Fransa’daki parlamento seçimlerinin ikinci turunda favori gösterilen sağ-popülist Ulusal Birlik bozguna uğrarken, ipi sol-popülist Yeni Halk Cephesi göğüsledi.
İkinci tur kampanyasında bulduğu her fırsatta solu “antisemit” olmakla suçlayan, “Büyük Kapital”in temsilcileriyle basına kapalı (hatta gizli) toplantılar düzenleyen ve İslâm/Müslüman düşmanlığında “uçları” zorlayan Marine Le Pen – prensi Jordan Bardella’yla birlikte – içine düştüğü stratejik bataklığın faturasını çok ağır ödedi. Meclis’teki sandalye sayısını ciddi biçimde artırdıysa da sonuç hüsran oldu.
Bilhassa “Büyük İkâme” levhası etrafında nakşedilen katı İslâm düşmanı söylevin bir kısım seçmeni ürküttüğünü, diğer bir kısmı da karşı-tavır almak için “seferber” ettiği aşikâr.
Ne olursa olsun, Avrupa’daki ulusal-sağların yükselişi artık bir vakıa. Gücü bilfiil eline aldığı ülkelerin yanı sıra zaferi “kıl payı” kaçıran, – tıpkı Fransa örneğinde olduğu gibi – maratonun son çeyreğinde “bocalayan” ve/veya ilân edilen potansiyelini henüz tam mânâsıyla gerçekleştiremeyenlerin varlığı da unutulmamalı.
Peki, ama Avrupa’da ulusal-sağların 21’inci yüzyıldaki kimlik örgüsü nasıl okunmalı? Biyolojik ırkçılık “kültür” potasında eritiliyor mu? Vaktiyle “sol-milliyetçilik” hangi dönüşüm uğruna tasfiye edildi? Tartışmaların odağındaki “Büyük İkâme” kuramı algıdan gerçeğe mi evriliyor?
Gelin, kıtasal iktidar serüvenini ıstırap içinde başlatmaya çalışan ulusal-sağların “medeniyet” idrâkinin şifrelerini çözmeye çalışalım.
“Büyük İkâme”: Kuramın kısa bir tarihi
Son 10-15 yıldır Avrupa’da medyanın, entelektüellerin ve “ulusal-sağ” galaksi bileşenlerinin dilinden düşürmediği bir kuram var: “Büyük İkâme” (Grand Remplacement/Great Replacement).
Fransız düşünür Renaud Camus, 2011 yılında yayımlanan meşhur eserinde açımladığı “Büyük İkâme” kuramıyla pek çok farklı kapı açtı.
Kavram bilhassa Batı’da akademik literatüre dâhil oldu, müthiş bir medyatik ilgiyle karşılandı. Kimisi Camus’yü “komploculuk”la itham ederken, kimisi de eseri “demokratik tartışma”ya sunulmuş bir “katkı” olarak telakki etti.
Fakat bitmedi, dahası var.
Kuram, legal ulusal-sağ parti, oluşum ve platformlarla birlikte “yeraltı” addedilebilecek şiddete meyilli yapı ve bireylere de nüfuz etti. Başka bir deyişle, sağ-popülistlerden ulusal-muhafazakârlara ve sağ-hızlandırmacılara değin farklı tonlardaki geniş bir yelpazeye yayıldı. Buralarda adeta bir “ilham pınarı” şeklinde benimsendi.
Camus’nün tezi şu: Özelde Fransa’da, genelde ise tüm kıta Avrupa’sında bir yandan yerli “beyaz” halk, Mağrip ve Afrika’dan gelen göçmenlerle, diğer yandan seküler Hristiyan değerlerle bezeli kültürel motifler de İslâm’la ikâme edilmeye çalışılıyor.
Oysa hızla yayılan bu tez – her ne kadar en özgü formatına Camus tarafından kavuşturulmuşsa da – “yeni” değil. Daha da önemlisi, menşei bakımından “kıta Avrupa’sı”na ait değil.
1939 yılında Hindistan’da yaşarken kaleme aldığı Hintlere Bir Uyarı başlıklı kitabında, daha sonraları “ezoterik Hitlerciliğin” önde gelen figürü mevkiine terfi eden ve gerek Birleşik Krallık gerekse Amerika Birleşik Devletleri’ndeki (ABD) 1945-sonrası “beyaz üstünlükçü” devrimciliği örgütleyen Savitri Devi, şöyle yazıyordu:
“Muhammedî demografi Hindistan’da hızla büyüyor. Hintler vaktinde uyanmazlarsa çok yakın bir gelecekte mevcut Hindu toplum düzenine bugün Avrupalıların Antik Yunan’a baktıkları bir nostaljiyle bakacaklar.”
Yunan asıllı Fransız yazar Devi, “mü’min” bir pagandı. Semavî dinlerden nefret ediyordu. Savitri Devi’nin en büyük hıncı esasen Yahudilere karşıydı ve İslâm’a, Müslümanlara sonraki yıllarda daha “ılımlı” yaklaştı.
Ne var ki, Hindistan’ın 1947 yılında bağımsızlığını kazanmasını müteakip bölgede yaşanan süreçler, akabinde Hint milliyetçi akımı “Hindutva”nın kademeli olarak büyümesi ve nihayet 2000’li yıllarda iktidara gelerek Avrupa ulusal-sağları için bir “rol-model” olması Savitri Devi’yi tekrar sahne önüne attı.
11 Eylül-sonrası dönemde ABD-merkezli olarak körüklenen ve hızla Avrupa kıyılarına ulaşan “anti-İslâm” paradigmasının açtığı ideolojik pencere de dikkate alındığında, şüphesiz ki Devi fevkalâde kullanışlı bir düşünsel aparat hüviyetine büründü.
Keza Batı Balkanlar’da 1990’ların son demlerinde Sırp şovenizminin Boşnaklara ve Arnavutlara karşı giriştiği “etnik kıyım” politikasını tahkim edici söylemler irdelendiğinde, “Büyük İkâme” kartının – ismi dahi henüz ortada yokken – nasıl profesyonelce çıkarıldığı görülebilir.
Gerçekten de Sırp şovenizmi Boşnakların ve Arnavutların “tarihsel Sırp topraklarını kolonize eden Müslüman işgâlciler” olduklarını, “Hristiyan Avrupa’nın kalbinde bir İslâm imparatorluğu kurmak adına hareket ettiklerini” sayıklıyordu.
Hâl böyleyken, Camus’nün yaptığı bir nevî Devi’nin işâret fişeğini yıllar evvel Hindistan’da atıp Anglosakson âlemine taşıdığı fikir sistematiğini – Batı Balkanlar laboratuvarındaki kanlı deneyselliğin sunduğu verilerin ışığında – kıta Avrupa’sı bağlamına “uyarlamak” ve “güncellemek” oldu denilebilir.
Biyolojiye karşı kültür veya kültürde gizlenen biyoloji
“Büyük İkâme”, doğrudan “biyolojik” karakterli bir ırkçılığı savunmuyor. Fakat ırkçılığın “hiçbir izini taşımadığı” argümanı yanıltıcı olur.
Bu kuramın müellifi ve dahi mevcut takipçileri biyolojik plânda ırkların bir hiyerarşiye tâbi olmadığını ve bu anlamda aralarında bir “alt-üst” ilişki çerçevesi inşâ edilemeyeceğini söylüyor. Savunulan görüş ise “kültürlerin uyuşmazlığı”. Başka bir ifâdeyle, dünya üzerindeki kültürlerin – ve dolayısıyla da “medeniyetler”in – “yabancı” olana karşı düşmanlıkta en doğal hakikatini bulduğu yönündeki görüş.
Medeniyetler-arası mesafe (ki, bu hem fizikî hem de manevî bir mesafedir), medeniyetlerin varoluşsal bir vazifesi olarak kabul ediliyor.
Mesafe, “farklılığı” mühürlerken, “farklılık” da “öteki” algısını sağlamlaştırıyor.
Hani “şeytan ayrıntıda gizlidir” denir ya, işte burada “püf nokta” kıvamındaki temel nüans şu: “Medeniyet”in temel kıstası olarak etnisite ve ait olunan büyük “etnik aile”, yâni hususen “beyaz etnisite” alınıyor.
Asimilasyon kapıları bu vesileyle tersinden sımsıkı kapanırken, “entegrasyon” ufku da bütünüyle buharlaşıyor. Geriye tek bir seçenek kalıyor: “Gayrı-beyaz” unsurların dışlanması ve reddedilmesi.
Biyoloji-kültür füzyonunun “aşkın” ve “vazgeçilmez” bir dinamiği de kuşkusuz “gayrı-İslâm’lık”. Kısacası, “ayrıştırılmamak” için “beyaz etnisite”den olmak da kâfi gelmiyor. İlâveten “İslâm’sız bir beyazlıkta” olmak icap ediyor. Çünkü İslâm, bugün onların nazarında en büyük, en cüsseli ve en tehlikeli “medeniyet düşmanı”dır.
Nitekim bunu, yukarıda serdettiğim üzere, Boşnak ve Arnavutlara yapılan soykırımlarda müşahede etmiştik. Yine Rusya’nın Ukrayna’yı işgâl girişimi sonrası milyonlarca “beyaz” ve “İslâm’sız” Ukraynalıyı açık kucaklarla, “esmer” ve (muhtemelen) “Müslüman” olanların ise cansız bedenlerinin Akdeniz’de balıklara yem edilmesini kayıtsızlıkla karşılayan konjonktür hâlâ taze.
Avrupa milliyetçiliğinin tasfiyesi ve popülist dönüşüm
Avrupa milliyetçiliği her zaman böyle değildi. Şahit olduğumuz, yeni bir “dönüşüm”. Fakat bu dönüşümün “hakkıyla” yapılabilmesi için evvelâ önündeki engellerin temizlenmesi lâzımdı. Engellerin ilki de hiç şüphesiz, 1945-1990’lar aralığında çok faal olan tarihsel Avrupa milliyetçiliğinin “sol”a yakın ve devrimci öğeleriydi.
1943 yılında Mussolini’nin İtalya’nın müttefiklerden arî kuzey bölgesini kapsayan “İtalyan Sosyal Cumhuriyeti”nin ideolojik temelini atmaya matuf olarak yayımlanan “Verona Manifesto”nun 8’inci maddesi şöyledir:
“Avrupa devletlerindeki Britanya etkisini tasfiye edecek bir Avrupa Topluluğu’nun kurulması, kapitalist sistemin lağvedilmesi, plütokrasilerle mücadele edilmesi, Afrika’nın doğal kaynaklarının gerek yerlilerin gerekse Avrupalıların yararına olacak şekilde ve bilhassa da Müslümanlara saygı göstererek değerinin yükseltilmesi (…) amaçlanmaktadır.”
Makale boyunca nakşetmeye gayret ettiğim “Anglosakson” – “kıta Avrupa’sı” geriliminin/etkileşiminin (belki de mücadelesinin) bir “kökü” de işte buradadır. Dahası, aynı paragraftaki “Müslümanlara saygı göstererek” vurgusu da boşuna değil.
Özellikle 1960-1980 dönemini kapsayan zaman diliminde söz konusu maddeyi kendine rehber eyleyen, bir ayağını 1920’lerin Almanya-merkezli “Muhafazakâr Devrim”inin birikiminde, diğerini de (Otto ve Gregor) Strasser[1] kardeşler ve (Nicola) Bombacci’nin[2] derin “proleter” eğilimli milliyetçiliğine sabitleyen tarihsel Avrupa milliyetçiliğinin “sol” kanadı, İslâm ve Müslümanları “dost” belledi.
Avrupa’nın ABD ve Sovyetler Birliği tarafından sömürgeleştirildiği tespitinden yola çıkan bu muhit, Avrupa’nın “hür” bir “güç” teşkil edebilmesi için bu ikiliden kendini kurtarması gerektiğini vaaz ediyordu.
“Beynelmilel plütokrasi”nin diktasına ve Sovyetlerin kızıl emperyalizmine karşı bu milliyetçiler topyekûn İslâm medeniyetini kendisine “müttefik” saydılar. İran’dan Afganistan’a, Cezayir’den Libya’ya ve hatta Filistin’e kadar muhtelif coğrafyalarda “ezilen Müslüman kimliğin” yanında saf tuttular ve bu doğrultuda aktif mücadele yürüttüler.
Oysa 11 Eylül paradigması bu istidâdı bıçak gibi kesti, ezdi. Dahası, “zarurî” bir dönüşüme” zorladı. Kendi pedagojisini, kendi referanslarını ve kendi vizyonunu ördü. Nihâyet Amerikan “alt”-sağı eliyle de tümünü Avrupa’nın içlerine sevk etti.
Ya Rusya? O da boş durmadı. ABD’yle olan rekabetinde tırmanışa geçen “anti-İslâm” konseptine o da kendi ideolojik araçlarıyla iştirâk etti ve kendi “yatırımlarıyla”, kendi “piyasası”nı teşkil etti.
Gelinen aşamada bugün Avrupa ulusal-sağ manzarasında bir yanda ABD’ye yakın duran “ulusal-muhafazakârlar”, diğer yanda ise Rusya’ya sempatiyle bakan “sağ-popülistler” var. Finansman ve lojistik destekler de işin cabası.
Velhâsıl “Büyük İkâme”nin, Avrupa’daki Amerikan-Rus danışıklı dövüşünün (ki bu denkleme diğer aktörler olarak İsrail ve Hindistan gibi devletler de girdi) bir “yürütücüsü” konumuna geldiğini bu yönüyle pekâlâ iddia edebiliriz.
“Büyük İkâme” algısının son durağına dair bir söz
Yeni Avrupa ulusal-sağları her seçimde etkisini biraz daha katlıyor.
İstatistiklere göre 450 milyonluk bir toplam nüfusa haiz AB’deki Avrupa Müslümanlığı 25 milyonu biraz geçiyor. Bu, toplamın ancak yüzde 5 küsuruna tekabül ediyor.
Yüzde 5 küsurla nasıl ve ne zaman bir “büyük ikâme” yapılabilir, teknik bakımdan sorulmaya değer bir soru doğrusu. Nitekim bu başlığa dair geliştirilen “fetiş”in sandıkta “ters teptiğine” dair belirtiler de geliyor.
Ancak en nihayetinde “algı, gerçekliktir”, hele ki siyasal düzlemde. Ve algıyı yoğuran “propaganda makinası” kesintisizce çalış(tırıl)ıyor.
Avrupa’da (ve dahi Batı’da) odak noktası bana kalırsa “göçmen” imgesi değil, bizzat İslâm dini ve Müslümanlık. Mevcut anlatıda “göçmenler” aksesuar bir işlev görüyor gibi gözüküyor. Yâni bir “mazeret”, bir “bahane” – kısacası algılanan “sorun”u siyasallaştırmaya yarayan bir sosyo-ekonomik “birim”.
“Büyük İkâme” kuramı Avrupa kamuoyunda “demokratikleştirildiği” ölçüde muhtemel etkilerinin çift-taraflı keskinliği de iyice artıyor.
Keza sonunun “kestirilemezliği” de öyle…
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 8 Temmuz 2024’te yayımlanmıştır.
[1] Otto ve Gregor Strasser kardeşler Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin proleter kanadını temsil ediyorlardı. Gregor Strasser 1934 yılındaki “Uzun Bıçaklar Gecesi”nde Hitler’in emriyle infaz edildi. Otto Strasser ise sürgüne gitti. Otto Strasser 1950’li yılların başlarında Batı Almanya’ya dönerek parti kurdu. 1974’te öldü.
[2] Nicola Bombacci (1879-1945), İtalya Komünist Partisi’nin kurucularından. 1930’larda Mussolini’yle yakınlaştı. 1943’te İtalyan Sosyal Cumhuriyeti’nin “ideologlarından” oldu. 1945 yılında partizanlarca taranarak öldürüldü.