“Sayın Gorbaçov, bu duvarı yıkınız!” (Ronald Reagan)
“Berlin Duvarı insanları ve aileleri ayırmakla kalmadı; birbirlerini karşılıklı olarak nükleer savaş kıyametiyle tehdit eden, Avrupa ve dünyadaki kamplaşmanın da sembolüydü” (Mihail Gorbaçov)
“Güney sınırımıza büyük, büyük bir duvar inşa edeceğim ve bunu Meksika’nın ödemesini sağlayacağım” (Donald J. Trump)
Uluslararası politika uzmanı, yazar Tim Marshall The Age of Walls (Duvarlar Çağı) kitabında, duvarların, sınırların ve bariyerlerin yüzlerce yıldır siyasi coğrafyamızı nasıl şekillendirdiğini, günümüzün diplomatik ilişkilerinde ve jeopolitik olaylarında ne şekilde yer aldıklarını inceliyor.
Gerçekten de insanoğlunun duvarlı bir barınak içinde yaşamaya başlaması, kentlerin çevresini surlarla kuşatarak, “barbarlarla” arasına muhkem setler inşa ederek daha güvenli bir yaşam ortamı oluşturması insanlığın kültürel ve siyasi gelişimdeki en önemli adımlardan birisiydi.
Çin Seddi, Roma İmparatorluğu’nun batı sınır hattı Limes Seddi, Kostantiniyye’nin surları ve son olarak da Berlin Duvarı ilk akla gelenler arasında.
Yıkılışının üzerinden 34 yıl sonra Berlin Duvarı’nın ortadan kalkmasının vaat ettiği pürüzsüz coğrafyanın yerini yeniden duvarlar dünyası aldı.
Duvarları aşmak
Ancak duvarı aşmak, Deniz Ülke Arıboğan’ın Duvar kitabında ifade ettiği gibi, nesillerce taşınan bir ideale, büyük grup kimliğini tanımlayan ‘seçilmiş hedefe’ de dönüşebiliyor.
Örneğin İstanbul’un fethi ve Berlin Duvarı’nın yıkımı kuşkusuz “bir duvar aşma pratiği”.
Başka bir başka duvar aşma pratiği ise Roma İmparatorluğu ve Moğol İmparatorluğu gibi cihanşümul siyasi yapılanmalar oluşturma ya da sınırların geçişkenleştiği bir dünya kurma girişimi olan küreselleşme.
İnsanlık tarihine duvar metaforu üzerinden baktığımızda, duvar inşası ile duvarları aşma pratiğinin aynı madalyonun iki yüzü olduğunu görürüz.
Duvar ve duvarsızlık ikili bir tarihsel sarkaç hareketi içindedirler: Duvarların temsil ettiği sınır çizme, ayrıştırma ve korumacılığı her daim duvarları aşma uğraşları, daha geniş siyasi coğrafyalar ve yapılar oluşturma çabaları, evrensellik fikri ve küreselleşme süreci takip edegelmiştir.
9 Kasım ve duvarlar
9 Kasım, böylesi bir sarkaç hareketini en iyi sembolize eden günlerdendir.
Tarihin bir ironisi olsa gerek 9 Kasım Almanya’nın tarihine yön vermiş, çoğu kez birbirinin karşıtı, tarihsel birçok olayın gerçekleştiği bir gündür.
Örneğin 1918 yılında Almanya Cumhuriyeti’nin ilan edilmesi ve demokratik Alman devriminin başlangıcı bu güne tekabül eder. Babadan oğula geçen toplumsal ve siyasal ayrıcalıkların kaldırılması, egemenliğin millete devredilmesi olarak cumhuriyet sınıfsal bir duvar aşma pratiği olarak değerlendirilebilir. Yine 100 yıl önce bugün, nasyonal sosyalist lider Adolf Hitler Özgür Bavyera Devleti’nin başkenti Münih’te başarısız darbe girişiminde bulunmuştur.
Almanya tarihinde 9 Kasım 1938’e karşı 9 Kasım 1989
“Genel küresel değişimler bağlamında, Almanya’nın yeniden birleşmesi, dünya toplumunun dünya tarihinin yeni ve barışçıl bir aşamasına geçiş olasılığını ortaya çıkarmıştır.” (Mihail Gorbaçov)
1938, 9 Kasım gecesi Nazi Almanya’sında faşist Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi güdümündeki paramiliter güçlerin öncülüğünde Alman Yahudilerine yönelik geniş çaplı bir kıyım gerçekleştirildi.
Tarihe Kasım Kıyımı (Novemberpogrom) olarak geçen olaylarda, 9 Kasım’ı 10 Kasım’a bağlayan gece Yahudi işletmeleri, işyerleri saldırıya uğradı, sinagoglar kundaklandı ve Yahudi mezarları tahrip edildi.
İmparatorluk Pogrom Gecesi olarak da anılan kıyım Yahudi soykırımına giden süreçte önemli bir aşamadır; zira Yahudilere yönelik ayrımcılığın açık bir takibata ve bir nevi sürek avına dönüştüğü bir olaydır.
Almanya’nın 1930’lu yıllarda ve İkinci Dünya Savaşı esnasında yaşamış olduğu uygarlık kaybının başlangıcı ve önemli bir örneğidir. Yahudi karşıtı ırkçılığın totaliter ve imhacı bir antisemitizme dönüşmesi, modern barbarlığın bir örneği ve ırkçılık temelinde bir duvar inşa pratiğidir.
Alman-Yahudi asıllı düşünür Hannah Arendt 1965 yılında Alman gazeteci Günther Gaus ile yaptığı söyleşide Kasım Pogromunu Holokost’un (HaŞoah), Yahudi soykırımının başlangıcı olarak değerlendirmiştir.
Bundan tam 51 yıl sonra patlak veren olaylar ise, 1938’in aksine, Almanya’nın, hatta Avrupa’nın da demokrasi tarihinin harika bir anıdır.
Doğu Berlin’de Demokratik Almanya Cumhuriyeti (Doğu Almanya) yönetimine karşı yapılan gösteriler kenti ikiye ayıran Berlin Duvarı’na yönelip, polis mukavemetini aşan göstericiler duvarın diğer tarafına geçmeyi başarmışlardı.
Bir başka grup ise yıllarca yaklaşılamayan duvarı balyozlarla kırmayı başaracaktı.
Berlin Duvarı’nda artık kapatılması mümkün olmayan bir gedik açılmıştı.
Duvarın yıkımı önce Doğu Almanya’da, sonrasında ise Polonya, Çekoslovakya ve Macaristan’da barışçıl demokratik devrimlerin, Sovyetler Birliği’nin ise çözülüşünün başlangıç sinyaliydi.
Berlin Duvarı’nın inşası, 13 Ağustos 1961 yılında Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya gerçekleşen kitlesel göçü önlemek amacıyla, Doğu Almanya yönetimi tarafından, doğu blokunun, Varşova Paktı’nın hegemon devleti Sovyetler Birliği yönetiminin icazetiyle gerçekleştirilmişti.
Sonraki yıllarda sayısız trajedilere konu olan Berlin Duvarı, Soğuk Savaş döneminin ve baskıcı otoriter rejimlerin sembolüydü. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı John Ford Kennedy 26 Haziran 1963 tarihinde gerçekleştirdiği Berlin ziyaretinde dünyaya şöyle sesleniyordu: “Bazıları geleceğin komünizme ait olduğunu söylüyor. Bırakın Berlin’e gelsinler.”
Berlin Duvarı kenti ikiye bölüyor, parlamento binası Reichstag’ın hemen yanından geçiyordu. Hatta bir kapısı duvarın batı tarafına, diğer kapısı doğu tarafına açılan binalar dahi vardı.
Federal Almanya Cumhuriyeti’ne ait olan Batı Berlin Doğu Almanya ile çevrili bir enklav olsa da Batı Berlinliler demokratik, özgür bir devletin yurttaşlarıydılar. Doğu Berlinliler ise demokratik hak ve birçok temel özgürlükten, en önemlisi de seyahat özgürlüğünden yoksundular.
Batı Berlinliler 44 yıl içinde birçok badire atlatmıştı.
Örneğin Sovyetler Birliği, Berlin’i kontrol altına almak ve Batı ittifakına gözdağı vermek için şehrin her türlü karayolu ve demiryolu bağlantısını kesmişti (Berlin ablukası). Kara ikmal yollarının tamamen kapanmasından dolayı erzaksız kalan şehre, 26 Haziran 1948 ile 30 Eylül 1949 arasında Batılı ülkelerin uçaklarıyla hava köprüsü kurularak yiyecek ikmali yapılmıştı. Sonraki yıllarda da Soğuk Savaş’ın yol açtığı gerilimlerden paylarına düşeni almıştı Berlinliler.
Yeni umutlar, yeni dünya düzeni
“Birlikte çalışarak, Doğu Almanya’yı yeniden yaşamaya ve çalışmaya değer, gelişen bir coğrafyaya dönüştürmeyi kısa sürede başaracağız” (Helmut Kohl)
1980‘li yılların ilk yarısı Sovyet lideri Gorbaçov’un Glasnost ve Perestroyka hareketi Almanya’da da heyecan yaratmış, dikkatle takip ediliyor, demokrasi ve reform umutlarını besliyordu.
1987 yılında Berlin’i ziyaret eden dönemin Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Ronald Reagan, Berlin Duvarı’nın hemen yanından şöyle sesleniyordu.
“Sayın Gorbaçov, bu duvarı yıkınız.”
Ancak muhtemelen ne kendisi ne de kendisini bilgilendiren istihbarat elemanları yakın zamanda böylesi bir olayın gerçekleşebileceğine ihtimal vermiyorlardı.
Duvarın yıkımı sonrası siyasal olayların akışı hızlanmış, doğu Avrupa ülkeleri barışçıl bir demokratik devrimle köklü bir siyasal dönüşüm gerçekleştirmişlerdi. On ay gibi kısa bir süre sonrasında Doğu Almanya’nın Batı Almanya’ya katılması suretiyle Almanya’nın ulusal birliği – bu kez barışçıl bir biçimde, Avrupa ve dünya barışını bozmaksızın ve büyük güçlerin onayıyla – tamamlanacaktı.
Bütün doğu bloku ülkelerinde çözülen otokratik yönetimlerin yerini demokrasi ve serbest piyasa yanlısı elitler aldı.
Duvarın yıkılışı Avrupa’da liberalizmin zaferinin nişanesiydi. Berlin Duvarı ile Demir Perde’nin de aşılmasıyla küreselleşmenin önündeki bütün engeller de ortadan kalkmıştı. Hem Almanya’da hem de dünyada iyimser bir hava hakimdi.
Dönemin Şansölyesi Helmut Kohl, Doğu Almanya eyaletleri için kısa zamanda refah ve toplumsal barış vaat ediyordu. Aynı iyimser hava uluslararası siyasette de hakimdi.
Kural temelli, devletlerarası ilişkilerin hukuki zemine oturduğu liberal, yeni bir dünya düzeni kuruluyordu. Yeni dünya düzeninde egemenlik kavramı göreceleşecek, devletlerin yurttaşlarına yönelik baskıların gerekçesi olamayacaktı. Soykırım, etnik temizlik ve katliamlara göz yumulmayacak, Birleşmiş Milletler kararıyla müdahale edilecekti (insani müdahalecilik).
1989 yılı sonrası uluslararası siyaset belirgin bir yumuşama seviyesine ulaşmıştı.
Avrupa’da devletler arası ilişkiler işbirliği ve çok taraflılık yönünde gelişiyordu. Doğu Avrupa ülkeleri kapitalist modernleşme, pazar ekonomisi ve demokratik hukuk devleti yönünde ilerliyor, karar vericiler ve uzman çevreler, Rusya’nın dahi çoğulcu bir demokrasiye evirileceği yönünde umutlar besliyordu. Rusya artık dış politika ve güvenlik konularında işbirliği yapılacak bir ortak olarak görülüyordu.
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’na (AGİT) dönüşmüştü. Bu süreç biraz da dönemin Sovyetler Birliği Başkanı Mihail Gorbaçov tarafından formüle edilen “Ortak Avrupa Evi” fikrine dayanıyordu.
Kısa bir süre sonra, AGİT üyesi devletlerin demokrasi ve hukukun üstünlüğünü güçlendirmeyi, insan haklarına saygıyı, azınlıkların korunmasını ve katılımcı devletler arasında dostane ilişkiler geliştirmeyi taahhüt ettikleri Paris Şartı imzalanacaktı.
Birçok savaşa, gerilime, silahlanma sarmalına, dolayısıyla da uygarlık ve refah kaybına, milyonlarca insan hayatına mal olan büyük güç mücadelesi artık tarihe karışmış, yerini büyük güçler arası işbirliğine bırakmıştı.
Uluslararası siyasetin başlıca gündemini, devletler arası ilişkilerin hukuki bir temele oturtulması, içeride ise insan hakları ve hukukun üstünlüğünün hâkim olduğu demokratik düzen inşası oluşturuyordu.
Çok kutuplu bir dünya
“Açıkçası, insanların göç etmesinin temel sebeplerinin öncelikle yerinde ele alınması gereklidir; araya duvarlar örüp kendinden ayırmak bu sorunu çözmeyecektir. Geçmişin büyük imparatorluklarından bu konuda ders alınmalıdır” (Angela Merkel)
Günümüzde, yani 1989 sonrasındaki Doğu Avrupa “uluslarının baharından” 34 yıl sonra, uluslararası siyasetin her zamankinden daha gergin olduğuna şahidiz.
Batı dünyası tehdit ve sınamalarla dolu coğrafyalarla karşı karşıya: Doğu Avrupa Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü saldırı savaşı, Ortadoğu’da İsrail ile terör örgütü Hamas arasındaki savaşın bölge ülkelere sıçrama riski ve Uzakdoğu’da olası bir Çin–Tayvan savaşının patlak vermesi, hatta bölgesel bir savaşa yol açması, ilk akla gelenler arasında.
Rusya’dan sonra Çin de artık bir ticaret ortağı olmanın ötesinde bir rakip, hatta sistemik bir hasım olarak algılanıyor. Türkiye ise üç tarafı savaş ve çatışmalarla çevrili, batıda ise Yunanistan ile ciddi anlaşmazlık ve gerilimler içinde.
Dünyanın Almanya eski Şansölyesi Angela Merkel’in yukarıda alıntıladığımız önermesinin tersi yönde ilerlediğini söyleyebiliriz.
En geç Kovid-19 salgını sonrası küreselleşme idealinin gözden düştüğünü, devletlerin ve toplumların giderek içe kapandığı, rekabetçi duvarların yükseldiği ve sınırların geçişkenliğinin zayıflatıldığı bir dünyanın şekillendiğini gözlemliyoruz.
Başlangıçta düzensiz göç hareketlerine ve siber tehlikelere yönelik olan duvar oluşturma pratiği, giderek Çin yayılmacılığına ve uluslararası rekabete karşı tedbir işlevini üstlenmiş durumda.
1989 sonrasındaki tek kutupluluğun yerini çok kutupluluk almış durumda. Tartışma konusu ise siyasal çok kutupluluğun tek bir ekonomik sistem üzerinde mi yükseleceği, yoksa farklı ekonomik sistemlerden mi oluşacağı.
Alman uluslararası siyaset uzmanı Herfried Münkler Çalkantı İçindeki Dünya kitabında beş büyük güçten, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, Çin, Rusya ve Hindistan’dan oluşan çok kutuplu bir sistem öngörüyor.
Beşli sistemle birlikte birbiriyle bağlantılı, ancak yüksek düzeyde bütünleşmemiş büyük alanların bir arada olacağı dünya düzeni öngörüyor Münkler.
Özetle, Soğuk Savaş sonrasının tek kutuplu, küresel ekonomik düzeninin yerini beş merkezden oluşan ve beş farklı ekonomik alana tekabül eden bir yapılanmanın şekillendiği bir dünya düzeni şekilleniyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 9 Kasım 2023’te yayımlanmıştır.