Batı, Çin hesabında nasıl yanıldı? Bedeli ne olacak?

ABD ve Çin liderlerinin Seul’deki buluşması neden tarihi bir tarihsel dönemeç? Önümüzdeki dönemde ne tür bir yeni denge oluşacak? Dünya bundan nasıl etkilenecek? Doç. Dr. Ümit Alperen yazdı.

Güney Kore’nin başkenti Seul, 30 Ekim 2025 günü, küresel dengelerin yeniden şekillendiği anlık bir sahneye dönüştü. ABD Başkanı Donald Trump ile Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in son anda kesinleşen buluşması, yalnızca iki liderin değil, aynı zamanda iki farklı tarihsel anlayışın da karşılaşmasıydı. Batı’nın Çin’e dair 40 yıllık yanılgısı ile Trump’ın kontrolsüz güç politikası aynı masada buluştu.

Batı, uzun yıllar Çin’in bir gün “bizden biri” olacağına inandı, sonrasında da Çin pazarının ‘tatlı kâr’larından vazgeçemedi. Trump ise bu hatayı güçle düzeltmeye kalkarak başka bir yanılgıya düştü. Seul buluşması bu iki yanlışın kesiştiği bir tarihsel dönemeç. Trump’ın, ticaret savaşlarında ateşkes arayışına girmesi bir geri adım değil, gecikmiş bir farkındalık.

Çin-Amerika ilişkileri artık bir dönüm noktasında. Ne Vaşington ne de Pekin, ticaret savaşlarının başladığı 2017 öncesinin “karşılıklı bağımlılık” ve “etkileşim” dönemine dönüşün mümkün olduğuna inanıyor. Bu değişim Çin’in politik, ekonomik ve askerî gücünün Vaşington tarafından kabul edilemez seviyelere erişmesiyle, büyük ölçüde ABD dış politikasındaki dönüşümden kaynaklanıyor.

Trump’ın ilk dönemi, stratejik rekabetin ilan edilmiş başlangıcıydı. Bu dönemde, Vaşington Çin’in ekonomik ve teknolojik yükselişini sınırlamayı hedefledi. Biden yönetimi ise aynı amacı müttefiklerle geleneksel iş birliği içinde sürdürdü. Böylece “Amerika ve Çin” döneminden “Batı ve Çin” dönemine geçildi.

Trump’ın ikinci döneminde Çin’e baskı devam etse de ABD diplomasisi genel bir yeniden dengeleme sürecine girdi. Yeni tarifeler çok sayıda ülkeyi etkilerken, Vaşington eski müttefiklerine bile baskı yapmaktan çekinmiyor. Artık ABD’nin yaklaşımı “Amerika ve müttefikleri Çin’e karşı” değil, “Amerika dünyanın geri kalanına karşı” şeklinde bir durum aldı. Yeni dönemde, küreselleşmenin eski modeli neredeyse tamamen reddedilmiş durumda. Bu değişim, Çin’in politik, ekonomik ve askerî gücünün Vaşington tarafından kabul edilemez seviyelere erişmesinden çok, ABD dış politikasındaki dönüşümden kaynaklanıyor. Fakat bu dengenin nasıl oluşacağı hâlâ müphem.

Batı’nın Çin hayali: Uysal ortak yerine stratejik rakip

1980’lerden itibaren Batı dünyası, Çin’in 1978 sonunda başlattığı ekonomik reformların kaçınılmaz olarak politik reformlara yol açacağı beklentisi içerisindeydi. Serbest piyasa orta sınıfı doğuracak, orta sınıf da demokrasi talep edecekti. Böylece Çin, Batı merkezli liberal düzenin uyumlu bir parçası olacaktı.

Batı’nın Çin hesabındaki ikinci büyük yanılgı ise kendi çıkarlarının cazibesiydi. Çin pazarı, 1990’lardan itibaren küresel sermaye için adeta bir mıknatıs haline geldi. Düşük maliyetli üretim, yüksek tüketici potansiyeli ve devasa yatırım fırsatlarıyla Çin pazarı Batı şirketleri için “tatlı kârların” adresine dönüştükçe, ısısı artan kazandaki kurbağa gibi stratejik bağımlılıkları da derinleşti.

Ancak Çin Batı’nın beklentilerinden farklı bir rota çizdi ve ekonomik açılımı siyasal kontrolle birleştirdi. Devletin merkezde kaldığı bu kalkınma modeli hem büyüme hem de istikrar getirdi. Batı Çin’i dönüştüreceğini sanırken, aslında küresel sermaye Çin’in ‘ekonomik mucizesine’ bağımlı hale geldi.

Uzun yıllar boyunca Çin, kalkınmasını desteklemek için ABD’nin ve genel olarak Batı ülkelerinin finansal sistemine ve teknolojisine muhtaçken; ABD de ucuz tüketim malları, daha yüksek kârlar için Çin’in üretimine ve pazarına sıcak bakıyordu. Son 10 yılda iki ülke arasında artan rekabet bu dengeyi bozdu. ABD yönetimi ticaret açığını tolere etmeyeceğini, teknoloji transferi sınırlamaları getireceğini beyan ederken, Çin de Amerikan finansal ve teknolojik gücüne bağımlılığını azaltmaya yöneldi.

Bugün Vaşington, Pekin’in ticari ve teknolojik yükselişini sınırlandırmaya çalışsa da tablo değişmiş durumda. ABD hâlâ dünyanın teknoloji gücü olabilir, ancak Çin artık kolay lokma olmadığını göstermeye çalışıyor. Nitekim Trump yönetimi döneminde, 2 Nisan ve 10 Ekim’de alınan kararlarla Çin menşeli ürünlere yönelik gümrük tarifelerinin artırılması, bu gerilimin açık bir ilanıydı. “Kurtuluş Günü” söylemiyle duyurulan bu adımlar, hem ekonomik hem de ideolojik bir meydan okumayı temsil ediyordu: Çin’i küresel tedarik zincirinde ikincil bir oyuncu konumuna itme çabası. Ancak aradan geçen yıllar, bu stratejinin sanıldığı kadar kolay işlemediğini gösterdi. Bugün Çin, teknoloji ve üretim kapasitesini küresel ölçekte yeniden konumlandırarak, ABD’nin ticari baskılarına karşı kendi ekonomik direncini inşa etmiş durumda.

Vaşington’un çip savaşları, ihracat kısıtlamaları ve tedarik zinciri hamleleri, Pekin’i uysallaştırmak yerine kendi teknolojik özerkliğini hızlandırdı. Ayrıca Çin’in daha önceki stratejisinden farklı olarak, ABD’ye karşı aldığı çeşitli önlemler ve politikalar, “pasif stratejik savunma”dan “aktif stratejik karşı saldırı”ya geçişi yansıtan önemli bir stratejik dönüşüme gittiğini gösteriyor.

Sonuçta, Batı’nın Çin’e yönelik “reformla evcilleşme” beklentisi bir hayal olarak kaldı. Bugün Çin, Batı merkezli düzenin itaatkâr bir parçası olmaktan ziyade, o ekonomik düzeni reddetmeden özerk alternatifini inşa eden bir güç konumunu seçti.

Karşılıklı artan ekonomik milliyetçilik

Soğuk Savaş sonrasında rakipsiz kalan ABD, küresel bir misyonu öne çıkarırken; Çin, ulusal kalkınma ve devlet kurumlarının yeniden inşasına odaklanmıştı. Günümüzde ise Trump’ın “Önce Amerika”, “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap” ve Xi’nin “Çin Ulusunun Yeniden Dirilişi” söylemleri, her iki tarafın da hem politik hem de ekonomik milliyetçi bir anlayışa kaydığına işaret ediyor.

Soğuk Savaş sonrasında Çin, ABD öncülüğündeki liberal düzende büyük ekonomik ve dolayısıyla politik ilerleme kaydetti. Bugün ABD, bir zamanlar şekillendirdiği sistemi bizzat kendisi dönüştürüyor. Ancak Batı liberalizmine alternatif bir modelle yükselmesi bu düzenin sınırlarını zorladı. Ancak ne Çin ne de ABD, salt verimlilik adına karşı tarafın finansal sistemine veya teknolojisine koşulsuz bağımlılığı kabul ediyor. Her iki ülkede de sanayi politikası ve ekonomik milliyetçiliği savunan eğilim güçleniyor.

Gelinen noktada, bu iki büyük güç kendileri de zarar görmeden karşı tarafın ekonomisini ciddi biçimde zayıflatabilecek güce sahip değil. Ancak aralarındaki düşmanlığın tırmanması durumunda, her iki ülke de birbirine telafisi zor somut zarar verebilecek güçteler. Muhtemelen bu durum ilerleyen zamanlarda bütün dünya için küreselleşmenin sorgulanmasına neden olacak.

Trump’ın güç yanılgısı: Kırılan müttefikler, zayıflayan etki alanı

Mevcut uluslararası sistemin merkezinde ABD olmasına rağmen bu Batı ülkeleriyle oluşturulan bir ekosistemdi. Gelinen son durumda, müttefikleriyle arasına güven sorunu giren ABD’nin yalnız başına Çin’e etkisi sınırlı kalıyor. ABD hâlâ dünyanın en büyük gücü olsa da esas gücü İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurduğu ve Soğuk Savaş sonrası devam ettirdiği ittifak sisteminden ve değer temelli iddialarından geliyordu. Sanırım, Trump’ın yüksek özgüveni bu gerçekliği gölgeliyor.

Trump, ilk döneminden beri “Önce Amerika” sloganıyla küresel sistemi zorlamaktan, müttefiklerine ekonomik ve diplomatik baskılar uygulamaktan çekinmiyor. Sistemin daha fazla parçalanması ekosistemin bozulmasına ve müttefiklerin en azından ekonomik güçlerini korumak için alternatifler aramaya sevk ediyor. Ekonomik baskılarla hizaya getirilmeye çalışılan müttefikler, alternatif ortaklıklara yöneliyor. NATO’dan Japonya’ya, Almanya’dan Güney Kore’ye kadar birçok müttefikin, Vaşington’un bu tek taraflı tavrından rahatsız oldukları artık sır değil.

Bugün geldiği noktada, “güç gösterisi” olarak başlayan bu stratejinin kendi içinde bir zafiyet yarattığı açıkça görülüyor. Trump’ın söylemlerinin ve eylemlerinin dozunun artması durumunda ABD’nin küresel izolasyonunu beraberinde getirmesi kaçınılmaz olabilir. Trump’ın eli, paradoksal biçimde, tam da en güçlü göründüğü dönemde zayıfladı. Çünkü güç, ilişkiler ağının ortasında anlam kazanır; koparılan her bağ, bir kasın değil bir damar ağının kesilmesi gibidir.

Uzlaşma mı yüzleşme mi?

Aslında Trump, Xi ile somut bir çıktısı olmayan masaya oturmak zorunda kaldı, çünkü kontrolsüz güç, güç değildir. Bu cümle, sadece bir reklam sloganı değil; uluslararası siyasetin temel yasalarındandır. Güç, sınırlandırıldığında, kurumlarla, ittifaklarla, uzlaşılarla anlam kazanır. Kontrol edilmeyen güç, kaosa dönüşür ve kaos, eninde sonunda o gücü kullananı da yutar. Bu çerçevede, Trump’ın yeniden sahneye dönüşü, Vaşington’daki dış politika aklının da sınandığı bir dönem olacağa benziyor. Amerika’nın “sert güç” kapasitesi hâlâ tartışmasız biçimde üstün; ancak diplomatik sermayesi, müttefiklerinin güveniyle ölçülüyor. Artık o güven hiç olmadığı kadar erozyona uğramış durumda.

Dolayısıyla Seul buluşması, bu anlamda bir uzlaşmadan çok bir yüzleşmeydi. Trump, Xi’nin karşısında yalnızca Çin’le değil, kendi geçmişinin gölgesiyle de mücadele ediyor. Görüşmeden sonra Trump’ın yaptığı değerlendirme bu durumu fazlasıyla özetliyor. Trump görüşmeye 10 üzerinden 12 puan verdi. Elbette bu, Trump’ın daha önce “3000 yıllık savaşları” ve “onlarca çatışmayı” bitirdiğini iddia eden açıklamaları kadar gerçekçi. Yani diplomatik tarihte yerini daha çok mizah sütunlarında bulacak türden bir iyimserlik.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 12 Kasım 2025’te yayımlanmıştır.

Ümit Alperen
Ümit Alperen
Doç. Dr. Ümit Alperen - Peking Üniversitesi’nde Misafir Araştırmacı, Süleyman Demirel Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi, Ankara Politikalar Merkezi’nde de Doğu Asya Uzmanı. Lisans eğitimini 2006 yılında Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamlayan Dr. Ümit Alperen, yüksek lisans eğitimini 2010 yılında Şanghay Fudan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yazdığı “Harmonious World: Hu Jintao Doctrine and Chinese Foreign Policy” başlıklı teziyle tamamladı. 2014 yılında bir yıl süreyle Peking Üniversitesi’nde misafir araştırmacı olarak bulundu. Halen akademisyen olarak çalışmakta olduğu Süleyman Demirel Üniversitesi’nden de “Çin Dış Politikasında İran” başlıklı doktora tezi ile 2016 yılında doktor ünvanını aldı. Alperen araştırmalarında Çin Dış Politikası, Çin İç Politikası, Doğu Asya, Çin-İran İlişkileri, Çin-Ortadoğu İlişkileri üzerine yoğunlaşıyor. Ulusal Chengchi Üniversitesi, Doğu Asya Çalışmaları Enstitüsü, Taipei, Tayvan. Misafir Öğretim Üyesi.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Batı, Çin hesabında nasıl yanıldı? Bedeli ne olacak?

ABD ve Çin liderlerinin Seul’deki buluşması neden tarihi bir tarihsel dönemeç? Önümüzdeki dönemde ne tür bir yeni denge oluşacak? Dünya bundan nasıl etkilenecek? Doç. Dr. Ümit Alperen yazdı.

Güney Kore’nin başkenti Seul, 30 Ekim 2025 günü, küresel dengelerin yeniden şekillendiği anlık bir sahneye dönüştü. ABD Başkanı Donald Trump ile Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in son anda kesinleşen buluşması, yalnızca iki liderin değil, aynı zamanda iki farklı tarihsel anlayışın da karşılaşmasıydı. Batı’nın Çin’e dair 40 yıllık yanılgısı ile Trump’ın kontrolsüz güç politikası aynı masada buluştu.

Batı, uzun yıllar Çin’in bir gün “bizden biri” olacağına inandı, sonrasında da Çin pazarının ‘tatlı kâr’larından vazgeçemedi. Trump ise bu hatayı güçle düzeltmeye kalkarak başka bir yanılgıya düştü. Seul buluşması bu iki yanlışın kesiştiği bir tarihsel dönemeç. Trump’ın, ticaret savaşlarında ateşkes arayışına girmesi bir geri adım değil, gecikmiş bir farkındalık.

Çin-Amerika ilişkileri artık bir dönüm noktasında. Ne Vaşington ne de Pekin, ticaret savaşlarının başladığı 2017 öncesinin “karşılıklı bağımlılık” ve “etkileşim” dönemine dönüşün mümkün olduğuna inanıyor. Bu değişim Çin’in politik, ekonomik ve askerî gücünün Vaşington tarafından kabul edilemez seviyelere erişmesiyle, büyük ölçüde ABD dış politikasındaki dönüşümden kaynaklanıyor.

Trump’ın ilk dönemi, stratejik rekabetin ilan edilmiş başlangıcıydı. Bu dönemde, Vaşington Çin’in ekonomik ve teknolojik yükselişini sınırlamayı hedefledi. Biden yönetimi ise aynı amacı müttefiklerle geleneksel iş birliği içinde sürdürdü. Böylece “Amerika ve Çin” döneminden “Batı ve Çin” dönemine geçildi.

Trump’ın ikinci döneminde Çin’e baskı devam etse de ABD diplomasisi genel bir yeniden dengeleme sürecine girdi. Yeni tarifeler çok sayıda ülkeyi etkilerken, Vaşington eski müttefiklerine bile baskı yapmaktan çekinmiyor. Artık ABD’nin yaklaşımı “Amerika ve müttefikleri Çin’e karşı” değil, “Amerika dünyanın geri kalanına karşı” şeklinde bir durum aldı. Yeni dönemde, küreselleşmenin eski modeli neredeyse tamamen reddedilmiş durumda. Bu değişim, Çin’in politik, ekonomik ve askerî gücünün Vaşington tarafından kabul edilemez seviyelere erişmesinden çok, ABD dış politikasındaki dönüşümden kaynaklanıyor. Fakat bu dengenin nasıl oluşacağı hâlâ müphem.

Batı’nın Çin hayali: Uysal ortak yerine stratejik rakip

1980’lerden itibaren Batı dünyası, Çin’in 1978 sonunda başlattığı ekonomik reformların kaçınılmaz olarak politik reformlara yol açacağı beklentisi içerisindeydi. Serbest piyasa orta sınıfı doğuracak, orta sınıf da demokrasi talep edecekti. Böylece Çin, Batı merkezli liberal düzenin uyumlu bir parçası olacaktı.

Batı’nın Çin hesabındaki ikinci büyük yanılgı ise kendi çıkarlarının cazibesiydi. Çin pazarı, 1990’lardan itibaren küresel sermaye için adeta bir mıknatıs haline geldi. Düşük maliyetli üretim, yüksek tüketici potansiyeli ve devasa yatırım fırsatlarıyla Çin pazarı Batı şirketleri için “tatlı kârların” adresine dönüştükçe, ısısı artan kazandaki kurbağa gibi stratejik bağımlılıkları da derinleşti.

Ancak Çin Batı’nın beklentilerinden farklı bir rota çizdi ve ekonomik açılımı siyasal kontrolle birleştirdi. Devletin merkezde kaldığı bu kalkınma modeli hem büyüme hem de istikrar getirdi. Batı Çin’i dönüştüreceğini sanırken, aslında küresel sermaye Çin’in ‘ekonomik mucizesine’ bağımlı hale geldi.

Uzun yıllar boyunca Çin, kalkınmasını desteklemek için ABD’nin ve genel olarak Batı ülkelerinin finansal sistemine ve teknolojisine muhtaçken; ABD de ucuz tüketim malları, daha yüksek kârlar için Çin’in üretimine ve pazarına sıcak bakıyordu. Son 10 yılda iki ülke arasında artan rekabet bu dengeyi bozdu. ABD yönetimi ticaret açığını tolere etmeyeceğini, teknoloji transferi sınırlamaları getireceğini beyan ederken, Çin de Amerikan finansal ve teknolojik gücüne bağımlılığını azaltmaya yöneldi.

Bugün Vaşington, Pekin’in ticari ve teknolojik yükselişini sınırlandırmaya çalışsa da tablo değişmiş durumda. ABD hâlâ dünyanın teknoloji gücü olabilir, ancak Çin artık kolay lokma olmadığını göstermeye çalışıyor. Nitekim Trump yönetimi döneminde, 2 Nisan ve 10 Ekim’de alınan kararlarla Çin menşeli ürünlere yönelik gümrük tarifelerinin artırılması, bu gerilimin açık bir ilanıydı. “Kurtuluş Günü” söylemiyle duyurulan bu adımlar, hem ekonomik hem de ideolojik bir meydan okumayı temsil ediyordu: Çin’i küresel tedarik zincirinde ikincil bir oyuncu konumuna itme çabası. Ancak aradan geçen yıllar, bu stratejinin sanıldığı kadar kolay işlemediğini gösterdi. Bugün Çin, teknoloji ve üretim kapasitesini küresel ölçekte yeniden konumlandırarak, ABD’nin ticari baskılarına karşı kendi ekonomik direncini inşa etmiş durumda.

Vaşington’un çip savaşları, ihracat kısıtlamaları ve tedarik zinciri hamleleri, Pekin’i uysallaştırmak yerine kendi teknolojik özerkliğini hızlandırdı. Ayrıca Çin’in daha önceki stratejisinden farklı olarak, ABD’ye karşı aldığı çeşitli önlemler ve politikalar, “pasif stratejik savunma”dan “aktif stratejik karşı saldırı”ya geçişi yansıtan önemli bir stratejik dönüşüme gittiğini gösteriyor.

Sonuçta, Batı’nın Çin’e yönelik “reformla evcilleşme” beklentisi bir hayal olarak kaldı. Bugün Çin, Batı merkezli düzenin itaatkâr bir parçası olmaktan ziyade, o ekonomik düzeni reddetmeden özerk alternatifini inşa eden bir güç konumunu seçti.

Karşılıklı artan ekonomik milliyetçilik

Soğuk Savaş sonrasında rakipsiz kalan ABD, küresel bir misyonu öne çıkarırken; Çin, ulusal kalkınma ve devlet kurumlarının yeniden inşasına odaklanmıştı. Günümüzde ise Trump’ın “Önce Amerika”, “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap” ve Xi’nin “Çin Ulusunun Yeniden Dirilişi” söylemleri, her iki tarafın da hem politik hem de ekonomik milliyetçi bir anlayışa kaydığına işaret ediyor.

Soğuk Savaş sonrasında Çin, ABD öncülüğündeki liberal düzende büyük ekonomik ve dolayısıyla politik ilerleme kaydetti. Bugün ABD, bir zamanlar şekillendirdiği sistemi bizzat kendisi dönüştürüyor. Ancak Batı liberalizmine alternatif bir modelle yükselmesi bu düzenin sınırlarını zorladı. Ancak ne Çin ne de ABD, salt verimlilik adına karşı tarafın finansal sistemine veya teknolojisine koşulsuz bağımlılığı kabul ediyor. Her iki ülkede de sanayi politikası ve ekonomik milliyetçiliği savunan eğilim güçleniyor.

Gelinen noktada, bu iki büyük güç kendileri de zarar görmeden karşı tarafın ekonomisini ciddi biçimde zayıflatabilecek güce sahip değil. Ancak aralarındaki düşmanlığın tırmanması durumunda, her iki ülke de birbirine telafisi zor somut zarar verebilecek güçteler. Muhtemelen bu durum ilerleyen zamanlarda bütün dünya için küreselleşmenin sorgulanmasına neden olacak.

Trump’ın güç yanılgısı: Kırılan müttefikler, zayıflayan etki alanı

Mevcut uluslararası sistemin merkezinde ABD olmasına rağmen bu Batı ülkeleriyle oluşturulan bir ekosistemdi. Gelinen son durumda, müttefikleriyle arasına güven sorunu giren ABD’nin yalnız başına Çin’e etkisi sınırlı kalıyor. ABD hâlâ dünyanın en büyük gücü olsa da esas gücü İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurduğu ve Soğuk Savaş sonrası devam ettirdiği ittifak sisteminden ve değer temelli iddialarından geliyordu. Sanırım, Trump’ın yüksek özgüveni bu gerçekliği gölgeliyor.

Trump, ilk döneminden beri “Önce Amerika” sloganıyla küresel sistemi zorlamaktan, müttefiklerine ekonomik ve diplomatik baskılar uygulamaktan çekinmiyor. Sistemin daha fazla parçalanması ekosistemin bozulmasına ve müttefiklerin en azından ekonomik güçlerini korumak için alternatifler aramaya sevk ediyor. Ekonomik baskılarla hizaya getirilmeye çalışılan müttefikler, alternatif ortaklıklara yöneliyor. NATO’dan Japonya’ya, Almanya’dan Güney Kore’ye kadar birçok müttefikin, Vaşington’un bu tek taraflı tavrından rahatsız oldukları artık sır değil.

Bugün geldiği noktada, “güç gösterisi” olarak başlayan bu stratejinin kendi içinde bir zafiyet yarattığı açıkça görülüyor. Trump’ın söylemlerinin ve eylemlerinin dozunun artması durumunda ABD’nin küresel izolasyonunu beraberinde getirmesi kaçınılmaz olabilir. Trump’ın eli, paradoksal biçimde, tam da en güçlü göründüğü dönemde zayıfladı. Çünkü güç, ilişkiler ağının ortasında anlam kazanır; koparılan her bağ, bir kasın değil bir damar ağının kesilmesi gibidir.

Uzlaşma mı yüzleşme mi?

Aslında Trump, Xi ile somut bir çıktısı olmayan masaya oturmak zorunda kaldı, çünkü kontrolsüz güç, güç değildir. Bu cümle, sadece bir reklam sloganı değil; uluslararası siyasetin temel yasalarındandır. Güç, sınırlandırıldığında, kurumlarla, ittifaklarla, uzlaşılarla anlam kazanır. Kontrol edilmeyen güç, kaosa dönüşür ve kaos, eninde sonunda o gücü kullananı da yutar. Bu çerçevede, Trump’ın yeniden sahneye dönüşü, Vaşington’daki dış politika aklının da sınandığı bir dönem olacağa benziyor. Amerika’nın “sert güç” kapasitesi hâlâ tartışmasız biçimde üstün; ancak diplomatik sermayesi, müttefiklerinin güveniyle ölçülüyor. Artık o güven hiç olmadığı kadar erozyona uğramış durumda.

Dolayısıyla Seul buluşması, bu anlamda bir uzlaşmadan çok bir yüzleşmeydi. Trump, Xi’nin karşısında yalnızca Çin’le değil, kendi geçmişinin gölgesiyle de mücadele ediyor. Görüşmeden sonra Trump’ın yaptığı değerlendirme bu durumu fazlasıyla özetliyor. Trump görüşmeye 10 üzerinden 12 puan verdi. Elbette bu, Trump’ın daha önce “3000 yıllık savaşları” ve “onlarca çatışmayı” bitirdiğini iddia eden açıklamaları kadar gerçekçi. Yani diplomatik tarihte yerini daha çok mizah sütunlarında bulacak türden bir iyimserlik.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 12 Kasım 2025’te yayımlanmıştır.

Ümit Alperen
Ümit Alperen
Doç. Dr. Ümit Alperen - Peking Üniversitesi’nde Misafir Araştırmacı, Süleyman Demirel Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi, Ankara Politikalar Merkezi’nde de Doğu Asya Uzmanı. Lisans eğitimini 2006 yılında Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamlayan Dr. Ümit Alperen, yüksek lisans eğitimini 2010 yılında Şanghay Fudan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yazdığı “Harmonious World: Hu Jintao Doctrine and Chinese Foreign Policy” başlıklı teziyle tamamladı. 2014 yılında bir yıl süreyle Peking Üniversitesi’nde misafir araştırmacı olarak bulundu. Halen akademisyen olarak çalışmakta olduğu Süleyman Demirel Üniversitesi’nden de “Çin Dış Politikasında İran” başlıklı doktora tezi ile 2016 yılında doktor ünvanını aldı. Alperen araştırmalarında Çin Dış Politikası, Çin İç Politikası, Doğu Asya, Çin-İran İlişkileri, Çin-Ortadoğu İlişkileri üzerine yoğunlaşıyor. Ulusal Chengchi Üniversitesi, Doğu Asya Çalışmaları Enstitüsü, Taipei, Tayvan. Misafir Öğretim Üyesi.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x