13 Ağustos 2020 günü, Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve İsrail ortak bir açıklama yaparak malumun ilanını gerçekleştirdi: Zaten var olan BAE ve İsrail ilişkileri artık ‘normalleşecekti’. Bu çerçevede taraflar ilerleyen haftalarda yatırım, turizm, doğrudan uçuşlar, güvenlik, telekomünikasyon, teknoloji, enerji, sağlık, kültür ve çevre gibi konularda anlaşmalar yapmak üzere gizli gizli değil de açıkça bir araya gelecekler ve tabii karşılıklı olarak elçilikler açacaklardı.
Bu adımla birlikte BAE, Mısır ve Ürdün’den sonra İsrail’i resmen tanıyan üçüncü Arap ülkesi oldu. Bu adımı ‘tarihî’ kılansa, ilk kez bir Körfez ülkesinin İsrail’i resmen tanımış olması. Önümüzdeki dönemde Suudi Arabistan ve Bahreyn’in de benzer bir adım atacağı çoktan beridir konuşuluyor.
Geniş yankı uyandırsa da BAE’nin İsrail’le ilişkileri normalleştirmesi hiç de sürpriz değil ve aslında 1990’lardan beri devam eden bir sürecin doğal neticesi. Bu neticeyi anlamak içinse, biraz geriye gidip, BAE ve İsrail yakınlaşmasının nedenlerine bakmak gerek.
Filistin’e ve Filistin davasına bakış
Filistinlilerin Felaket (Nakba) adını verdikleri ve 700 bin civarında Filistinlinin topraklarından zorla kovulmasına yol açan 1948 İsrail-Arap Savaşı yaşandığında, bugün BAE olan devlet İngiltere ile anlaşmalı emirliklerden oluşuyordu. Bu emirliklerin yönetici aileleri anlaşma gereği dış ilişkilerini İngiltere’ye bırakmışlardı. Bu durum, 1971’de İngiltere’nin Körfez’den çekilmesi ve BAE’nin tam bağımsız bir devlet olmasına kadar sürdü.
1950’li ve 60’lı yıllarda, genel olarak Körfez halklarının özellikle de BAElilerin Filistin davasına yönelik hassasiyetleri artmaya başlamıştı çünkü o yıllarda petrolle gelen zenginliğin bölgeye çektiği pan-Arab ve pan-İslamcı öğretmenlerin ve diğer meslek sahiplerinin önemli bir kısmı Filistinliydi. Bu duyarlılık sadece sıradan insanlar seviyesinde kalmadı, yönetici ailelere de sirayet etti. Nitekim 1971 yılında BAE’nin Kurucu Başkanı ve Abu Dabi Emiri Şeyh Zayed bin Sultan el-Nahyan, yani bugün İsrail’le ilişkilerin normalleşmesinin mimarı Şeyh Muhammed bin Zayed’in babası, İsrail ile alakalı şu açıklamayı yapacaktı:
“İsrail’in genişleme politikası ve Siyonist ırkçı planları bütün Arap ülkelerini, özellikle tabii kaynakları zengin olanları hedef almaktadır. Hiçbir Arap ülkesi, gereken rolü oynamadıkça ve düşman İsrail’e karşı durmanın sorumluluklarını üstlenmedikçe, Siyonizm tehlikesinden azade değildir1.”
Nitekim bu açıklamadan iki yıl sonra 1973’te Arap-İsrail Savaşı’nda Şeyh Zayed, Suudi Arabistan’la birlikte petrol ambargosuna giderek net bir tutum aldı. Hatta ambargo konusunda kararsız olan dönemin Katar Emiri Şeyh Halife bin Hamad el-Sani’yi, yani bugünkü Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamad’ın dedesini ikna etmeye çalıştı. Şeyh Zayed takip eden yıllarda da Filistin davasına duyarlılığını sürdürdü: Filistinlilere sadece ülkesini açmakla kalmadı, büyüyen devlet bürokrasisinde ve ekonomide iş olanakları sağladı, uluslararası platformlarda Filistin davasına destek verdi.
Kuveyt işgali ve Filistin davasına duyarsızlaşma
1990 tarihi, Körfez ülkeleri için birçok açıdan olduğu gibi Filistin davasına bakışları açısından da kritik bir milat oldu.
Irak’ın Kuveyt’i işgali sırasında Filistin lideri Yasir Arafat’ın, Irak’a karşı uluslararası askerî bir operasyona açıkça karşı çıkması ve barışçıl bir çözüm aranması gerektiğini söylemesi, Körfezliler için Irak-yanlısı tutum anlamına geldi.
O döneme kadar Filistinlilere kapılarını sonuna kadar açan Körfezliler için hem halk hem de yönetici aileler düzeyinde tam anlamıyla bir hayal kırıklığı oldu. Hemen hemen bütün Körfez ülkeleri on binlerce Filistinliyi sınır dışı etti ve Filistinlilere karşı bugün bile devam eden kısıtlayıcı vize politikaları geliştirdi.
İran karşıtlığı ve İsrail’le ilişkiler
Irak’ın Kuveyt’i işgali Körfezlilerin Filistin davasına duyarsızlaşmasının yolunu açtı. Takip eden yıllarda da bu duyarsızlaşmanın önünü alacak kritik bir gelişme olmadı. Aynı süreç Körfez ülkelerinin İsrail’e karşı tutumunu da değiştirdi.
Örneğin önce 1994 yılında dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin, ardından 1996 yılında Şimon Peres Körfez ülkesi Umman’ı ziyaret etti. Aynı yıl, İsrail önce Umman’da sonra Katar’da ticaret ofisi açtı. Umman’daki ticaret ofisi 2000 yılında İkinci İntifada başlayınca, Katar’daki ofis de İsrail 2009 yılında Gazze’ye saldırınca kapatıldı.
BAE, Katar ve Umman gibi, topraklarında İsrail ticaret ofisi açılmasına izin vermese de Şeyh Zayed’in 2004 yılında vefatından sonra iki ülke arasındaki ticari ilişkiler artmaya başladı ve iki ülke önemli jeopolitik konularda aynı noktaya doğru evrildi. Bu konuların başında elbette İran geliyordu.
BAE’nin İran ile sorunları, 1971 yılında, İngiltere’nin Körfez’den ayrılmasının hemen ardından İran’ın BAE’ye ait üç adayı işgal etmesiyle başladı. 1979 İran Devrimi, Suudi Arabistan ve Bahreyn gibi ciddi bir Şii nüfusa sahip olmayan BAE için sorun oluşturmasa da İran’daki yeni rejimin anti-monarşik ve anti-statüko söylemi, BAE’nin zaten var olan İran antipatisini daha da derinleştirdi.
1990’lı yıllarda İran’ın daha pragmatik bir dış politika belirlemesi, ilişkilerde 1980’li yıllar boyunca süregiden gerginlikleri azaltır gibi olsa da İran’ın nükleer program başlatması, bütün Körfez ülkeleri gibi BAE’yi de endişelendirdi. Hatta Körfez ülkeleri arasında kendi nükleer programını başlatan ilk ülke BAE oldu.
İhvan karşıtlığı
İran Devrimi BAE içinde başka bir değişime daha sebep oldu. Devrimle birlikte Müslüman Kardeşler hareketinin (İhvan) BAE kolu daha cesur ve daha cüretkâr taleplerde bulunmaya başladı. Bu talepler daha çok var olan ve o zamana kadar BAE’nin Kuveyt, Kuveyt’in de Mısır gibi ülkelerden ithal ettiği seküler nitelikli kanunların şeriatla uyumlu hale getirilmesini, bu doğrultuda örneğin içki içilmesinin yasaklanmasını içeriyordu2.
BAE’nin İhvan’a yönelik tavrının değiştiği yıllar da bu yıllar oldu. 1980’li yıllarda özellikle eğitim alanında etkin olan İhvan mensupları zamanla önemli konumlardan uzaklaştırıldı ve pasifize edildi. Takip eden yıllarda BAE İhvan’a karşı ciddi bir şiddet veya baskı politikası takip etmese de, İhvan ile arasındaki ilişkileri bir daha iyileştirmedi.
Arap Baharı ise BAE-İhvan ilişkileri için dönüm noktası oldu. Statükonun bozulması ile Mısır, Tunus, Yemen gibi Arap ülkelerinde siyasi etkisi görülmemiş oranda artan İhvan’a karşı BAE daha düşmanca bir tutum takındı ve 2011 yılının sonundan itibaren hareketin bilinen mensuplarına karşı tutuklamaya kadar varan baskıcı bir politika izlemeye başladı. Nihayetinde de 2014 yılının kasım ayında İhvan’ı terör örgütü ilan etti.
BAE’nin Türkiye karşıtlığı ve Türkiye-Katar ekseni
Katar ve Türkiye, BAE’nin aksine, Arap Baharı sırasında Arap halklarının meşru taleplerinin var olan rejimler tarafından göz ardı edilmemesi çağrısı yaptı. Bu gelişme İhvan ile sorunları olan BAE’yi rahatsız etti ve Türkiye-Katar karşıtlığına itti. 2017 yılının haziran ayında Katar’ın tam abluka altına alınmasıyla patlayan Körfez krizinde Türkiye’nin güçlü bir şekilde Katar’ın yanında durması, BAE’nin Türkiye karşıtlığını daha da şiddetlendirdi.
Farklı zaman dilimlerinde ortaya çıksa da İran karşıtlığı, İhvan karşıtlığı ve Katar-Türkiye karşıtlığının, bugün itibariyle BAE’nin dış politika parametrelerini belirleyen temel konular olduğunu söylemek mümkün. Aynı konularda İsrail’in duruşu da farklı sayılmaz.
İsrail’in İran karşıtlığı ABD tarafından İran’a salt ekonomik ambargonun uygulanmasını değil, askerî bir müdahaleyi dahi savunacak kertede. İsrail’in İhvan karşıtlığının özünde Hamas var. Hamas, aslında İhvan’ın Filistin kolu ve İhvan’ın güçlenmesi Hamas’ın da güçlenmesi anlamına geliyor. İsrail’in doğrudan Katar ve Türkiye karşıtlığı olduğu söylenemese de, ikilinin Hamas’a yönelik sempatisi ve İran’la iyi ilişkilerinden rahatsız olduğunu iddia etmek mümkün.
Neden şimdi?
Bölgesel pek çok konuda benzer pozisyonları olan BAE ve İsrail’in normalleşme kararı tüm bu arka planda değerlendirilmeli. Tabii, bütün bunlara bir de konjonktürü de eklemek gerek.
İki ülkenin ilişkilerini normalleştirme kararı tam da İsrail, Batı Şeria’nın bir bölümünü Trump’ın ‘Yüzyılın Planı’ adı altında sunduğu önerisindeki gibi ilhak etmeye hazırlanırken geldi. Normalleşme ilanının yapıldığı ABD, İsrail ve BAE ortak açıklamasında, İsrail’in bu ilhaktan vazgeçmese de şimdilik rafa kaldırdığı da duyuruldu. Açıklamaya göre, böylece BAE ve İsrail’in başlattığı ‘bölgesel barış vizyonu’na bir şans verilecekti.
Aslında ‘barış karşılığı normalleşme’ yeni bir fikir değil; 2002 yılında İsrail’in Batı Şeria’yı yeniden işgal edip, Arafat’ı kuşatma altına aldığı dönemde ortaya atılmıştı. Fikrin orijinalinde, bağımsız ve yaşayabilir bir Filistin Devleti kurulduktan ve İsrail işgal ettiği topraklardan çekildikten sonra, İsrail ve Arap ülkeleri ilişkilerinin normalleşmesi öngörülüyordu, tersi ya da Filistin sorununda hiçbir ilerleme olmama pahasına değil. Fakat, İsrail’in Batı Şeria’yı ilhak etme planının BAE ile ilişkileri normalleştirme karşılığı rafa kaldırması, bu normalleşmenin neden şimdi yapıldığı sorusuna da bir yanıt oldu, yoksa BAE ve İsrail’in yıllardır kapalı kapılar ardında görüştüğü ve önemli konularda ortak hareket ettiği bir sır değildi. Ancak tüm bu arka plan hesaba katıldığında normalleşme kararını aslında çok da ‘anormal’ bir gelişme olarak görmemek gerek.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 18 Ağustos 2020’de yayımlanmıştır.