Arap Ordusu fikri ne kadar gerçekçi?

İsrail’in Katar’a saldırısından sonra bir kez daha gündeme gelen Arap Ordusu fikrinin gerçekleşmesinin önündeki engeller neler? Bu ordu kime karşı olacak? ABD’nin tavrı ne olur? Bölgesel denklem nasıl değişir? Prof. Dr. İsmail Numan Telci yazdı.

Gerek ülkeler arası gerekse de devlet dışı aktörlerin müdahil olduğu birçok çatışmaya sahne olan Ortadoğu’da son yılların en şok edici olaylarından birisi 9 Eylül’de İsrail’in Katar’daki Hamas üyelerine yönelik saldırılarıydı. Öyle ki geçmişte Arap ülkeleriyle farklı dönemlerde savaşlar gerçekleştirmiş olsa da İsrail, ilk kez bir Körfez ülkesine yönelik böylesi bir saldırı düzenlemişti. Bu saldırı Katar’ın egemenliğine yönelik açık bir ihlal teşkil etmesinin yanında, Doha yönetiminin uzun yıllardır inşa ettiği güvenilir ev sahibi ve arabulucu imajına da zarar verdi.

Olayın bir başka vahamet noktası ise Irak’ın Kuveyt’i işgal girişiminden bu yana ilk kez bir Körfez ülkesinin doğrudan başka bir ülke tarafından hedef alınmasıydı. Daha önce Suudi Arabistan Yemen’deki Husiler tarafından hedef alınmış ancak bu devlet dışı silahlı bir aktörün saldırısı olarak değerlendirilmişti.

İsrail’in Katar saldırısının bir başka boyutu ise Körfez ülkelerinin uzun yıllardır inşa ettikleri barış ve istikrar vahası olma statüsünün de sona ermesi. Bölgenin en güvenli ve güvenilir ülkelerinden olan Katar’ın, inşa ettiği barışçıl aktör imajına, ABD ve diğer küresel aktörlerle olan yakın ilişkilerine ve doğalgaz kaynaklı ekonomik zenginliklerine rağmen İsrail tarafından hedef alınması bölgedeki diğer ülkeler tarafından da güvenlik paradigmalarının sorgulanmasına yol açtı. Özellikle bölgesel jeopolitik çekişmelerin muhatabı olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler de Katar saldırısı sonrası olası güvenlik risklerini çok daha ciddi biçimde ele almaya başladı.

Bu noktada İsrail’in Katar’ı seçmesi de tesadüf değildi. İsrail, bir taraftan Gazze başta olmak üzere bölgedeki yıkıcı politikalarına karşı gelen bölgesel aktörleri uyarmak, bir taraftan da bu yönde olası girişimlere karşı gözdağı vermeyi de amaçlıyordu. Bu anlamda en öne çıkan ülke olan Katar’ı daha önce, Gazze’deki El-Cezire ofisini bombalayarak ve Katar Kızılay’ına saldırılar düzenleyerek, dolaylı şekillerde hedef alan İsrail, bu kez doğrudan hedef almayı tercih etmişti. Nitekim bölgede Hamas başta olmak üzere Müslüman Kardeşler hareketi ile en yakın ilişkilere sahip ülke konumundaki Katar’ın bu tutumu özellikle İsrail tarafından ciddi rahatsızlıkla izlenmekteydi.

Öte yandan her ne kadar İsrail saldırı ile belli mesajları vermiş olsa da sonuçları itibariyle nasıl bir süreci tetiklediğinin ise pek farkında olmasa gerek. Nitekim saldırı karşısında bölge ülkelerinin hızlı bir reaksiyon göstermesi ve özellikle ortak savunma ihtiyacının gerekliliği konusunu gündeme getirmeleri belki de İsrail açısından beklenmeyen bir durumdu.

Saldırının üzerinden henüz birkaç gün geçmişken İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği, olağanüstü toplantı kapsamında Doha’da bir araya gelerek Katar ile dayanışma göstermeleri bu bağlamda önemli bir gelişmeydi.

Bu konjonktürde toplanan Doha’daki zirvede Arap ülkeleri arasında kurulacak bir askeri ittifak yapılanması konusunun başlıca gündem haline gelmesi şaşırtıcı değil.

Arap Ordusu önerisi yeni değil

Esasında bu öneri daha önce de dile getirilmiş ancak bu bağlamda herhangi bir ilerleme kaydedilememişti. Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah El-Sisi, DEAŞ’ın Mısır ve Libya’da aktif olduğu 2015 yılında yaptığı bir açıklamada Arap ülkelerinin ortak bir askeri savunma ittifakı kurmasını önermişti. 2018 yazında da ABD Başkanı Donald Trump’ın İran tehdidiyle mücadele için “Arap Nato”sunun kurulmasını önermesinin ardından Kasım ayında Mısır, Suudi Arabistan, BAE, Kuveyt, Bahreyn ve Ürdün ordularının katılımıyla “Arap Kalkanı 1” isimli askeri tatbikata ev sahipliği yapmıştı. Gerek Körfez ülkeleri arasında 2017’de başlayan diplomatik kriz hali gerek bölgedeki diğer gerilimler gerekse de Trump’ın seçimleri kaybetmesi bu girişimleri o dönemlerde sonuçsuz bırakmıştı.

İsrail’in Gazze’de yürüttüğü katliamlar, Lübnan ve Yemen gibi ülkelere yönelik saldırıları ve son olarak Katar’daki Hamas üyelerine saldırısı başta Körfez ülkeleri olmak üzere Arap dünyasında ortak bir askeri ittifak kurulması bağlamında somut adımlar atılması tartışmalarını yeniden gündeme getirdi. Her ne kadar tüm Arap ülkeleri bu girişime sıcak bakıyor olmasa da bu yönde bir ittifak kurulmasının bir taraftan tehditlerle mücadelede kapasite artırımı anlamına gelebilecek olması, bir taraftan da savunma sanayi teknolojilerinde ortak projeler ve askeri politikalarda entegrasyon gibi konularda da işbirliğinin güçlenmesinin önünü açılabilecek olması, girişimin gerçekleşebilme ihtimali konusunda değerlendirmeleri gerekli kılıyor.

Arap Ordusu kime karşı?

Söz konusu proje özünde Arap ülkelerine yönelik tehditlere karşı askeri olarak ortak mücadele edilmesini mümkün kılacak bir mekanizmanın kurulmasını öngörüyor. Ayrıca, Arap devrimleri gösterileri sürecinde Bahreyn’de yaşanan protestolar tarzı gösterilerin ve iç ayaklanmaların bastırılması noktasında da bu askeri ittifak işlevsel olabilecektir. Bu noktada tehditler olarak giderek agresifleşen bölge politikalarıyla İsrail, zaman zaman ortaya çıkan ve tüm bölge ülkelerine zarar veren terör örgütleri ve son olarak yayılmacı politikalarından taviz vermeyen İran öne çıkıyor. Nitekim İran, sahip olduğu füze teknolojileri ve bölgedeki vekil unsurlarla yürüttüğü faaliyetler nedeniyle başta Suudi Arabistan olmak üzere kimi bölge ülkeleri tarafından tehdit olarak algılanıyor. Ancak Katar ve Umman gibi Körfez ülkeleri ise İran ile iyi ilişkiler yürütüyor ve bu yönde politikalar izliyor.

Teoride özellikle savunma bağlamında dışa bağımlı olan ya da sınırlı kapasiteye sahip bölge ülkeleri için olumlu bir girişim gibi gözükmekle beraber projenin gerçekleşmesinin önünde birtakım engeller de var. Arap askeri ittifakını öneren ülkeleri ayrıştıran hususlardan birisi bu ülkelerin ittifak tercihlerindeki ve dış politikalarındaki farklılaşma.

Bu anlamda en ciddi ayrışma İsrail ile ilişkilerde gözlemleniyor. Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Fas, Trump’ın inisiyatifiyle başlatılan İbrahim Anlaşmaları kapsamında İsrail ile ilişkileri normalleştirmelerinden dolayı Tel-Aviv yönetimine karşı sınırlı tepki gösterebiliyor. Öte yandan Katar, Kuveyt, Umman ve Cezayir gibi ülkeler ise İsrail’e karşı sert tutumlarıyla biliniyor. Bu durum özellikle İsrail’e karşı politikalar bağlamında bir ikiliği de beraberinde getiriyor.

Benzer durum ABD ile ilişkilerde de görülüyor. Bölge ülkelerinin birçoğu için ABD güçlü bir müttefik olarak yer alırken, kimi ülkeler ise küresel ittifaklarında çeşitlendirmelere giderek Çin, Rusya ve Türkiye gibi aktörlerle stratejik işbirlikleri geliştiriyor. Öyle ki Suudi Arabistan, İsrail’in Katar saldırısından kısa bir süre sonra Pakistan ile savunma işbirliği anlaşması imzaladı. Anlaşmaya göre bir ülkeye yapılan saldırı diğerine de yapılmış sayılacak ve olası tehdit durumunda nükleer kapasite dahil iki ülke birbirlerine savunma desteği sağlayabilecek.

Bir dönem özellikle Körfez ülkeleri için en güvenilir dış müttefik olan ABD ile son dönemde yaşanan anlaşmazlıklar da bölge ülkelerini güvenlik alanında dışa bağımlı olmaktan kurtulmanın arayışlarına itmeye başladı. Bu durum özellikle Katar saldırısı sürecinde kendisini gösterdi. ABD’nin bölgedeki en büyük üssü olan ve 1996 yılında kurulan El-Udeyd Hava Üssü’nü sınırları içerisinde bulunduran ve Washington’un NATO dışı müttefik ilan ettiği Katar’a yönelik İsrail saldırısında tepkisiz kalması ABD’ye olan güvenin ciddi biçimde sarsılmasına neden oldu. Benzer güven bunalımı bir dönem Washington-Riyad hattında da görülmüş, iki ülke arasındaki ilişkilerde sınırlı da olsa gerilimler yaşanmıştı. ABD ile yaşanan bu güven bunalımı Körfez ülkelerinin bir taraftan kendi aralarında ortaklıkları yoğunlaştırma, bir taraftan da yeni dış aktörlerle işbirliklerini artırarak, müttefik yapılanmalarında çeşitlendirmeye gitmeye itti.

ABD açısından bakıldığında ise Arap ülkeleri arasında kurulacak askeri bir ittifak yapılanmasının Washington yönetimi tarafından desteklenmesinin muhtemel olduğu söylenebilir. Bunun temel gerekçesi söz konusu ittifakın ABD’nin Ortadoğu’da uzun yıllardır yürüttüğü askeri angajmanları azaltabilmesine olanak verebilmesi. ABD’nin Ortadoğu’daki müttefiklerinin güvenlik anlamında kendi kendilerine yetebilecek seviyede olmaları, Washington’un başta Asya-Pasifik olmak üzere güç mücadelesi yürüttüğü diğer bölgelere odaklanabilmesine imkan verecek. Dolayısıyla ABD’nin Ortadoğu’da gerileyen angajmanları, Washington’un diğer öncelikli alanlara yönelmesini sağlayacaktır. Bu açıdan değerlendirildiğinde Arap ülkeleri arasında kurulacak bir askeri ittifakın ABD tarafından destekleneceğini söylemek doğru olacaktır.

Askeri ittifak projesinde ayrışma konusu olabilecek bir diğer husus ülkelerin askeri ve ekonomik kapasitelerindeki farklı olması. Bu noktada Mısır ve Suudi Arabistan gibi bölgenin önde gelen askeri güçleri kendi kendilerini savunma kapasiteleri anlamında daha yetkin durumda iken, Umman, Kuveyt ve Ürdün gibi ülkeler ise bu anlamda daha kısıtlı bir kapasiteye sahipler. Bu noktada askeri kapasitesi güçlü ülkelerin ortak bir askeri ittifak yapılanması konusunda daha az istekli olacağı tahmin edilebilecekken, öte yandan zayıf ülkelerin bu konuda daha istekli olacakları söylenebilir. Bu noktada olası bir ittifaka katılacak ülkeler arasında, ortak ordu projesine dahil edilecek askeri ekipmanlar ve bunların finansmanı gibi konularda ortaya çıkabilecek anlaşmazlıklar projeyi daha da komplike hale getirebilir.

Askeri kapasitenin yanında, orduların operasyonel kabiliyetleri de ortak askeri ittifak girişimi bağlamında önem arz ediyor. Nitekim bu girişimi dillendiren Mısır, Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkelerin ordularının, insan gücü ve askeri ekipman anlamında yeterliliği olsa da, çatışma sahasında tecrübeleri zayıf. Bu durum Mısır ordusunun bir dönem Sina’da aktif varlık gösteren DEAŞ (Ensar Beyt el-Makdis ya da Sina Vilayeti Örgütü) ile mücadelesinde zorlanmasında, Suudi Arabistan’ın Yemen’deki askeri angajmanlarında hedeflerine ulaşmasında güçlükler yaşamasında ya da BAE’nin Sudan ve Libya gibi ülkelerdeki çatışmalara müdahale süreçlerinde tecrübe ettiği zorluklarda kendisini gösteriyor. Bu ülkelerin geniş askeri personel imkanlarına, dış angajmanlarına ve savunma sanayi teknolojilerindeki kapasitelerine rağmen, sahada sınırlı kazanımlar elde etmeleri, askeri operasyonel kabiliyetlerinin sorgulanmasına neden oluyor. Bu durum da olası bir Arap askeri ittifakının operasyonel kapasitesinin güçlüklerle karşı karşıya kalmasını beraberinde getirecektir.

Sonuç olarak Arap ülkeleri arasında askeri bir ittifak kurulması fikri bölge ülkeleri açısından pragmatik bir girişim olarak değerlendirilebilir. Ancak projenin uygulanabilirliğinin önünde büyük açmazlar bulunuyor. Arap ülkelerinin bölgesel birlikler kurma konusunda tecrübeleri olmakla birlikte Arap Birliği ve Körfez İşbirliği Teşkilatı gibi kuruluşların savunma işbirliği konusunda onlarca yıl boyunca herhangi bir ilerleme kaydedememeleri, Arap askeri ittifakı girişiminde de hızlı sonuç alınabilecek olması ihtimalini zorlaştırıyor. Dolayısıyla bölge ülkelerinin kendi askeri ittifaklarını kurmaktan ziyade, ABD dışındaki aktörlerle angajmanın arttığı askeri ittifak girişimlerine yönelmeleri daha gerçekçi seçenek olarak gözüküyor.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 20 Ekim 2025’te yayımlanmıştır.

İsmail Numan Telci
İsmail Numan Telci
Doç. Dr. İsmail Numan Telci - Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü & ORSAM Başkan Yardımcısı. Lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, yüksek lisans eğitimini Hochschule Bremen’de Avrupa Çalışmaları alanında tamamladı. 2009 yılında Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde başladığı doktora çalışmalarını “Mısır’da Devrim ve Karşı-Devrim Sürecinde İç ve Dış Aktörlerin Rolü: 2011-2015” başlıklı tezi ile 2015’te tamamladı. Bu çalışması “Mısır: Devrim ve Karşı-Devrim” başlığıyla SETA tarafından yayınlandı. 2014-2018 yılları arasında Sakarya Üniversitesi bünyesinde kurulan Ortadoğu Enstitüsü'nün kurucu müdür yardımcılığını yapan Telci, 2016-2019 yılları arasında SETA dış politika masasında araştırmacı olarak çalıştı. Halen Sakarya Üniversitesi’nde Modern Ortadoğu Tarihi ve Arap Devrimlerini Anlamak derslerini veren Telci, 2019'un Temmuz ayından itibaren ise Ortadoğu Araştırmaları Merkezi (ORSAM) Başkan Yardımcısı olarak görev yapıyor. Telci'nin çalışma alanları arasında Körfez siyaseti, Körfez ülkelerinin dış politikaları, Mısır siyaseti, Mısır’daki toplumsal hareketler ve Arap devrimleri gibi konular bulunuyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Arap Ordusu fikri ne kadar gerçekçi?

İsrail’in Katar’a saldırısından sonra bir kez daha gündeme gelen Arap Ordusu fikrinin gerçekleşmesinin önündeki engeller neler? Bu ordu kime karşı olacak? ABD’nin tavrı ne olur? Bölgesel denklem nasıl değişir? Prof. Dr. İsmail Numan Telci yazdı.

Gerek ülkeler arası gerekse de devlet dışı aktörlerin müdahil olduğu birçok çatışmaya sahne olan Ortadoğu’da son yılların en şok edici olaylarından birisi 9 Eylül’de İsrail’in Katar’daki Hamas üyelerine yönelik saldırılarıydı. Öyle ki geçmişte Arap ülkeleriyle farklı dönemlerde savaşlar gerçekleştirmiş olsa da İsrail, ilk kez bir Körfez ülkesine yönelik böylesi bir saldırı düzenlemişti. Bu saldırı Katar’ın egemenliğine yönelik açık bir ihlal teşkil etmesinin yanında, Doha yönetiminin uzun yıllardır inşa ettiği güvenilir ev sahibi ve arabulucu imajına da zarar verdi.

Olayın bir başka vahamet noktası ise Irak’ın Kuveyt’i işgal girişiminden bu yana ilk kez bir Körfez ülkesinin doğrudan başka bir ülke tarafından hedef alınmasıydı. Daha önce Suudi Arabistan Yemen’deki Husiler tarafından hedef alınmış ancak bu devlet dışı silahlı bir aktörün saldırısı olarak değerlendirilmişti.

İsrail’in Katar saldırısının bir başka boyutu ise Körfez ülkelerinin uzun yıllardır inşa ettikleri barış ve istikrar vahası olma statüsünün de sona ermesi. Bölgenin en güvenli ve güvenilir ülkelerinden olan Katar’ın, inşa ettiği barışçıl aktör imajına, ABD ve diğer küresel aktörlerle olan yakın ilişkilerine ve doğalgaz kaynaklı ekonomik zenginliklerine rağmen İsrail tarafından hedef alınması bölgedeki diğer ülkeler tarafından da güvenlik paradigmalarının sorgulanmasına yol açtı. Özellikle bölgesel jeopolitik çekişmelerin muhatabı olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler de Katar saldırısı sonrası olası güvenlik risklerini çok daha ciddi biçimde ele almaya başladı.

Bu noktada İsrail’in Katar’ı seçmesi de tesadüf değildi. İsrail, bir taraftan Gazze başta olmak üzere bölgedeki yıkıcı politikalarına karşı gelen bölgesel aktörleri uyarmak, bir taraftan da bu yönde olası girişimlere karşı gözdağı vermeyi de amaçlıyordu. Bu anlamda en öne çıkan ülke olan Katar’ı daha önce, Gazze’deki El-Cezire ofisini bombalayarak ve Katar Kızılay’ına saldırılar düzenleyerek, dolaylı şekillerde hedef alan İsrail, bu kez doğrudan hedef almayı tercih etmişti. Nitekim bölgede Hamas başta olmak üzere Müslüman Kardeşler hareketi ile en yakın ilişkilere sahip ülke konumundaki Katar’ın bu tutumu özellikle İsrail tarafından ciddi rahatsızlıkla izlenmekteydi.

Öte yandan her ne kadar İsrail saldırı ile belli mesajları vermiş olsa da sonuçları itibariyle nasıl bir süreci tetiklediğinin ise pek farkında olmasa gerek. Nitekim saldırı karşısında bölge ülkelerinin hızlı bir reaksiyon göstermesi ve özellikle ortak savunma ihtiyacının gerekliliği konusunu gündeme getirmeleri belki de İsrail açısından beklenmeyen bir durumdu.

Saldırının üzerinden henüz birkaç gün geçmişken İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği, olağanüstü toplantı kapsamında Doha’da bir araya gelerek Katar ile dayanışma göstermeleri bu bağlamda önemli bir gelişmeydi.

Bu konjonktürde toplanan Doha’daki zirvede Arap ülkeleri arasında kurulacak bir askeri ittifak yapılanması konusunun başlıca gündem haline gelmesi şaşırtıcı değil.

Arap Ordusu önerisi yeni değil

Esasında bu öneri daha önce de dile getirilmiş ancak bu bağlamda herhangi bir ilerleme kaydedilememişti. Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah El-Sisi, DEAŞ’ın Mısır ve Libya’da aktif olduğu 2015 yılında yaptığı bir açıklamada Arap ülkelerinin ortak bir askeri savunma ittifakı kurmasını önermişti. 2018 yazında da ABD Başkanı Donald Trump’ın İran tehdidiyle mücadele için “Arap Nato”sunun kurulmasını önermesinin ardından Kasım ayında Mısır, Suudi Arabistan, BAE, Kuveyt, Bahreyn ve Ürdün ordularının katılımıyla “Arap Kalkanı 1” isimli askeri tatbikata ev sahipliği yapmıştı. Gerek Körfez ülkeleri arasında 2017’de başlayan diplomatik kriz hali gerek bölgedeki diğer gerilimler gerekse de Trump’ın seçimleri kaybetmesi bu girişimleri o dönemlerde sonuçsuz bırakmıştı.

İsrail’in Gazze’de yürüttüğü katliamlar, Lübnan ve Yemen gibi ülkelere yönelik saldırıları ve son olarak Katar’daki Hamas üyelerine saldırısı başta Körfez ülkeleri olmak üzere Arap dünyasında ortak bir askeri ittifak kurulması bağlamında somut adımlar atılması tartışmalarını yeniden gündeme getirdi. Her ne kadar tüm Arap ülkeleri bu girişime sıcak bakıyor olmasa da bu yönde bir ittifak kurulmasının bir taraftan tehditlerle mücadelede kapasite artırımı anlamına gelebilecek olması, bir taraftan da savunma sanayi teknolojilerinde ortak projeler ve askeri politikalarda entegrasyon gibi konularda da işbirliğinin güçlenmesinin önünü açılabilecek olması, girişimin gerçekleşebilme ihtimali konusunda değerlendirmeleri gerekli kılıyor.

Arap Ordusu kime karşı?

Söz konusu proje özünde Arap ülkelerine yönelik tehditlere karşı askeri olarak ortak mücadele edilmesini mümkün kılacak bir mekanizmanın kurulmasını öngörüyor. Ayrıca, Arap devrimleri gösterileri sürecinde Bahreyn’de yaşanan protestolar tarzı gösterilerin ve iç ayaklanmaların bastırılması noktasında da bu askeri ittifak işlevsel olabilecektir. Bu noktada tehditler olarak giderek agresifleşen bölge politikalarıyla İsrail, zaman zaman ortaya çıkan ve tüm bölge ülkelerine zarar veren terör örgütleri ve son olarak yayılmacı politikalarından taviz vermeyen İran öne çıkıyor. Nitekim İran, sahip olduğu füze teknolojileri ve bölgedeki vekil unsurlarla yürüttüğü faaliyetler nedeniyle başta Suudi Arabistan olmak üzere kimi bölge ülkeleri tarafından tehdit olarak algılanıyor. Ancak Katar ve Umman gibi Körfez ülkeleri ise İran ile iyi ilişkiler yürütüyor ve bu yönde politikalar izliyor.

Teoride özellikle savunma bağlamında dışa bağımlı olan ya da sınırlı kapasiteye sahip bölge ülkeleri için olumlu bir girişim gibi gözükmekle beraber projenin gerçekleşmesinin önünde birtakım engeller de var. Arap askeri ittifakını öneren ülkeleri ayrıştıran hususlardan birisi bu ülkelerin ittifak tercihlerindeki ve dış politikalarındaki farklılaşma.

Bu anlamda en ciddi ayrışma İsrail ile ilişkilerde gözlemleniyor. Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Fas, Trump’ın inisiyatifiyle başlatılan İbrahim Anlaşmaları kapsamında İsrail ile ilişkileri normalleştirmelerinden dolayı Tel-Aviv yönetimine karşı sınırlı tepki gösterebiliyor. Öte yandan Katar, Kuveyt, Umman ve Cezayir gibi ülkeler ise İsrail’e karşı sert tutumlarıyla biliniyor. Bu durum özellikle İsrail’e karşı politikalar bağlamında bir ikiliği de beraberinde getiriyor.

Benzer durum ABD ile ilişkilerde de görülüyor. Bölge ülkelerinin birçoğu için ABD güçlü bir müttefik olarak yer alırken, kimi ülkeler ise küresel ittifaklarında çeşitlendirmelere giderek Çin, Rusya ve Türkiye gibi aktörlerle stratejik işbirlikleri geliştiriyor. Öyle ki Suudi Arabistan, İsrail’in Katar saldırısından kısa bir süre sonra Pakistan ile savunma işbirliği anlaşması imzaladı. Anlaşmaya göre bir ülkeye yapılan saldırı diğerine de yapılmış sayılacak ve olası tehdit durumunda nükleer kapasite dahil iki ülke birbirlerine savunma desteği sağlayabilecek.

Bir dönem özellikle Körfez ülkeleri için en güvenilir dış müttefik olan ABD ile son dönemde yaşanan anlaşmazlıklar da bölge ülkelerini güvenlik alanında dışa bağımlı olmaktan kurtulmanın arayışlarına itmeye başladı. Bu durum özellikle Katar saldırısı sürecinde kendisini gösterdi. ABD’nin bölgedeki en büyük üssü olan ve 1996 yılında kurulan El-Udeyd Hava Üssü’nü sınırları içerisinde bulunduran ve Washington’un NATO dışı müttefik ilan ettiği Katar’a yönelik İsrail saldırısında tepkisiz kalması ABD’ye olan güvenin ciddi biçimde sarsılmasına neden oldu. Benzer güven bunalımı bir dönem Washington-Riyad hattında da görülmüş, iki ülke arasındaki ilişkilerde sınırlı da olsa gerilimler yaşanmıştı. ABD ile yaşanan bu güven bunalımı Körfez ülkelerinin bir taraftan kendi aralarında ortaklıkları yoğunlaştırma, bir taraftan da yeni dış aktörlerle işbirliklerini artırarak, müttefik yapılanmalarında çeşitlendirmeye gitmeye itti.

ABD açısından bakıldığında ise Arap ülkeleri arasında kurulacak askeri bir ittifak yapılanmasının Washington yönetimi tarafından desteklenmesinin muhtemel olduğu söylenebilir. Bunun temel gerekçesi söz konusu ittifakın ABD’nin Ortadoğu’da uzun yıllardır yürüttüğü askeri angajmanları azaltabilmesine olanak verebilmesi. ABD’nin Ortadoğu’daki müttefiklerinin güvenlik anlamında kendi kendilerine yetebilecek seviyede olmaları, Washington’un başta Asya-Pasifik olmak üzere güç mücadelesi yürüttüğü diğer bölgelere odaklanabilmesine imkan verecek. Dolayısıyla ABD’nin Ortadoğu’da gerileyen angajmanları, Washington’un diğer öncelikli alanlara yönelmesini sağlayacaktır. Bu açıdan değerlendirildiğinde Arap ülkeleri arasında kurulacak bir askeri ittifakın ABD tarafından destekleneceğini söylemek doğru olacaktır.

Askeri ittifak projesinde ayrışma konusu olabilecek bir diğer husus ülkelerin askeri ve ekonomik kapasitelerindeki farklı olması. Bu noktada Mısır ve Suudi Arabistan gibi bölgenin önde gelen askeri güçleri kendi kendilerini savunma kapasiteleri anlamında daha yetkin durumda iken, Umman, Kuveyt ve Ürdün gibi ülkeler ise bu anlamda daha kısıtlı bir kapasiteye sahipler. Bu noktada askeri kapasitesi güçlü ülkelerin ortak bir askeri ittifak yapılanması konusunda daha az istekli olacağı tahmin edilebilecekken, öte yandan zayıf ülkelerin bu konuda daha istekli olacakları söylenebilir. Bu noktada olası bir ittifaka katılacak ülkeler arasında, ortak ordu projesine dahil edilecek askeri ekipmanlar ve bunların finansmanı gibi konularda ortaya çıkabilecek anlaşmazlıklar projeyi daha da komplike hale getirebilir.

Askeri kapasitenin yanında, orduların operasyonel kabiliyetleri de ortak askeri ittifak girişimi bağlamında önem arz ediyor. Nitekim bu girişimi dillendiren Mısır, Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkelerin ordularının, insan gücü ve askeri ekipman anlamında yeterliliği olsa da, çatışma sahasında tecrübeleri zayıf. Bu durum Mısır ordusunun bir dönem Sina’da aktif varlık gösteren DEAŞ (Ensar Beyt el-Makdis ya da Sina Vilayeti Örgütü) ile mücadelesinde zorlanmasında, Suudi Arabistan’ın Yemen’deki askeri angajmanlarında hedeflerine ulaşmasında güçlükler yaşamasında ya da BAE’nin Sudan ve Libya gibi ülkelerdeki çatışmalara müdahale süreçlerinde tecrübe ettiği zorluklarda kendisini gösteriyor. Bu ülkelerin geniş askeri personel imkanlarına, dış angajmanlarına ve savunma sanayi teknolojilerindeki kapasitelerine rağmen, sahada sınırlı kazanımlar elde etmeleri, askeri operasyonel kabiliyetlerinin sorgulanmasına neden oluyor. Bu durum da olası bir Arap askeri ittifakının operasyonel kapasitesinin güçlüklerle karşı karşıya kalmasını beraberinde getirecektir.

Sonuç olarak Arap ülkeleri arasında askeri bir ittifak kurulması fikri bölge ülkeleri açısından pragmatik bir girişim olarak değerlendirilebilir. Ancak projenin uygulanabilirliğinin önünde büyük açmazlar bulunuyor. Arap ülkelerinin bölgesel birlikler kurma konusunda tecrübeleri olmakla birlikte Arap Birliği ve Körfez İşbirliği Teşkilatı gibi kuruluşların savunma işbirliği konusunda onlarca yıl boyunca herhangi bir ilerleme kaydedememeleri, Arap askeri ittifakı girişiminde de hızlı sonuç alınabilecek olması ihtimalini zorlaştırıyor. Dolayısıyla bölge ülkelerinin kendi askeri ittifaklarını kurmaktan ziyade, ABD dışındaki aktörlerle angajmanın arttığı askeri ittifak girişimlerine yönelmeleri daha gerçekçi seçenek olarak gözüküyor.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 20 Ekim 2025’te yayımlanmıştır.

İsmail Numan Telci
İsmail Numan Telci
Doç. Dr. İsmail Numan Telci - Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü & ORSAM Başkan Yardımcısı. Lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, yüksek lisans eğitimini Hochschule Bremen’de Avrupa Çalışmaları alanında tamamladı. 2009 yılında Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde başladığı doktora çalışmalarını “Mısır’da Devrim ve Karşı-Devrim Sürecinde İç ve Dış Aktörlerin Rolü: 2011-2015” başlıklı tezi ile 2015’te tamamladı. Bu çalışması “Mısır: Devrim ve Karşı-Devrim” başlığıyla SETA tarafından yayınlandı. 2014-2018 yılları arasında Sakarya Üniversitesi bünyesinde kurulan Ortadoğu Enstitüsü'nün kurucu müdür yardımcılığını yapan Telci, 2016-2019 yılları arasında SETA dış politika masasında araştırmacı olarak çalıştı. Halen Sakarya Üniversitesi’nde Modern Ortadoğu Tarihi ve Arap Devrimlerini Anlamak derslerini veren Telci, 2019'un Temmuz ayından itibaren ise Ortadoğu Araştırmaları Merkezi (ORSAM) Başkan Yardımcısı olarak görev yapıyor. Telci'nin çalışma alanları arasında Körfez siyaseti, Körfez ülkelerinin dış politikaları, Mısır siyaseti, Mısır’daki toplumsal hareketler ve Arap devrimleri gibi konular bulunuyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x