6 Ocak 2020’de Amerika Birleşik Devletleri Kongre binasının Donald Trump’ın yeniden başkan seçilememesini kabul etmeyen kızgın bir kalabalık tarafından basılmasının sonuçları şüphesiz dünyadaki dengeleri ve gidişatı da etkileyecek. Zira orası, liberal düzenin kurucusu ama kutuplaşmış, kendi değerlerinin evrensel olduğuna inanmış ve bunu askerî güç kullanarak da dayatmış ama gücü erozyona uğramış Amerika.
Baskına verilen uluslararası tepkilere bakıldığında ilginç bir durum hemen dikkati çekiyor: Liberal demokrasiyle yönetilen Amerika’nın Avrupalı ve Asyalı müttefikleri yaşananlardan adeta üzüntü duyarken, Çin ve Rusya başta olmak üzere birçok Batı dışı devlet adeta bir ‘oh olsun’ havasında.
Transatlantik ilişkilerin tamir edilip liberal dünya düzeninin eski güzel günlerine kavuşması için ABD’nin liderliğini elzem gören Avrupa Birliği üyesi devletler ABD’nin kısa sürede kendini toparlamasının önemine işaret ediyor ve Amerikalı muhataplarını bu yönde cesaretlendirmekten geri durmuyorlar. Trump başkanlığında gerilen ilişkilerin Biden döneminde toparlanacağına dair duyulan inanç Kongre baskını sonrasında hâlâ geçerliliğini koruyor. Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Almanya Dış İşleri Bakanı Heiko Maas ve Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell gibi Avrupalı liderler, Amerikan demokrasinin bu krizden güçlenerek çıkacağı konusunda oldukça iyimserler. Bunda etkili olan en önemli nedenlerden biri hiç kuşkusuz Amerika’daki yerleşmiş kurumsal mekanizmaların yaşananlar karşısında Anayasa’nın üstünlüğünden ve Biden’ın seçim zaferinin meşruiyetinden yana koydukları tavır geliyor.
Trump’ın bütün kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı çabalarına rağmen son kertede Cumhuriyetçi Parti’nin üst düzey yöneticilerinin, başta Başkan Yardımcısı Mike Pence olmak üzere, Biden’in seçim galibiyetini kabul etmeleri ve anayasal demokrasiye olan bağlılıklarını belirtmeleri önemli.
Avrupa için olayların anlamı ne?
Avrupalı ülkeler için ABD’nin içine kapanması ve uluslararası siyasete tek-taraflılık ve güçler dengesi siyaseti zaviyesinden bakmaya devam etmesi tam bir kâbus senaryosu olur. Çok-taraflı mekanizmalar içinde güvenlik ve ekonomik refah elde etmeye alışmış Avrupalılar için dünyanın büyük güçler arası güç mücadelelerinin yaşandığı, “İnsan insanın kurdudur” diyen Hobbes’çu anarşik bir yapıya evrilmesi yıkıcı olur. Böyle bir dünyada, ne kendi aralarındaki bütünleşme surecini sürdürme ne de tek sesli hareket edebilen inandırıcı ve stratejik otonomiye sahip küresel bir aktöre dönüşme ihtimalleri var.
Liberal uluslararası dünya düzeninin yıkılması, bir yandan Avrupa içinde geleneksel ‘Almanya korkusunu’ yeniden su yüzüne çıkarırken, diğer yandan küresel aktörlerin Avrupa’ya yönelik ‘böl-yönet’ tarzı politikalarını daha kolay uygulamalarını mümkün kılabilir. ABD, Rusya ve Çin gibi ‘etobur’ aktörler arasında AB’nin nevi şahsına münhasır ‘otobur’ bir aktör olarak yaşayabilmesi liberal demokratik değerler ve çok-taraflı kuramsal işbirliği mekanizmalarının zayıflamasıyla daha da imkânsız hale gelecektir. Bu açıdan bakıldığında Avrupalı siyasilerin Amerikalı muhataplarını krizden çıkma noktasında cesaretlendirici şekilde konuşmaları oldukça mantıklı bir strateji olarak görülüyor.
ABD demokrasinin yara almasının anlamı
Diğer taraftan, Kongre baskını karşısında ABD’nin içine düştüğü durumun Çin ve Rusya başta olmak üzere birçok ülkede adeta sevinçle karşılandığı görülüyor. Uzun yıllar başkalarına nasıl yönetilmeleri gerektiği noktasında akıl vermekten geri durmayan ABD’nin başkalarının alaycı bakışlarına mazhar olması oldukça manidar bir durum.
Demokrasi ihracını ulusal kimliğinin ve misyonunun ayrılmaz bir parçası olarak gören ABD özellikle Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana diğer ülkeleri kendi değerleri doğrultusunda dönüştürmeyi dış politikasının ana hedeflerinden biri olarak tanımlıyordu. İster çok-taraflı kurumsal mekanizmalar içinde diplomatik yöntemler üzerinden icra edilsin isterse de tek-taraflı zorlayıcı güç unsurları kullanılarak yapılsın, demokrasi ihracı Amerika’nın ulusal güvenlik çıkarları ve istisnai kimliğinin mütemmim cüzü olarak görülüyordu.
En azından Trump’a kadar durum böyleydi. Geçmiş başkanların aksine Trump, Amerika’nın ‘ulus-inşası’ projelerinden uzak durması gerektiğini söyledi. ABD’de 19. yüzyılın ortalarında başkanlık yapan ve Amerikan ulusal kimliğini ve milliyetçiliğini etnik, dinî ve ırkî temeller üzerine inşa eden Andrew Jackson’un yarattığı gelenekten gelen bir Başkan olarak Trump, Amerikan milli kimliğini Beyazlık, Anglo-Saxonluk ve Protestanlık üzerinden tanımlamayı tercih etti. Çok-kültürlü, laik ve evrensel değerler üzerine inşa edilmek istenen Amerikan kimliğini ABD toplumunun çürümesi olarak okudu. Birçok başka devlet gibi Amerikan kimliğinin sağlam etnik, dini ve dilsel temeller üzerine inşa edilmesi gerektiğine inanan Trump yönetim tarzı olarak da otoriter eğilimler gösterdi.
Anayasanın üstünlüğü ve güçler ayrılığı prensiplerine körü körüne inanmaktansa gücü olabildiğince kendi elinde toplamayı ve bu minvalde anayasal kurumları zayıflatmayı siyaset anlayışının merkezine koydu. Kutuplaştırma, bilim karşıtlığı, küreselleşme-şüpheciliği, popülizm, anti-elitizm, savunmacı milliyetçilik ve ticari korumacılık Trump’ın başkanlık döneminin belirleyici unsurları oldu. Bu açıdan bakıldığında illiberal demokrasi ve otoriter yönetim tarzına sahip olan ülkelerin Trump sayesinde Amerikan demokrasinin yara almasından mutlu olduklarını dahi söyleyebiliriz.
Amerikan gücünün erozyonu
Biden’in seçim galibiyetini tanımak şöyle dursun seçimleri geçersiz kılmak adına birçok yola başvurmaktan geri durmayan Trump son çare olarak ateşli taraftarlarını başkent Washington’a çağırmaktan geri durmadı. Kongrenin her iki kanadının Biden’in seçim galibiyetini onaylamaması için Kongre üyeleri üzerine baskı kurmaktan çekinmeyen Trump bir darbe girişimiyle koltuğunu korumayı istemiş dahi olabilir.
Amerikan demokrasinin kalbi sayılan Kongre binasının Trump taraftarı çoğunluğu eğitimsiz, aşırı dinci ve güney eyaletlerinden gelen azgın bir kalabalık tarafından basılması ve kısa süreli de olsa çalışamaz duruma getirilmesi hiç şüphesiz ABD’nin küresel itibarini ve yumuşak güç potansiyelini önemli oranda erozyona uğratacak. ‘Redneck’ olarak tarif edilen bu insanlardan birinin bizon boynuzlu kostümüyle Kongre binası içinde verdiği poz uzun süre hafızalardan silinmeyecek ve adeta Amerika’nın yaşadığı varoluşsal krizin en ideal dışa vurumlarından biri olarak hatırlanacak.
İlerleyen yıllarda Amerika’nın başkalarına rol modeli olma kapasitesi ciddi oranda zayıflayacak. Başkaları için uygun gördüğü değerleri kendisinin benimsemediği yönündeki algı güçlendikçe ABD’nin sözünün ağırlığı da azalacak. Çin’e karşı verdiği küresel mücadelede Amerika’nın ahlaki anlamda zemin kaybetmesi oldukça yüksek bir ihtimal. İnsan haklarının evrenselliği, anayasanın üstünlüğü ve gücün dengelenip denetlemesi noktasında dile getirdiği görüşlerin inandırıcılığı daha fazla sorgulanacak. Demokratik değerler üzerinden askerî operasyonlarını meşrulaştırma çabaları iyice anlamsız hale gelecek.
Baskın Biden yönetimini de etkileyecek
Kongre baskınının Biden yönetiminin dış politika anlayış ve pratikleri üzerinde de etkileri olacak. Takip eden yıllarda yeni başkanın temel ilgisini ülke içi sorunların çözümüne ve tahrip edilen anayasal kurumların yeniden inşasına ayırması hiç şaşırtıcı olmayacak.
‘Seçilmiş dahi olsalar kimse anayasanın üzerinde değildir’ düşüncesini güçlendirmek adına Biden’ın Trumpvari uygulamalardan uzak duracağı rahatlıkla söylenebilir. Kapsayıcı siyaset pratikleri üzerinden kutuplaşmayı azaltmak, mali ve finansal politikalar üzerinden ekonomiyi yeniden canlandırmak ve bilimsel akılcılık üzerinden COVID-19 salgınını geriletmek, Biden’in temel öncelikleri olacak.
Bütün bunları başarabilmesi için ABD’nin dışarıda gerginlikleri azaltıcı ve müttefiklerini daha fazla sorumluluk alma noktasında zorlayıcı bir dış politika takip edeceği öngörülebilir. Bir yandan müttefiklerle arayı düzeltmek diğer yandan da Çin ve Rusya ile ortak çıkarlar üzerinden iş birliği fırsatlarını kovalamak politikada öne çıkacak.
Biden, ne Obama kadar pasif ve çekingen ne de Trump kadar hoyrat ve vurdumduymaz olacak. Dış politika ‘nefes tüketilen’ değil ‘nefes alınan’ bir alan olarak görülecek.
Amerika fikri ve liberal demokrasinin sınavı
Renk devrimleri üzerinden başka ülkelerin iç işlerine karıştığı ve kendisiyle yakın çalışabilecek rejimleri iktidara getirmek istediğine dair iddialar Amerika hakkında hep söylenegelirdi. Kendi içinde liberal demokratik değer ve kurumların nispeten sorunsuz işlediği bir zaman diliminde Amerika bu yönde dile getirilen görüşleri kısmen de olsa çürütebiliyordu. Kongre baskını sonrasında bunu yapabilmesi artık neredeyse imkânsız. Bundan böyle ne zaman bir Amerikalı yetkili başka ülkelere yönelik akıl verici bir tonda konuşsa kendisine hemen 6 Ocak olayları hatırlatılacak.
Bütün bu yaşananlar ve yukarıda söylenenler bir gerçeği de görmemizi engellememeli. Kuruluşundan bu yana Amerika’nın tipik bir ulus devlet olmanın ötesinde bir ‘fikir’ olduğu algısı Amerikan toplumuna nüfuz etmiş durumda. Kendi değerlerinin evrenselliğine ve başkaları tarafından da benimsenebileceğine Amerikalılar kadar inanan başka bir ulus bulamazsınız.
Geçmişte yaşanan birçok krizden Amerikan demokrasisinin daha da güçlenerek çıktığını unutmamak gerek. Trump’un hem federal hem de eyaletler düzeyinde atadığı hâkimler bile Biden’in seçim başarısının meşru olduğuna hükmettiler. Trump’ın aşırı popülist ve kanun tanımaz tavırları karşısında ekibindeki birçok yetkili istifa etti. Cumhuriyetçi Parti’nin ileri gelen senatör ve Temsilciler Meclisi üyeleri Trump’un yargılanması ya da görevden el çektirilmesi noktasında sorun çıkarmayacak gibiler.
Siyahi bir erkeği Başkan, Hint-Jamaika asıllı bir kadını Başkan yardımcısı seçen bir ulusun liberal demokratik değer ve kurumlar üzerinden meşruiyetini ve küresel itibarini yeniden kazanması hiç de imkânsız görülmemeli.
Birçok ülkenin aksine Amerika ‘açık toplum’ tarifine en fazla uyan ülke. Kamuoyunun önünde tartışılmayan, ulusal ve uluslararası aktörlerin müdahil olmadığı hiçbir konu yok gibi. İki önemli teknoloji şirketinin Başkan Trump’ın sosyal medya hesaplarını süresiz olarak kapatabildiği ve sivil toplumun Kongre baskını karşısında ciddi direnç gösterdiği bir ülkeden bahsederken çok da acele hüküm vermemek gerek.
Ünlü siyaset bilimci Karl Popper’ın da işaret ettiği üzere açık toplum yapılarına sahip liberal demokrasiler demokratik direnç ve demokratik kırılganlık arasında hassas bir dengede bulunuyorlar. Doğuştan otoriter rejimlerin aksine liberal demokrasilerin illiberal popülist etkilere daha açık olduklarını görüyoruz. Trump dönemi Amerikası bize bunu açıkça gösterdi. Liberal demokrasinin günümüzün ‘doğruluk sonrası’ ortamında ne kadar kırılgan bir zeminde yaşadığı ve çiçek açmaya devam etmek için bir bahçıvan titizliğiyle durmaksızın sulanması gerektiği artık şüpheye yer bırakmayacak kadar net.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 11 Ocak 2021’de yayımlanmıştır.