suudi Arabistan’ın İran’dan gelen tehdit algısının yükselmesine neden oldu.
Suudi Arabistan teo-politiği
Afganistan siyasal sahnesinde Sovyet işgalinden beri kritik öneme haiz başka bir Körfez ülkesi de Suudi Arabistan.
1979-1989 arası Afganistan’da Sovyet işgaline karşı mücadele eden ve Taliban’ın temelini oluşturan Mücahitlerin finanse edilmesi ve insan kaynağının lojistiği açısından Körfez ülkelerinin önemi büyüktü. Zira bu ülkeler yakın çevrelerinde Sovyet etkisi istemiyorlardı.
Pakistanlı ünlü araştırmacı gazeteci Ahmet Raşid’in “Taliban” isimli kitabında aktardığına göre, Suudi Arabistan 1980-1990 arası Taliban’a 4 milyar dolar civarında para yardımı yaptı. Her ne kadar Norveçli araştırmacı ve cihat üzerine kitapları olan Thomas Hegghammer gibi akademisyenler bahsedilen yardım miktarlarına şüpheyle yaklaşsa da o dönemlerde Suudi Arabistan devletinin Afganistan’a gideceklerin uçak biletlerinde indirim yaptığını, birçok yabancı savaşçının muhtelif yollarla maddi ve lojistik destek aldığı pek çok kaynakta kabul ediliyor.
Suudi Arabistan, Taliban’a sağladığı finansal desteği, Afganistan söz konusu olunca CIA’dan da esirgemedi. Aralık 1979’da Sovyetlerin Afganistan’dan çıkarılması için başlatılan, CIA tarihini en uzun ve en maliyetli operasyonu olarak bilinen Siklon Operasyonu’nu finanse etti.
Riyad yönetimi 1989’da biten Sovyet işgalinin sonrasında da Selefilik/Vehhabilik adına faaliyet yürütecek cami, okul gibi yerleri fonlayarak ülkedeki teo-politik fay hatlarını etkilemeye çalıştı. Zira Afganistan nüfusunun % 10-15’inin Şii olması, İran’ın burada etkinlik kazanma potansiyeli olduğunu düşündürüyordu. Suudi Arabistan da bunu dengelemek istiyordu.
Suudi Arabistan, 1997 yılında, Pakistan’dan sonra BAE’den önce Taliban’ın İslami Emirliği’ni tanıyan ilk ülkelerden oldu, ama tıpkı BAE gibi 11 Eylül sonrası Afganistan’daki angajman siyasetinden vazgeçmek zorunda kaldı. Yine de 2000’lerin başlarına kadar, Pakistan istihbaratı ile ortak hareket ederek Taliban ile istihbarî ilişkileri sürdürdü. Dönemin Afganistan Başbakanı Hamid Karzai’nin talebi ile 2008’de politikasını değiştirerek tarafsız rol oynamaya girişti. Taliban ile Afgan hükümeti arasındaki görüşmelerde arabulucu olmaya çalıştı ama olumlu sonuç alamayınca, Taliban üzerindeki ve barış süresindeki etkisini kaybetti. Taliban’ın Suudi Arabistan’daki temsilcisini ülke dışına gönderdi.
Suudilerin Taliban üzerindeki etkisini kaybetmesinin ardındaki temel nedenin, ABD-dönemin Afgan hükümeti ve Suudi Arabistan’ın Taliban’ın önüne koyduğu el-Kaide’yi terör örgütü olarak tanımlama şartı olduğu söylenebilir. Oysa Pakistan, Suudilerin böylesi bir adım atmasının Taliban’ın İran ile yakınlaşmasına sebep olacağı uyarısında bulunmuştu. Şimdi gerçekten de İran’ın Taliban ile yakınlaştığına tanık oluyoruz.
Dahası Taliban, yalnızca İran ile değil, Çin ve Rusya gibi aktörlerle de en azından görüşüyor. Suudi Arabistan ise 2009’dan beri sadece Kabil’deki hükümet ile iletişim kurabiliyor. Bu da onu şimdilik zayıf pozisyona itiyor.
Suudi Arabistan, Afganistan’da Sovyetlere karşı savaşmış ve zaman zaman Taliban ile de çatışmış mücahitleri de dini motivasyonlarla desteklemişti. Bu anlamda Riyad 2012’de ülkedeki İslami kurumların genişlemesi için fonlamalarını artırmıştı. Oysa son dönemlerde Suudi Arabistan’ın Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın ülkeyi sekülerleştirme projesi kapsamında sosyal ve teolojik bağlamda yeni bir dönüşüm geçirmesi, ülkenin Afganistan siyasetini doğrudan etkiledi. Ezan sesini hoparlörlerde azami seviyeye çıkaran, namaz vakitlerindeki çalışma yasağını esneten, “muttawa” olarak bilinen dini polislerin de rolünü azaltan Suudi yönetimi Afgan mücahitlere olan desteği de sonlandırdı.
Görünen o ki, Suudi Arabistan Afganistan politikasını artık “ekonomi” bağlamına indirgiyor. Yaklaşık 3 trilyon dolarlık lityum rezervi ile Bolivya’dan sonra dünyanın en çok lityum rezervine sahip olan Afganistan’a yönelik siyasetinde Suudiler, bundan böyle enerji endeksli bir politika izleyebilir. Öte yandan yönetici elit, Afganistan’daki krizin Suud rejimine iç tehdit olmasını istemiyor. Nitekim Afganistan’da Taliban’ın İslami bir yönetim inşa etmesi, Suud rejiminin “meşruluğuna” meydan okuyabilir. Zira Taliban’ın İslami argümanlarla Suudi Arabistan içindeki rejim muhaliflerini harekete geçirme ve krallığın İslam âlemindeki “ayrıcalıklı konumu”na meydan okuması potansiyel tehdidi var.
1962 yılında İslam coğrafyasında komünizm ve milliyetçilik gibi ideolojilerle mücadele amacıyla kurulan ve zamanla Suud rejiminin bir aygıtı haline gelen Rabıta örgütünün (Dünya İslam Birliği) 11 Temmuz 2021’de Mekke’de yapılan, Afgan, Suud ve Pakistan’dan din adamlarının katıldığı toplantısında, Afganistan’daki krizin gayri meşru ve Taliban tarafından sürdürülen cihadın gerekçesiz olduğunun, dahası bu mücadelenin cihat olmadığının altı çizildi. Bu toplantıda Taliban’ın temsil edilmemesi, Suudilerin Afganistan siyasetindeki konumlanışını da ortaya koydu.
Rabıta örgütüne benzer şekilde İslam İşbirliği Teşkilatı Örgütü de Suudi Arabistan’ın Afganistan politikasını meşrulaştırıcı adımlar attı. Bu anlamda İslam İşbirliği Teşkilatı’nın genel sekreteri Yusuf el-Useymin Taliban’ın cihat olarak adlandırdığı mücadeleyi Müslümanlara karşı soykırım olarak niteledi.
Katar’ın arabuluculuğu
Afganistan denkleminde Körfez’in en aktif ülkelerden birisi de Katar. Arabuluculuk rolü ile gündeme gelen Katar, 2013’ten beri ABD’nin de “gizli” onayıyla Taliban’ın ofisine ev sahipliği yapıyor. Öte yandan Doha’nın ABD-Afgan hükümeti ve Taliban arasında cereyan eden barış görüşmelerine ev sahipliği yapmış olması ve öncekilere nazaran görüşmelerin görece başarılı ilerlemesi de Katar’ı farklı kılıyor. Nitekim Doha yönetimi gerek ABD gerekse Taliban-Afgan hükümetleri nezdinde kabul gören bir aktör. Ayrıca Taliban yetkilileri BAE ev sahipliğinde yürütülen müzakerelerde Abu Dabi ve Riyad’ın yaptığı baskıyı Doha’da hissetmiyorlar, bu da Taliban ile Doha arasında güven inşa edildiğinin bir göstergesi. Nitekim Doha’da gerçekleşen müzakerelerden sonra ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi başladı.
ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük üssü olan el-Udeyd’in Katar’da olması, Afganistan’dan çekilme sonrası dönemde Katar’ın jeopolitik önemini artıracak. ABD’nin Ortadoğu’daki olası askeri hava operasyonlarının bazılarının buradan yapılacağını tahmin etmek güç değil. Fakat böyle bir durum, Doha’nın Taliban üzerindeki etkisini ve ikili ilişkilerini zedeleyebilir. Öte yandan geçmişteki görüşmelerde ev sahipliği konumu Doha’nın NATO ülkeleri ile Afganistan arasında bir kanal olmasını da sağlayabilir. Söz konusu durum da Taliban-Katar ilişkilerini yeniden formüle edebilir.
Sonuç olarak Körfez ülkelerinin Afganistan’a yönelik olarak pasif angajman siyaseti izlediklerini söylemek mümkün. Fakat şunun da altını çizmekte fayda var: ABD sonrası Afganistan’da güç boşluğu oluştu. Bu boşluğu lehine çevirmek isteyen Abu Dabi, gerek İsrail, gerekse ABD ile eşzamanlı işbirliği yürüterek BAE eliyle kurulmak istenen bölgesel düzene Taliban’ın meydan okumasını ve İran’ın nüfuzunu artırmasını engellemek adına birtakım angajmanlara girebilir. Afganistan’dan kaçan cumhurbaşkanı Eşref Gani’ye ev sahipliği yapması da bu minvalde değerlendirilebilir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 25 Ağustos 2021’de yayımlanmıştır.