Cumhuriyetçi Donald Trump döneminde iyice bozulan ve kırılmaları küresel bir soruna dönüşen ABD-Çin ilişkilerinin Demokrat Joe Biden döneminde nasıl bir seyir izleyeceği, tüm dünyayı ilgilendiren bir merak konusu.
Çin-ABD ilişkilerindeki son 50 yıllık krizlere baktığımızda, Demokrat Partili başkanların Çin politikalarının, Cumhuriyetçi Partili başkanlarınkine göre söylem olarak daha yumuşak olmasına rağmen, uygulamada daha şahin olduğunu görüyoruz.
Zaten ilişkilerin krizleri de daha çok Demokratlar döneminde yaşandı, iyi dönemlerse Cumhuriyetçiler döneminde. Örneğin, 1971 yılında dünya şampiyonası için Japonya’da bulunan ABD masa tenisi takımının Çin’e davet edilmesi, bu davetin Batılı gazeteciler eşliğinde gerçekleşmesi, masa tenisi takımının Çin Başbakanı Zhou En-Lai tarafından kabul edildiği gün ABD’nin Çin’e yönelik ambargoları kaldırması gibi karşılıklı jestlerle başlayan, akabinde üst düzey karşılıklı ziyaretlerle devam eden ve pingpong diplomasisi olarak bilinen süreç, Cumhuriyetçi Başkan Richard Nixon dönemindeydi.
1995/6’de ABD’nin Tayvan lehine müdahale ettiği Tayvan Boğazı Krizi; Mayıs 1999’da Belgrad’daki Çin Büyükelçiliği’nin Amerikan savaş uçakları tarafından NATO’nun Yugoslavya’ya yönelik hava operasyonunda “yanlışlıkla” bombalanması ve 3’ü Çinli gazeteci olmak üzere 4 kişinin öldüğü, 27 kişinin yaralandığı krizler de Demokratlar döneminde gerçekleşti. O dönemde Yugoslavya konusunda Çin, Rusya ile NATO karşıtı bir politika izliyordu, aynı zamanda Çin dış politikasında ciddi anlamda aktifleşmeye başlamış, çok kutuplu dünya söylemi ve politikaları yoğunlaşmıştı. Böylesi bir süreçte, ABD Belgrad Büyükelçiliği’nin yanlışlıkla bombalanması sonucu özür dilese de, ABD’nin amacının ‘had bildirmek’ olduğu yorumları yapıldı.
Trump’ın Çin’in Hint-Pasifik bölgesinde artan ekonomik, politik, askerî etkisini Avustralya, Japonya, Hindistan gibi bölgesel ittifakları ile sınırlandırmayı hedefleyen Hint-Pasifik stratejisinin öncülü sayılabilecek ve yine Çin’i sınırlandırmak için ABD’nin güç ağırlığının Pasifik’e kaydırılmasını öngören Asya Pivot (Asya Ekseni) 2009’da; Trump’ın tetiklediği iki ülke arasındaki ticaret savaşının öncülü ticaret açığı tartışmaları da aslında şubat 2012’de Demokratlar döneminde başlamıştı.
Biden döneminde Çin-ABD ilişkilerinin nasıl olacağını düşünürken, işte bu Demokrat-Cumhuriyetçi farkını ve Trump döneminin Çin politikaları mirasını akılda tutmakta fayda var.
Trump’ın Çin mirası
Trump, Çin’den gelen askerî ve politik gücünde çarpan etkisi yaratabilecek uçak gemisi vb. konularda askerî harcamaların arttırılması, küresel güç paylaşımında ağırlığının artması, ekonomik gücünün politik ve askeri alanda da etki oluşturmaya başlaması gibi yeni meydan okumaların mevcut statükonun yani ABD’nin küresel hegemonyasının devamını mümkün kılmadığını düşünerek başkanlık koltuğuna oturduğunda Çin’i “stratejik rakip” ilan etti.
Biden yönetimi de Trump gibi statükonun güncellenmesi gerektiğini düşünüyor. Dolayısıyla hem Trump’ın hem de Biden’ın Çin politikasındaki hedeflerinin aynı, fakat strateji ve taktiklerinin farklı olduğunu söylemek mümkün.
Örneğin, Biden’in geçmişine bakıldığında Obama döneminde başkan yardımcısıyken, Çin’in teknoloji ürünlerine tarifeler konması hususunda, Trump’a benzer bir yaklaşımı vardı. Fakat bununla birlikte Biden yönetimi, Trump’tan farklı olarak ABD’nin başka ülkelerle kurduğu ittifaklar ve savunuculuğunu yaptığı insan hakları, demokrasi gibi değerler üzerinden ABD’nin bölgesel müttefikleri ile birlikte hareket etmeye önem veren ve insan hakları, demokrasi gibi değer vurgusunu barındıran geleneksel Çin politikasına dönme sinyalleri de veriyor.
Biden yönetimi ittifakı canlandırabilir mi?
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, bakan olmadan önce verdiği bir röportajda, Çin, ABD’nin temel gücünün ittifaklardan geldiğinin farkında, Trump yönetiminin özellikle Asya’da ABD’nin kendi müttefikleriyle ilişkilerini zayıflatmasının Çin’in stratejik hedeflerini gerçekleştirmesine yardımcı olduğunu anlatan ifadeler kullanmıştı.
Hem Biden yönetimi hem de Çin, ABD’nin gücünün, ittifaklar ve savunduğu insan hakları, demokrasi vb. değerler sisteminden geldiğinin farkında. Bu nedenle Çin’e yönelik dış politika stratejisinde, ABD öncülüğündeki ittifakın Asyalı ve Avrupalı önemli aktörleriyle yakın ikili ilişkiler geliştirmesi önemli bir hedef.
Sadece ekonomik açıdan bile bakılsa, ABD’nin GSMH’sı dünya ekonomisinin yüzde 25’ini, müttefiklerle birlikte yüzde 50-60’ını oluşturuyor. Dolayısıyla küresel boyutta hâlâ büyük oranda ekonomik temelli dış politika izleyen ve ittifak sistemi içerisinde bulunmayan Çin’e karşı aşılamaz bir asimetrik denge ortaya çıkıyor.
Çin’in en büyük endişesi
Çin’in en büyük endişelerinden biri, Batı dünyasının pazarlarının kendisine koordineli olarak kapatılması.
Çin’in bu endişesinin politik bir etkiye dönüşebilmesi ancak ABD’nin küresel ittifakının da çıkarlarını ve endişelerini giderecek bir politika üretmesi ile mümkündü. Fakat Trump yönetimi bu ittifakı toparlamak ve harekete geçirmek yerine öncelikle Pasifik’e kıyısı olan, Çin dışındaki ülkeler ile ticari ilişkileri geliştirmeyi hedefleyen, Trans-Pasifik Ortaklığı’ndan (TPO) çekilerek Çin’e alan açmaya başladı. Hatırlanacağı üzere 2018’in haziran ayında, 29 Avrupalı büyükelçi Trump’ın uygulayacağını açıkladığı tarifeleri, ortaklık, ortak değerler vurgusu üzerinden eleştirmiş ve Çin’in bazı uygulamalarına karşı koordineli mücadele konusunda bir açık mektup yazmışlardı.
Biden, Trump’tan farklı olarak Çine yönelik politikasının stratejik hedefinde bir değişikliğe gitmezken, Avrupa ülkeleri ve Hint-Pasifik’teki ittifaklarını güçlendirmeye çalışacak. Almanya’nın Singapur Büyükelçisinin Tayvan’ın önde gelen gazetesi Strait Times’da kaleme aldığı makalede, Hint-Pasifik vurgusu yapması ve ardından Almanya’nın Birleşmiş Milletler’de 39 ülkeye öncülük yaparak Çin’in Uygurlara yönelik insan hakları ihlalleri aleyhine bir bildiri yayımlaması, yeni dönemde Avrupa’nın Çin politikasında ABD ile koordineli hareket edebileceğinin işareti olarak görülebilir.
Biden, Trump’ın yarattığı güven kaybını tamir edebilecek mi?
Fakat Biden yönetiminin, Trump döneminin ittifak sisteminde yarattığı güven kaybını ne ölçüde tamir edebileceği ve ittifakı yönlendirebilme kapasitesi tartışmalı.
Biden’ın ittifaklar konusundaki diğer bir meselesi de, ittifaka küresel boyutta kapsamlı bir strateji ile yaklaşmaktan daha çok Çin politikası bağlamında coğrafya odaklı yaklaşması. Biden yönetimi, ittifakı yeniden bir araya getirmekten bahsederken, örneğin, II. Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar müttefiklik ilişkisi içerisinde olduğu, NATO’nun en büyük ikinci ordusuna sahip Türkiye’yi bu noktada görmezden gelmesi, Çin’in artık dünyanın her tarafında olduğunu tam olarak idrak edemediği izlenimi uyandırıyor. Dolayısıyla yeni dönemde ABD öncülüğündeki ittifakın bazı üyelerinin Çin politikalarında ABD’den yarı-özerk hareket etmesi beklenebilir.
Zira, ABD’nin Trump döneminde Doğu Asya’da ve Avrupa’da ittifak sistemini yok sayması, bu ülkelerin kendi başlarının çaresine bakmalarının yolunu açtı. İttifak üyeleri Çin ile ekonomik alanda işbirliği yapmakta istekli görünüyorlar ama aynı zamanda Çin’e baskı oluşturacak ve kendilerini koruyacak araçları da hazırlamaktan da geri kalmıyorlar. Örneğin, ABD ile ortak hareket etme sinyalleri veren Almanya, Çin-Avrupa Birliği (AB) Yatırım Antlaşması’nın imzalanmasında ön ayak oldu. ABD müttefiki ve Çin’in bölgesel politikalarından çok da memnun olmayan Japonya, Avustralya, ABD’nin TPO’dan ayrılmasının ardından Çin’in de içerisinde yer aldığı Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (BKEO) (RCEP – – Regional Comprehensive Economic Partnership) antlaşmasını imzaladılar. BKEO ile birlikte en büyük korkusu giderilmiş olan Çin böylece TPO’da olduğu gibi sistem dışında kalmadı.
BKEO’nun ardından Avustralya ile Japonya arasında bir güvenlik antlaşmanın imzalanması, Alman ve İngiliz savaş gemilerinin Japonya’da Güney Çin Denizi’nde boy göstermesi, Çin’in politikalarından rahatsızlık duyan ülkelerin bir denge arayışı içinde olduğunu ortaya koyması açısından önemlidir.
Japonya’nın füze savunma sistemini revize etmesi de Çin’de endişeye neden oluyor. Daha önceki süreçte Japonya ve Avustralya dengeleyici bir unsur olarak ABD’yi görüyordu. Fakat Trump ile birlikte ABD’ye yaslanan ülkelerin kendi göbeklerini kesmeye çalıştığı anlaşılıyor. Yani hem bölge dışı hem de bölge içi bir dengeleme sisteminin geliştirildiği ve bölge dışından bölge içine doğru bir dengeleme sürecinde kayma olduğu söylenebilir.
Açıkçası Asya-Pasifik’te ABD-Çin eksenindeki rekabetsel işbirliğinin Çin ve bölge ülkeleri arasında da ortaya çıkması, küresel ve bölgesel düzeyde dengelerin ve politikaların daha da sofistike hatta belki kaotik bir hale gelmesine yol açabilir. Bu durum da Çin’i hem Doğu Asya’da hem de küresel düzeyde zorlayabilir.
İnsan hakları odaklı politika öne çıkar mı?
Biden döneminde Çin-ABD ilişkilerinde öne çıkacak diğer bir alan ise, değerler temelinde insan hakları konusu.
Biden yönetimi, Trump döneminde değer yaklaşımının terk edilmesi nedeniyle Çin’in Hong Kong ve Uygur Bölgesi’ndeki insan hakları ihlallerine yeterince karşılık verilmediğini düşünüyor. Trump yönetiminin demokrasi, insan hakları gibi konularda kendi ülkesi içerisinde dahi sorgulandığı bir durumda, uluslararası kamuoyunda da inandırıcılığı olmadığı gibi meşruiyeti de sorgulanıyordu. ABD içerisinde George Floyd’un bir polis tarafından öldürülmesi ile gündeme gelen ülke içindeki insan hakları ihlalleri, Biden’in zaferini ilan etmesi sonrasında Trump’ın meydan okuması ve Amerikan sokaklarındaki isyan görüntüleri, ABD politikasındaki bölünmeyi ve kendi yönetişiminin daha üstün ve istikrarlı olduğunu göstermesi için Çin’e ortam hazırladı. Bu durumun Trump döneminde uluslararası kamuoyunun nazarında Çin’i daha çekici hale getirdiği söylenebilir.
Dolayısıyla Trump yönetiminin, Hong Kong ve Uygur Bölgesi hakkında Çin’e yönelik insan hakları eleştirileri, ABD’nin değersel yaklaşımının çıkar temelli olduğu iddiasına hizmet ediyordu. Diğer bir ifadeyle, Çin’in kendi modelinin, ABD’nin modelinden daha çekici olduğu propagandası yapmasına fırsat veriyordu.
Biden yönetiminin ABD içerisindeki insan hakları sorunlarını çözebilmesi durumunda, Hong Kong, Uygurlar ve Tibet konusunda yaptığı açıklamalar, ‘güçlü’ başkan imajına sahip Xi Jinping için hem içerde hem de dışarda zorlayıcı bir süreci başlatabilir.
Çin Görev Gücü: Biden’ın Çin politikasındaki ilk somut adımı
Biden yönetimi tarafından kurulduğu açıklanan, sadece Çin’e odaklanacak, Çin’e yönelik askerî ve ulusal güvenlik konularında Pentagon’a tavsiyelerde bulunacak, asker ve sivillerden oluşan Çin Görev Gücü’nün Dışişleri Bakanlığı yerine Pentagon bünyesinde görevlendirilmesi de yukarıdaki anlattıklarımızı doğruluyor.
ABD’nin Demokrat Partili Başkanı Biden’ın, Çin’i, artık somut bir güvenlik tehdidi olarak görmeye başladığı ve her türlü muhtemel gelişmeye açık olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Diğer bir ifadeyle, ABD ile Çin arasında sıcak bir çatışma ihtimalinin arttığını ve ABD’nin bundan kaçınmak ve caydırıcı olmak için Pentagon odaklı bir koordinasyon merkezi kurduğunu söyleyebiliriz.
ABD – Çin arasında çatışma riski artıyor mu?
Çin-ABD ilişkilerindeki esnekliğin azalması sonucunda taraflar arasında bir sıcak çatışma ihtimali de her geçen gün artıyor. Daha önceki sıcak çatışmalar ise hâlâ zihinlerde…
Mesela Belgrad’da Çin Büyükelçiliği bombalanırken, aynı zamanda ABD Deniz Kuvvetleri’ne ait EP-3 casus uçağı Güney Çin Denizi’nde görev yaparken, ona önleme yapan Çin J-8 savaş uçağı ile çarpışmıştı. Bu olayda Çin’in J-8 savaş uçağı düşerken, ABD’nin EP-3 uçağı Çin’in Hainan Adası’na iniş yapmıştı. Çinli pilotun hayatını kaybettiği olayda Çin 24 Amerikalı hava mürettabatını tutuklamıştı. Bu olay literatüre EP3 krizi olarak geçmişti.
Son 20 yılda ABD’nin gücü göreceli olarak azalırken, Çin’in gücü arttı. Çin, Tayvan ve Güney Çin Denizi konularındaki tavizsiz ve iddialı tutumunu sürdürürken, ABD’nin de Çin’den algıladığı küresel boyuttaki tehdit ve bunu sınırlama arzusu çatışma ihtimalini arttırıyor.
Son zamanlarda Tayvan Yönetiminin, Çin savaş uçaklarının sınır ihlali yaptığına dair bildirimlerde bulunması, çatışma riskini de arttırıyor. Aslında Çin tarafı da, Çin-ABD ilişkilerinin Biden döneminde dostane olması beklentisi içerisinde değil, ancak en azından ticaret savaşları ve Tayvan konusunda belli ölçüde bir yumuşama bekliyor.
Çin’in yükselen gücü ile artan savaşçı kurt diplomatik yaklaşımı, artık eskiye nazaran soğukkanlı rasyonel düşünebilme kapasitesinin aşındığını gösteriyor. Tayvan’daki gelişmelere ek olarak Güney Çin Denizi’ndeki savaş gemisi yoğunluğu da tarafların “kontrolsüz” ve “istemsiz” bir şekilde çatışma ihtimallerinin her zamankinden daha yüksek olduğuna işaret ediyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 22 Şubat 2021’de yayımlanmıştır.