11 Eylül 2001’deki terör olayları, üzerinden tam 20 yıl geçmesine rağmen hâlâ tartışılıyor. Üç bine yakın sivilin öldüğü, ABD’yi derinden sarsan saldırıların ardından Washington yönetimi teröre karşı savaş ilan etmiş, Irak ve Afganistan’ı işgal etmişti. Başarılı olduğuysa kuşkulu…
ABD geçen ay Afganistan’ı terk etti, Irak’ta ise 2020’in başında “istenmeyen güç” ilan edildi. Tabii ABD 20 yılda çok değişti. En büyük değişimlerden birini Amerika Birleşik Devletleri İstihbarat Topluluğu yaşadı. İstihbarat teşkilatlarının sayısı arttı;[efn_note]Son verilere göre Amerika’da 16’sı operasyonel olmak üzere 17 istihbarat kuruluşu bulunuyor.[/efn_note] istihbarata ayrılan bütçeleri katlandı. Bu arada El Kaide lideri Usame Bin Ladin’i ele geçirmek gibi başarılara da imza attılar. Ancak Amerikan istihbaratını yakından izleyenler durumun göründüğü gibi olmadığını ileri sürüyorlar.
ABD’nin Stanford Üniversitesi öğretim görevlilerinden ve “Casuslar, Yalanlar ve Algoritmalar: Amerikan İstihbaratının Tarihi ve Geleceği” başlıklı kitabı yakında yayınlanacak olan Amy Zegard, The Atlantic dergisinde yayınlanan makalesinde, güçlü Amerikan istihbaratı görüntüsünün arkasında başka bir manzara olduğunu öne sürüyor. Zegard’a göre, dünyada terörün de diğer tehditlerin de doğası değişirken Amerikalı ajanlar hâlâ eski usul çalışmaya devam ediyor ve muhtemelen bu yüzden yeni bir 11 Eylül’ün önüne geçemeyecek. Yazıdan öne çıkan bazı bölümleri aktarıyoruz:
“11 Eylül, son yarım asırdaki en büyük istihbarat başarısızlığımızdı. Sürpriz bir saldırıydı, ama bu bir sürpriz olmamalıydı. Acı gerçek şu ki Amerika istihbarat kurumları tehlikenin geldiğini gördüler, lakin daha çok, çoktan geçip gitmiş bir dönemin düşmanlarına karşı donanımlı oldukları için, bu tehlikeyi önleyemediler. Yaptığım araştırmalara göre 1990’larda Soğuk Savaş biter ve tehditlerin doğası değişirken, Amerikan İstihbarat Topluluğu buna uyum sağlayamadı.
Bugün benzer bir sorunla karşı karşıyayız. 11 Eylül’den beri casuslar El Kaide’ye karşı koymayı öğrendiler, ama El Kaide artık eskisi kadar büyük bir sorun teşkil etmiyor. Küresel tehdit ortamı artık çok daha karmaşık: Artan siber saldırılar, yükselen Çin, Rusya’nın saldırganlığı, İran ve Kuzey Kore örneklerinde olduğu gibi nükleer silahların yaygınlaşması, iklim değişikliği ile mücadeleden uzaklaşılması ve çok dahası… Ama istihbarat kuruluşları bir kez daha bunları takip etmekte güçlük çekiyor. Neden? Çünkü siyasetçiler ve kurumların başındakiler ne derlerse desinler ya da ufukta beliren düşmanlıkları ne kadar açıkça görürse görsünler, söz konusu kurumlar ‘tanıdıkları düşmanlarla’ savaşmak için tasarlanmışlardır. İstenildiği kadar raporlar sunulsun, uyarılar yapılsın veya cesaret şampiyonları eyleme geçilmesi için baskı kursun, bu tür kurumlarda değişim yavaş yaşanır. Eski usuller baki kalır. Ama bu arada düşmanlar güçleniyor ve ülke bir kez daha savunmasız bırakılıyor…
11 Eylül öncesi istihbarat yanlışları
1990’lar boyunca Amerika’nın casusluk kuruluşları El Kaide’nin artan tehlikesi konusunda uyarmış olsa da söz konusu kurumlar Soğuk Savaş’a saplanıp kalmıştı. Para, terör gruplarına sızma çabalarını önlemek yerine Sovyetlerin nükleer savaş başlıklarını uzaydan takip edebilecek platformlara harcanmıştı. 11 Eylül’de CIA’nin başında olan George Tenet, istihbarat örgütünün terörle mücadele kabiliyetlerini modernize etmeye çalışmış, ancak başarısız olmuştu. FBI, terörizmi 11 Eylül’den yıllar önce resmen ‘bir numaralı önceliği’ ilan etmişti, ama 2001’de FBI personelinin sadece yüzde 6’sı terörle mücadele çalışıyordu.
Örgütsel zayıflıkları nedeniyle CIA ve FBI’ın terör örgütüne sızma fırsatını 23 kez kaçırdığını ve muhtemelen 11 Eylül saldırı planını önleme şansını yitirdiğini tespit ettim. Bunlar arasında CIA yetkililerinin, El Kaide’nin Malezya’daki planlama toplantısına katılan iki teröristin kimliklerini tespit ettiği, onların tam adlarını öğrendiği, dahası birinin ABD vizesine sahip olduğunu ve diğerinin ise ABD’yi ziyaret ettiğini keşfettiği gerçeği de bulunuyor. Elliden fazla CIA yetkilisi bu bilgiye erişti, ama bir yıldan fazla bir süre hiçbiri Dışişleri Bakanlığı veya FBI’ya bir şey söylemedi. 11 Eylül’e kadar ABD’ye seyahat edebilecek tehlikeli teröristler hakkında bilgi sunulmadı, net bir işlem yapılmadı veya diğer kamu kuruluşları uyarılmadı. CIA sonunda FBI’a bilgi vermiş, ama 11 Eylül’den sadece 19 gün önce… FBI, en düşük öncelikle ‘rutin’ bir arama başlattı ve çaylaklıktan yeni çıkmış ajanlarını görevlendirdi. Bu bir hata değildi. FBI için geçmiş suçların faillerini yakalamak, olası bir terör saldırısını önlemek için istihbarat toplamaktan çok daha önemliydi zira.
İki kişiyi bulmak o kadar zor olmamalıydı. ABD’de saklanmaya gerek duymuyorlar, kira sözleşmelerinde ve kredi kartlarında kendi isimlerini kullanıyorlardı. Hatta birinin ismi San Diego telefon rehberinde bile yazıyordu. Ayrıca San Diego’dan ayrılırken biri FBI muhbiriyle birlikte yaşayan olmak üzere FBI terörle mücadele soruşturmalarının hedefindeki çok sayıda kişiyle temas kurmuşlardı. İki terörist sonunda American Airlines’ın 77 sefer sayılı uçağını Pentagon binasının üzerine düşürdüler. Bunu başarabilmek için gizli kimliklere veya çok akıllı planlara ihtiyaçları yoktu. Sadece CIA ve FBI’ın bilindik usullerle çalışması yeterliydi.
İstihbarat topluluğu genişledi ama…
11 Eylül’den bu yana geçen 20 yılda, Amerikan istihbarat teşkilatları terörle mücadele için yeniden düzenlendi ve yenilendi. Yapılan reformlar arasında Ulusal Terörle Mücadele Merkezi adında yeni bir ulusal istihbarat direktörlüğünün ve İç Güvenlik Bakanlığı’nın kurulması da vardı. Sonuçta Amerikan İstihbarat Topluluğu, 1947’den beri en büyük yeniden yapılanmasını yaşadı. Bütçeler büyük hızla arttı, istihbarat ile askerî operasyonlar arasında entegrasyon yeni bir düzeye çıktı. Bu da 11 Eylül’ün beyni Usame Bin Ladin’e karşı operasyon dâhil olmak üzere terörle mücadelede bir dizi başarıya yol açtı.
Ama düşman uyumaz. Bugün Amerikan istihbarat kurumları, hızla uyum sağlaması gereken bir başka dönemden geçiyor. Bu kez tehlikenin nedeni teknoloji: Yapay zekâ, internet, biyoteknoloji ve minyatür uydular gibi teknolojiler küresel ekonomiyi ve siyaseti derinden değiştirirken, eski düşmanların elini güçlendiriyor, yeni tehditleri açığa çıkarıyor ve istihbarata her alanda meydan okuyor.
Eskiden güç ve coğrafya Amerika’yı koruyordu. Artık korumuyor. Siber âlem düşmanları tek el ateş etmeden uzaktan saldırmasına imkân sağlıyor, hem makineleri hem de zihinleri ele geçiriyor. Mesela Çin, askerî ve ekonomik avantaj elde etmek amacıyla devasa miktarda Amerikan fikri mülkiyet haklarını çalmak için sistemli ve başarılı bir harekat yürütüyor. Rusya, seçimlere müdahale etmek ve demokrasileri içerden baltalamak için siber bilgi operasyonlarına başvuruyor. Suç örgütleri Amerikan kentleri, enerji tedarikçileri ve diğer kritik altyapısına karşı fidye amaçlı yazılımlarla saldırılar düzenliyor. Ülkenin karşı karşıya olduğu tehditler dizisi, siber âlem zayıfları güçlendirdiği ve güçlüleri zayıflattığı için hiç bu kadar büyük olmamıştı. Gelişmiş sanayi demokrasileri, dijital bağlantıları ve ifade özgürlükleri nedeniyle kötü niyetli aktörlerin büyük saldırılarına karşı son derece savunmasızlar.
Teknoloji aynı zamanda Amerikan istihbarat kurumlarının dünyayı anlamlandırma kabiliyetini de alt üst ediyor. İstihbarat, öngörü sahibi olabilmek için samanlıkta iğne aramaya benzer. Ama şimdi saman balyaları her yerde ve gün geçtikçe devasa boyutlara ulaşıyor. Çünkü yeryüzündeki veri miktarı her iki yılda bir ikiye katlanıyor.
Değişim için gerekli üç şey
ABD İstihbarat Topluluğu’nun bu yeni dönemde başarılı olabilmesi için kökten bir düşünce değişikliğine ihtiyacı var. Sırlar hâlâ önemli, ama avantaj, giderek daha fazla herkesin erişebileceği kamuoyuna açık bilgilerden elde ediliyor. Bunun için muazzam veri hazinelerini eleyebilen, makinelerle artırılmış insan düşüncesinden yararlanılıyor.
Günümüzde başarı için üç temel bileşene ihtiyaç var.
Bunlardan birincisi, açık kaynak istihbaratına adanmış yeni, bağımsız bir istihbarat teşkilatının kurulmasıdır. CIA, Ulusal Güvenlik Ajansı ve istihbarat topluluğunun diğer unsurlarının açık kaynak çalışmaları devam ediyor. Ancak gizli teşkilatlar her zaman sırları tercih edecektir. Açık kaynaklı istihbarat, gizli görevlerine daha fazla inanan ajanların içinde sıkışıp kaldığı sürece ABD, öngörü yarışını asla kazanamayacak.
İkinci önemli bileşen yetenektir. İstihbarat topluluğumuz istihbarat görevlilerinin ömür boyu kurumda kalmasının beklendiği bir dönemde tasarlandı. Günümüzün en iyi ve en parlak beyinleri genellikle kariyerlerinde birçok kez iş değiştiriyor. Dahası, yetenek ihtiyacımızın büyük kısmı bilim ve teknoloji alanlarında ortaya çıkıyor. Bu iki alanda uzmanlaşmış yetenekleri kapmak için özel sektörle kıyasıya bir rekabete girmek gerekiyor. Dijital çağın doğru işgücünü çekmek için teknoloji uzmanlarının kariyerlerinin her aşamasında kamu kurumlarına daha rahat girip çıkmalarını kolaylaştırmak gerekiyor.
Üçüncü bileşen stratejidir. İstihbaratın ne olduğu ve kimin işine yaradığı konusunda yeniden düşünmek zorundayız. Günümüzde ülkeyi korumak için istihbarata ihtiyaç duyan siyasi karar alıcılar değildir. Buna ihtiyaç duyanlar arasında hayati önemde, ama çoğu siber saldırılara açık Amerikan altyapısının yüzde 85’ine sahip olan ve işleten şirketlerin üst düzey yöneticileri ile dezenformasyon otoyolları haline gelen platformların sahibi teknoloji liderleri de bulunuyor.
Dijital tehditler çağında yön bulmak kolay olmayacak. Özel sektör hissedarlarına hesap verir, seçmenlere değil. Ulusal güvenliğimizin kaderi bir zamanlar olduğu gibi sadece devletin elinde değil. Ülkeyi bir sonraki sürpriz saldırıdan korumak daha hızlı eyleme geçmeye ve istihbaratta çok daha kapsamlı bir dönüşüme ihtiyaç var.”
Bu yazı ilk kez 9 Eylül 2021’de yayımlanmıştır.