Elon Musk ve Trump neden AB’yi yıkmak istiyor? AB buna direnebilecek mi?

Elon Musk ve Trump neden AB’yi değiştirmek istiyor? AB, ABD’ye direnebilecek mi? Çin’in hızına yetişebilecek mi? Riskli bağımlılıklarından kurtulmak için AB ne yapmalı? Doç. Dr. Çiğdem Nas yazdı.

“Avrupa kimliği, Birleşik Avrupa’nın dinamik inşasına bağlı olarak evrilecektir. Dış ilişkilerinde, Dokuzlar, kimliklerini diğer ülkeler veya ülke gruplarıyla ilişkili olarak tanımlamayı tedricen üstlenecektir. Bunun, kendi iç bütünlüklerini güçlendireceğine ve gerçekten Avrupa’ya özgü bir dış politikanın oluşturulmasına katkıda bulunacağına inanmaktadırlar. Bu politikayı geliştirmelerinin, Birleşik Avrupa’nın inşasında ilerleyen aşamaları güven ve gerçekçilikle ele almalarına yardımcı olacağına ve böylece tüm ilişkilerinin bir Avrupa Birliği’ne dönüşmesini kolaylaştıracağına ikna olmuşlardır”.

Avrupa Kimliği Belgesi, 14 Aralık 1973, Kopenhag

1973 yılında yayınlanan bu metin, henüz Avrupa Birliği ortada yokken dahi, zamanın Avrupa Topluluğu’nun dokuz üyesinin dünyada ortak bir sese sahip olmaları gereğini gördükleri ve Avrupa Birliği sürecinde ortak dış politika oluşturma çabalarının Avrupa kimliğiyle ilişkili olarak ele alındığını gösteriyor.

Avrupa kimliği paylaşılan değerlere dayalı bir duruşu, bir yaşam tarzı ve dünya görüşünü içeriyor. Ortak kimlik oluşma süreci kuşkusuz kimliğin temel ayrışma unsurlarını içerecek bir öteki tanımını da gerektiriyor. Günümüzde bu öteki, açıkça Rusya olarak tanımlanırken, AB içinde bu nosyona karşı duran Macaristan gibi üyeler de bulunuyor. Bunun yanında, Almanya’da 23 Şubat’ta yapılan seçimlerde ikinci parti olan, aşırı sağcı AfD partisi de Rusya yanlısı bir yaklaşımı savunuyor. Bu durum, Avrupa’nın ortak savunma çabalarının da temelini oluşturan ortak dış ve güvenlik politikasını zayıflatıyor.

Dostluktan husumete: Değişen ABD-AB ilişkisi

AB’nin Rusya’nın saldırganlığı karşısındaki sert tepkisini ve Ukrayna’ya verdiği desteği devam ettirmesinde zafiyet yaratan iç ayrışmaların ötesinde, sorunlara şimdi bir yenisi eklendi: Kendisini sosyal medyada ‘kral’ olarak ilan eden ABD Başkanı Donald Trump’ın yönetimi ve Transatlantik ittifaka yaklaşımı.

NATO içinde Avrupalı üyelerin katkılarını artırması çağrılarının ötesinde, ABD’nin Baltık ükeleri dahil Avrupa’dan asker çekeceği duyumlarının yanı sıra savaşı bitirmek için Putin ile Ukrayna ve AB’nin olmadığı bir masada müzakereleri başlatma kararı, Zelensky’yi diktatör ilan etmesi, Ukrayna’nın kaynaklarından pay istemesi, AB ülkelerinin iç işlerine karışmaları, AfD gibi aşırı sağ partilere destek verilmesi gibi birçok gelişme, bu koşullarda, ABD’nin Avrupa için artık bir dost veya müttefik olarak görülmesini giderek zorlaştırıyor.

AB’nin Maastricht Antlaşması ile temellerini attığı ortak dış, güvenlik ve savunma politikaları, zaman içinde tedrici adımlarla geliştirilmesine rağmen hâlâ tam olarak bir güvenlik kimliği ve savunma kapasitesini oluşturamadı. AB’nin eskiden güvenlik ve savunma politikalarını geliştirecek zamanı vardı ama artık zaman kalmadı. Müşterek savunmayı ABD liderliğine ve NATO’ya bağlayan Atlantikçi yaklaşım çöktü. Fransa’nın liderliğini yaptığı AB’nin kendi savunmasını üstlenmesini öngören Avrupacı yaklaşım ise AB içinde bütünüyle desteklenmiyor. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un çağrısı ile 17 Şubat’ta toplanan zirveden de ortak bir yaklaşım çıkamadı. İç siyasette egemenlikçi, Avrupa şüphecisi popülist partilerin güç kazanması, Almanya’nın liderlik krizi, Fransa’daki siyasi istikrarsızlık, ekonomik durgunluk, sosyal çalkantılar gibi birçok unsur Avrupa’nın dış baskı ve tehditlere karşı güçlü bir savunma refleksi gösterebilmesini engelliyor.

Avrupa savunması için yük paylaşımının ötesi

Batı ittifakının lideri ABD’nin bu görevden kendisini azletmesi, sadece AB’ye “artık kendi savunman için sorumluluk al” demekle de kalmıyor. NATO içinde yük paylaşımı konusu zaten uzunca bir süredir ABD’nin gündemindeydi ve GSYİH’nın %2’si oranında savunma harcaması yapma hedefi 2014 yılında kararlaştırılmıştı. Trump bu oranı %5’e çekme çağrısında bulundu ki Avrupa’nın ekonomik durgunluk içinde, yeşil ve dijital dönüşümleri gerçekleştirme sancıları yaşadığı bir dönemde geçekçi bir hedef olduğunu söylemek çok zor. Bir yandan da haklılık payı var. Avrupa kimseye muhtaç olmadan savunmasını gerçekleştirecekse bunun önemli bir boyutunu artan savunma harcamaları oluşturacak. Avrupa’nın ortak bir savunma sektörü yaratması yapılacak yatırımların çok daha verimli olmasını sağlasa da, henüz böyle bir ortak kapasitesinin oluşturulması mümkün gözükmüyor. Ancak iş harcama ile bitmiyor. Büyük bir askerî kapasiteniz olsa da, ortak bir dış ve güvenlik politikası vizyonu olmadan bunun ortak amaçlara kanalize edilmesi söz konusu değil.

Avrupa’nın en önemli sorununun, ABD’den bağımsız olarak güvenliğini sağlama ve savunma kapasitesine sahip olmaması olduğunu söylemek mümkün. Bu durum uzun yıllar aslında savunma bütçelerine daha az pay ayrılmasını sağlayan bir avantaj iken bir dezavantaja dönüştü. NATO’nun sağlamış olduğu kolektif savunma kapasitesinin yerini alacak bir AB savunma boyutu oluşturmak ya da NATO içinde ABD’nin oynadığı rolün ve askerî kapasitesinin Avrupalı üyelerce ikame edilmesini sağlamak ekonomik durgunluğun olduğu koşullarda oldukça zor gözüküyor. ABD askerlerinin Baltık ülkelerinden çekilebileceği açıklamaları da Avrupa’nın Ruslara karşı savunmasız kalması senaryolarını gündeme getiriyor.

AB’nin ABD’den bağımsız güvenlik sağlama arayışları

Avrupa Birliği ve öncesinde Avrupa Topluluğu (AT) döneminde de Avrupa’nın yararının her zaman ABD ile ortak olmayacağı, ABD’nin tek taraflı politikalarının Avrupa’ya zarar verebileceği ve bu sebeple Avrupa’nın da kendi dış ve güvenlik kimliğini oluşturması gerektiğinin farkına varılmıştı.

1954 yılında rafa kaldırılan Avrupa Savunma Topluluğu projesi sonrasında kurucu altı ülke bölgesel bütünleşmenin ekonomik süreç üzerinden ilerleyeceği konusunda mutabık kalmıştı. 1960’lı yılların çalkantıları, ABD’nin Vietnam Savaşı ve Bretton Woods sisteminin çöküşü gibi gelişmelerle AT yeniden bir siyasi işbirliğini adım adım geliştirmeyi gündemine almıştı. Ancak bu kimliğin Avrupa’nın ortak değer ve hedeflerini yansıtmasının ötesinde NATO’ya alternatif olmayacağının altı çizilmişti. 1980’lerde Fransa’nın liderliğinde Batı Avrupa Birliği’nin aktive edilmesi yoluyla Avrupa savunmasının canlandırılması hedeflenmişti. AB’nin Atlantikçi üyesi Birleşik Krallık ve Avrupacı üye Fransa 1998 St Malo Zirvesinde bir uzlaşıya varmış ve bunun sonucunda insani yardım, kurtarma, çatışma önleme, barışı koruma, askerî kriz yönetimi, barış sağlama, askerî yardım, çatışma sonrası istikrar sağlama gibi sınırlı amaçlar için konuşlandırılabilecek bir askerî birimin oluşturulmasına karar verilmişti. Bunun için NATO’nun varlıkları ve imkânlarından faydalanılması ve AB’nin bu inisiyatifinin NATO’nun yerini almayacağı ve NATO’nun AB üyesi olmayan Türkiye gibi ülkelere karşı ayrımcı olmayacağı da eklenmişti.

Dolayısıyla ortak dış politikaya dayalı ortak bir güvenlik ve savunma politikası oluşturulması yeni bir hedef değildi. Bu politikanın başarılı olamadığını söylemek ise doğru olmaz. Çünkü AB hiçbir zaman ABD’yi dışlayan, sadece AB üyelerinden oluşan bir güvenlik ve savunma mimarisi oluşturma kararını almadı. Yukarıda da değinilen birçok unsurun etkisiyle NATO’nun gelişmiş askerî varlığı ve kapasitesi, ABD’nin liderliği ve nükleer şemsiyesi ile savunma konusunu çözümlemek daha mantıklı geldi. Bunun sebepleri arasında, ortak ordunun gerektireceği yatırımın yapılamaması, önceki dönemlerde ABD’nin de NATO’yu öncelemesi ve NATO dışında AB odaklı arayışlara ket vurması, AB içinde ortak bir askerî kapasitenin paylaşılan hedefler doğrultusunda kullanılmasını sağlayabilecek ortak dış politika vizyonunun olmaması,  AB içindeki çekişmeler veya güvensizlikler sebebiyle ABD liderliğinin Fransa veya Almanya gibi ülkeler yerine tercih edilmesi ve AB içinde ekonomik ve siyasi liderliğin tek bir merkezde birleşmemesi gibi girift unsurlar sayılabilir.

AB artık tek başına

Rusya’nın özellikle Doğu Avrupa ülkeleri için yeniden bir tehlike olması, hibrit tehditlerin artması, nükleer gücün sorumsuzca kullanılması riski gibi gelişmeler ve bunlara ek olarak ABD’nin tek taraflı ve ittifakı değersizleştiren yaklaşımı Avrupa’nın artık tek başına olduğunu ortaya koyuyor. Yeni bir Avrupa güvenlik mimarisi şekillenirken, Avrupalı devletlerin inisiyatifi ellerine almaları ve başkalarının kendileri adına karar vermesine imkan bırakmamaları gerekiyor.

Ancak bu atılımı yapacak liderler maalesef yok. NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiğini söyleyen Macron iç siyasette baskı altında ve bugüne kadar Avrupalı ortaklarını ikna edebilmiş değil. Almanya’da ise 23 Şubat’taki seçimler sonrasında büyük ihitmalle hükümeti kurması beklenen Hıristiyan Demokrat lider Merz’in öncelikle ele alması gereken iç sorunları bulunuyor. Ancak Ukrayna’nın geleceği üzerinden şekillenen ikilem, Avrupa’nın geleceğini de belirleyecek ve hiçbir ülkenin harekete geçmeyi erteleme ya da durumun aciliyetini yok sayma lüksü bulunmuyor.

Değerler Avrupası’nın geleceği: ‘Büyük yıkıcı’ ABD’nin karşısında Avrupa’nın sınavı

Trump yönetiminin Avrupa açısından yarattığı darboğaz sadece savunma ile de bitmiyor.

Aktif olarak AB’yi çökertmeye çalışan, liberal ABD’yi olduğu gibi liberal Avrupa’yı da tasfiye etmeyi amaç edinen, Trumpvari siyasi hareketleri destekleyen, Almanya, Britanya gibi Avrupa ülkelerinin iç siyasetlerine alenen müdahale eden, değerler üzerinden AB’yi vuran bir ABD politikası söz konusu.

Trump’ın arkasındaki güç olan, eskinin liberal Silikon Vadisi ve başta Elon Musk ve ekibi, AB’nin dijital alanı, yapay zekâ gibi ileri teknoloji unsurlarını regüle etmesinden, yeşil dönüşüm gerçekleştirme çabalarından ve ABD’li teknoloji devlerine yönelik soruşturmalardan ve para cezalarından hiç hazzetmiyor. İstedikleri gibi yönetebilecekleri, ABD’deki yeni görünümün bir kopyası olacak, beyaz üstünlükçü, ırkçı ideolojilerin egemen olacağı, askerî harcamaları artırma gayesiyle sosyal devlet nosyonunu daha da tırpanlayacak, bütünlüğünü iyice kaybetmiş bir Avrupa tahayyül ediyorlar. Bir zamanların demokrasi şampiyonu olan bu gücün kendi değerlerine ters düşmesinin ötesinde hiçbir etik değer tanımayan, ABD demokrasisini de çökerten otoriterleşme, yalan, çarpıtma, hedef gösterme ve kutuplaştırmaya dayalı siyaset ile baş etmek ve onun cesaretlendirdiği Avrupa içindeki kopyalarını bertaraf etmek çok kolay olmayacak gibi gözüküyor. Bir zamanlar hafife alınan, alay edilen, marjinal olarak görülüp dışlanan popülist, illiberal ve gerici siyasi hareketler artık ana akıma yerleşti ve ABD’yi olduğu gibi Avrupa’yı da uçuruma sürükleme tehlikesi arz ediyor.

Avrupa bütünleşmesi Soğuk Savaş’ın doğurduğu yeni koşulların da etkisiyle, kanlı geçmişe set çekerek yeni bir başlangıç yapmayı amaçlıyordu. Schuman Bildirgesi’nden 75 yıl sonra Avrupa bütünleşmesinin geldiği yere baktığımızda tek pazar, ortak para birimine dayalı bir ekonomik ve parasal birlik, ortak dolaşım alanı ve ortak dış, güvenlik ve savunma politikalarını oluşturma çabalarını görüyoruz. AB’nin ortaklıklarla da güçlendirdiği iç pazar ve düzenleyici bir aktör olarak etkisi ekonomik ve diplomatik anlamda önemli bir güç ekseni oluşturuyor. Ancak günümüzün yeşil ve dijtal dönüşümleri bu pazarın ciddi biçimde yenilenmesini, sermaye piyasaları, işgücü piyasası, inovasyon gibi alanlarda önemli atılımlar içinde olmasını gerektiriyor. Çin’in hızına yetişmek, ABD’nin teknolojik önderliğine rakip olmak, djital dönüşümü yakalamak, rekabetçi ve dinamik yapıyı canlandırmak ve riskli bağımlılıklardan mümkün olduğunca uzaklaşmak AB için önemli bir sınama oluşturuyor.

Trump’ın iktidara gelmesi ile AB’nin en büyük kâbusu gerçekleşmiş oldu. Trump Transatlantik ittifakın zeminini dinamitledi. AB nasıl Covid 19 sırasında Çin’e olan tedarik zinciri bağımlılığının kendisini vurduğunu, göç konusunun iyi yönetilememesinin Birliğin yumuşak karnını oluşturduğunu, Ukrayna Savaşı ile Rusya’nın enerji bağımlılığını AB’ye karşı bir silaha dönüştürdüğünü gördüyse şimdi de ABD’nin NATO ve savunma bağımlılığını AB’yi zayıflatmak ve çaresiz bırakmak için kullandığını görüyor. Giderek daha tekinsiz ve tehlikeli bir yer haline gelen dünyada kendisini yalnız ve ABD tarafından ihanete uğramış hisseden AB’nin kendi zihniyetini de dönüştürmesi elzem.

Einstein’a atfedilen “Bir sorunu, onu yaratan düşünce tarzına dayanarak çözemezsiniz” cümlesini de anımsatacak şekilde sorunun biraz da AB’den kaynaklandığını görmek gerekiyor.  AB’nin olaylara tepki göstermeye çalışmak yerine kendi geleceğini inşa etmek için harekete geçmesi gerekiyor. İyi günlere alışmış ve hep öyle gideceğini varsayan Avrupa’nın kendisiyle yüzleşmesi, değerlerine güçlü bir şekilde, içerde ve dışarda, Ukrayna’da olduğu gibi Gazze’de de sahip çıkması ve kötü günlere hazırlıklı, dirençli ve gerçekçi Avrupa’ya dönüşmesi için zaman geldi de geçiyor.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 25 Şubat 2025’te yayımlanmıştır.

Çiğdem Nas
Çiğdem Nas
Doç. Dr. Çiğdem Nas, İktisadi Kalkınma Vakfı Genel Sekreteri ve Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim görevlisi. 1988 yılında Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünü tamamladı, daha sonra London School of Economics'de Avrupa Sosyal Politikası alanında yüksek lisans ve Marmara Üniversitesi AB Enstitüsü'nde AB siyaseti ve Uluslararası İlişkiler alanında doktora yaptı. Akademik ilgi alanları arasında Avrupa birliği, AB-Türkiye ilişkileri, Avrupa siyaseti ve demokratikleşme konuları bulunuyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Elon Musk ve Trump neden AB’yi yıkmak istiyor? AB buna direnebilecek mi?

Elon Musk ve Trump neden AB’yi değiştirmek istiyor? AB, ABD’ye direnebilecek mi? Çin’in hızına yetişebilecek mi? Riskli bağımlılıklarından kurtulmak için AB ne yapmalı? Doç. Dr. Çiğdem Nas yazdı.

“Avrupa kimliği, Birleşik Avrupa’nın dinamik inşasına bağlı olarak evrilecektir. Dış ilişkilerinde, Dokuzlar, kimliklerini diğer ülkeler veya ülke gruplarıyla ilişkili olarak tanımlamayı tedricen üstlenecektir. Bunun, kendi iç bütünlüklerini güçlendireceğine ve gerçekten Avrupa’ya özgü bir dış politikanın oluşturulmasına katkıda bulunacağına inanmaktadırlar. Bu politikayı geliştirmelerinin, Birleşik Avrupa’nın inşasında ilerleyen aşamaları güven ve gerçekçilikle ele almalarına yardımcı olacağına ve böylece tüm ilişkilerinin bir Avrupa Birliği’ne dönüşmesini kolaylaştıracağına ikna olmuşlardır”.

Avrupa Kimliği Belgesi, 14 Aralık 1973, Kopenhag

1973 yılında yayınlanan bu metin, henüz Avrupa Birliği ortada yokken dahi, zamanın Avrupa Topluluğu’nun dokuz üyesinin dünyada ortak bir sese sahip olmaları gereğini gördükleri ve Avrupa Birliği sürecinde ortak dış politika oluşturma çabalarının Avrupa kimliğiyle ilişkili olarak ele alındığını gösteriyor.

Avrupa kimliği paylaşılan değerlere dayalı bir duruşu, bir yaşam tarzı ve dünya görüşünü içeriyor. Ortak kimlik oluşma süreci kuşkusuz kimliğin temel ayrışma unsurlarını içerecek bir öteki tanımını da gerektiriyor. Günümüzde bu öteki, açıkça Rusya olarak tanımlanırken, AB içinde bu nosyona karşı duran Macaristan gibi üyeler de bulunuyor. Bunun yanında, Almanya’da 23 Şubat’ta yapılan seçimlerde ikinci parti olan, aşırı sağcı AfD partisi de Rusya yanlısı bir yaklaşımı savunuyor. Bu durum, Avrupa’nın ortak savunma çabalarının da temelini oluşturan ortak dış ve güvenlik politikasını zayıflatıyor.

Dostluktan husumete: Değişen ABD-AB ilişkisi

AB’nin Rusya’nın saldırganlığı karşısındaki sert tepkisini ve Ukrayna’ya verdiği desteği devam ettirmesinde zafiyet yaratan iç ayrışmaların ötesinde, sorunlara şimdi bir yenisi eklendi: Kendisini sosyal medyada ‘kral’ olarak ilan eden ABD Başkanı Donald Trump’ın yönetimi ve Transatlantik ittifaka yaklaşımı.

NATO içinde Avrupalı üyelerin katkılarını artırması çağrılarının ötesinde, ABD’nin Baltık ükeleri dahil Avrupa’dan asker çekeceği duyumlarının yanı sıra savaşı bitirmek için Putin ile Ukrayna ve AB’nin olmadığı bir masada müzakereleri başlatma kararı, Zelensky’yi diktatör ilan etmesi, Ukrayna’nın kaynaklarından pay istemesi, AB ülkelerinin iç işlerine karışmaları, AfD gibi aşırı sağ partilere destek verilmesi gibi birçok gelişme, bu koşullarda, ABD’nin Avrupa için artık bir dost veya müttefik olarak görülmesini giderek zorlaştırıyor.

AB’nin Maastricht Antlaşması ile temellerini attığı ortak dış, güvenlik ve savunma politikaları, zaman içinde tedrici adımlarla geliştirilmesine rağmen hâlâ tam olarak bir güvenlik kimliği ve savunma kapasitesini oluşturamadı. AB’nin eskiden güvenlik ve savunma politikalarını geliştirecek zamanı vardı ama artık zaman kalmadı. Müşterek savunmayı ABD liderliğine ve NATO’ya bağlayan Atlantikçi yaklaşım çöktü. Fransa’nın liderliğini yaptığı AB’nin kendi savunmasını üstlenmesini öngören Avrupacı yaklaşım ise AB içinde bütünüyle desteklenmiyor. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un çağrısı ile 17 Şubat’ta toplanan zirveden de ortak bir yaklaşım çıkamadı. İç siyasette egemenlikçi, Avrupa şüphecisi popülist partilerin güç kazanması, Almanya’nın liderlik krizi, Fransa’daki siyasi istikrarsızlık, ekonomik durgunluk, sosyal çalkantılar gibi birçok unsur Avrupa’nın dış baskı ve tehditlere karşı güçlü bir savunma refleksi gösterebilmesini engelliyor.

Avrupa savunması için yük paylaşımının ötesi

Batı ittifakının lideri ABD’nin bu görevden kendisini azletmesi, sadece AB’ye “artık kendi savunman için sorumluluk al” demekle de kalmıyor. NATO içinde yük paylaşımı konusu zaten uzunca bir süredir ABD’nin gündemindeydi ve GSYİH’nın %2’si oranında savunma harcaması yapma hedefi 2014 yılında kararlaştırılmıştı. Trump bu oranı %5’e çekme çağrısında bulundu ki Avrupa’nın ekonomik durgunluk içinde, yeşil ve dijital dönüşümleri gerçekleştirme sancıları yaşadığı bir dönemde geçekçi bir hedef olduğunu söylemek çok zor. Bir yandan da haklılık payı var. Avrupa kimseye muhtaç olmadan savunmasını gerçekleştirecekse bunun önemli bir boyutunu artan savunma harcamaları oluşturacak. Avrupa’nın ortak bir savunma sektörü yaratması yapılacak yatırımların çok daha verimli olmasını sağlasa da, henüz böyle bir ortak kapasitesinin oluşturulması mümkün gözükmüyor. Ancak iş harcama ile bitmiyor. Büyük bir askerî kapasiteniz olsa da, ortak bir dış ve güvenlik politikası vizyonu olmadan bunun ortak amaçlara kanalize edilmesi söz konusu değil.

Avrupa’nın en önemli sorununun, ABD’den bağımsız olarak güvenliğini sağlama ve savunma kapasitesine sahip olmaması olduğunu söylemek mümkün. Bu durum uzun yıllar aslında savunma bütçelerine daha az pay ayrılmasını sağlayan bir avantaj iken bir dezavantaja dönüştü. NATO’nun sağlamış olduğu kolektif savunma kapasitesinin yerini alacak bir AB savunma boyutu oluşturmak ya da NATO içinde ABD’nin oynadığı rolün ve askerî kapasitesinin Avrupalı üyelerce ikame edilmesini sağlamak ekonomik durgunluğun olduğu koşullarda oldukça zor gözüküyor. ABD askerlerinin Baltık ülkelerinden çekilebileceği açıklamaları da Avrupa’nın Ruslara karşı savunmasız kalması senaryolarını gündeme getiriyor.

AB’nin ABD’den bağımsız güvenlik sağlama arayışları

Avrupa Birliği ve öncesinde Avrupa Topluluğu (AT) döneminde de Avrupa’nın yararının her zaman ABD ile ortak olmayacağı, ABD’nin tek taraflı politikalarının Avrupa’ya zarar verebileceği ve bu sebeple Avrupa’nın da kendi dış ve güvenlik kimliğini oluşturması gerektiğinin farkına varılmıştı.

1954 yılında rafa kaldırılan Avrupa Savunma Topluluğu projesi sonrasında kurucu altı ülke bölgesel bütünleşmenin ekonomik süreç üzerinden ilerleyeceği konusunda mutabık kalmıştı. 1960’lı yılların çalkantıları, ABD’nin Vietnam Savaşı ve Bretton Woods sisteminin çöküşü gibi gelişmelerle AT yeniden bir siyasi işbirliğini adım adım geliştirmeyi gündemine almıştı. Ancak bu kimliğin Avrupa’nın ortak değer ve hedeflerini yansıtmasının ötesinde NATO’ya alternatif olmayacağının altı çizilmişti. 1980’lerde Fransa’nın liderliğinde Batı Avrupa Birliği’nin aktive edilmesi yoluyla Avrupa savunmasının canlandırılması hedeflenmişti. AB’nin Atlantikçi üyesi Birleşik Krallık ve Avrupacı üye Fransa 1998 St Malo Zirvesinde bir uzlaşıya varmış ve bunun sonucunda insani yardım, kurtarma, çatışma önleme, barışı koruma, askerî kriz yönetimi, barış sağlama, askerî yardım, çatışma sonrası istikrar sağlama gibi sınırlı amaçlar için konuşlandırılabilecek bir askerî birimin oluşturulmasına karar verilmişti. Bunun için NATO’nun varlıkları ve imkânlarından faydalanılması ve AB’nin bu inisiyatifinin NATO’nun yerini almayacağı ve NATO’nun AB üyesi olmayan Türkiye gibi ülkelere karşı ayrımcı olmayacağı da eklenmişti.

Dolayısıyla ortak dış politikaya dayalı ortak bir güvenlik ve savunma politikası oluşturulması yeni bir hedef değildi. Bu politikanın başarılı olamadığını söylemek ise doğru olmaz. Çünkü AB hiçbir zaman ABD’yi dışlayan, sadece AB üyelerinden oluşan bir güvenlik ve savunma mimarisi oluşturma kararını almadı. Yukarıda da değinilen birçok unsurun etkisiyle NATO’nun gelişmiş askerî varlığı ve kapasitesi, ABD’nin liderliği ve nükleer şemsiyesi ile savunma konusunu çözümlemek daha mantıklı geldi. Bunun sebepleri arasında, ortak ordunun gerektireceği yatırımın yapılamaması, önceki dönemlerde ABD’nin de NATO’yu öncelemesi ve NATO dışında AB odaklı arayışlara ket vurması, AB içinde ortak bir askerî kapasitenin paylaşılan hedefler doğrultusunda kullanılmasını sağlayabilecek ortak dış politika vizyonunun olmaması,  AB içindeki çekişmeler veya güvensizlikler sebebiyle ABD liderliğinin Fransa veya Almanya gibi ülkeler yerine tercih edilmesi ve AB içinde ekonomik ve siyasi liderliğin tek bir merkezde birleşmemesi gibi girift unsurlar sayılabilir.

AB artık tek başına

Rusya’nın özellikle Doğu Avrupa ülkeleri için yeniden bir tehlike olması, hibrit tehditlerin artması, nükleer gücün sorumsuzca kullanılması riski gibi gelişmeler ve bunlara ek olarak ABD’nin tek taraflı ve ittifakı değersizleştiren yaklaşımı Avrupa’nın artık tek başına olduğunu ortaya koyuyor. Yeni bir Avrupa güvenlik mimarisi şekillenirken, Avrupalı devletlerin inisiyatifi ellerine almaları ve başkalarının kendileri adına karar vermesine imkan bırakmamaları gerekiyor.

Ancak bu atılımı yapacak liderler maalesef yok. NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiğini söyleyen Macron iç siyasette baskı altında ve bugüne kadar Avrupalı ortaklarını ikna edebilmiş değil. Almanya’da ise 23 Şubat’taki seçimler sonrasında büyük ihitmalle hükümeti kurması beklenen Hıristiyan Demokrat lider Merz’in öncelikle ele alması gereken iç sorunları bulunuyor. Ancak Ukrayna’nın geleceği üzerinden şekillenen ikilem, Avrupa’nın geleceğini de belirleyecek ve hiçbir ülkenin harekete geçmeyi erteleme ya da durumun aciliyetini yok sayma lüksü bulunmuyor.

Değerler Avrupası’nın geleceği: ‘Büyük yıkıcı’ ABD’nin karşısında Avrupa’nın sınavı

Trump yönetiminin Avrupa açısından yarattığı darboğaz sadece savunma ile de bitmiyor.

Aktif olarak AB’yi çökertmeye çalışan, liberal ABD’yi olduğu gibi liberal Avrupa’yı da tasfiye etmeyi amaç edinen, Trumpvari siyasi hareketleri destekleyen, Almanya, Britanya gibi Avrupa ülkelerinin iç siyasetlerine alenen müdahale eden, değerler üzerinden AB’yi vuran bir ABD politikası söz konusu.

Trump’ın arkasındaki güç olan, eskinin liberal Silikon Vadisi ve başta Elon Musk ve ekibi, AB’nin dijital alanı, yapay zekâ gibi ileri teknoloji unsurlarını regüle etmesinden, yeşil dönüşüm gerçekleştirme çabalarından ve ABD’li teknoloji devlerine yönelik soruşturmalardan ve para cezalarından hiç hazzetmiyor. İstedikleri gibi yönetebilecekleri, ABD’deki yeni görünümün bir kopyası olacak, beyaz üstünlükçü, ırkçı ideolojilerin egemen olacağı, askerî harcamaları artırma gayesiyle sosyal devlet nosyonunu daha da tırpanlayacak, bütünlüğünü iyice kaybetmiş bir Avrupa tahayyül ediyorlar. Bir zamanların demokrasi şampiyonu olan bu gücün kendi değerlerine ters düşmesinin ötesinde hiçbir etik değer tanımayan, ABD demokrasisini de çökerten otoriterleşme, yalan, çarpıtma, hedef gösterme ve kutuplaştırmaya dayalı siyaset ile baş etmek ve onun cesaretlendirdiği Avrupa içindeki kopyalarını bertaraf etmek çok kolay olmayacak gibi gözüküyor. Bir zamanlar hafife alınan, alay edilen, marjinal olarak görülüp dışlanan popülist, illiberal ve gerici siyasi hareketler artık ana akıma yerleşti ve ABD’yi olduğu gibi Avrupa’yı da uçuruma sürükleme tehlikesi arz ediyor.

Avrupa bütünleşmesi Soğuk Savaş’ın doğurduğu yeni koşulların da etkisiyle, kanlı geçmişe set çekerek yeni bir başlangıç yapmayı amaçlıyordu. Schuman Bildirgesi’nden 75 yıl sonra Avrupa bütünleşmesinin geldiği yere baktığımızda tek pazar, ortak para birimine dayalı bir ekonomik ve parasal birlik, ortak dolaşım alanı ve ortak dış, güvenlik ve savunma politikalarını oluşturma çabalarını görüyoruz. AB’nin ortaklıklarla da güçlendirdiği iç pazar ve düzenleyici bir aktör olarak etkisi ekonomik ve diplomatik anlamda önemli bir güç ekseni oluşturuyor. Ancak günümüzün yeşil ve dijtal dönüşümleri bu pazarın ciddi biçimde yenilenmesini, sermaye piyasaları, işgücü piyasası, inovasyon gibi alanlarda önemli atılımlar içinde olmasını gerektiriyor. Çin’in hızına yetişmek, ABD’nin teknolojik önderliğine rakip olmak, djital dönüşümü yakalamak, rekabetçi ve dinamik yapıyı canlandırmak ve riskli bağımlılıklardan mümkün olduğunca uzaklaşmak AB için önemli bir sınama oluşturuyor.

Trump’ın iktidara gelmesi ile AB’nin en büyük kâbusu gerçekleşmiş oldu. Trump Transatlantik ittifakın zeminini dinamitledi. AB nasıl Covid 19 sırasında Çin’e olan tedarik zinciri bağımlılığının kendisini vurduğunu, göç konusunun iyi yönetilememesinin Birliğin yumuşak karnını oluşturduğunu, Ukrayna Savaşı ile Rusya’nın enerji bağımlılığını AB’ye karşı bir silaha dönüştürdüğünü gördüyse şimdi de ABD’nin NATO ve savunma bağımlılığını AB’yi zayıflatmak ve çaresiz bırakmak için kullandığını görüyor. Giderek daha tekinsiz ve tehlikeli bir yer haline gelen dünyada kendisini yalnız ve ABD tarafından ihanete uğramış hisseden AB’nin kendi zihniyetini de dönüştürmesi elzem.

Einstein’a atfedilen “Bir sorunu, onu yaratan düşünce tarzına dayanarak çözemezsiniz” cümlesini de anımsatacak şekilde sorunun biraz da AB’den kaynaklandığını görmek gerekiyor.  AB’nin olaylara tepki göstermeye çalışmak yerine kendi geleceğini inşa etmek için harekete geçmesi gerekiyor. İyi günlere alışmış ve hep öyle gideceğini varsayan Avrupa’nın kendisiyle yüzleşmesi, değerlerine güçlü bir şekilde, içerde ve dışarda, Ukrayna’da olduğu gibi Gazze’de de sahip çıkması ve kötü günlere hazırlıklı, dirençli ve gerçekçi Avrupa’ya dönüşmesi için zaman geldi de geçiyor.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 25 Şubat 2025’te yayımlanmıştır.

Çiğdem Nas
Çiğdem Nas
Doç. Dr. Çiğdem Nas, İktisadi Kalkınma Vakfı Genel Sekreteri ve Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim görevlisi. 1988 yılında Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünü tamamladı, daha sonra London School of Economics'de Avrupa Sosyal Politikası alanında yüksek lisans ve Marmara Üniversitesi AB Enstitüsü'nde AB siyaseti ve Uluslararası İlişkiler alanında doktora yaptı. Akademik ilgi alanları arasında Avrupa birliği, AB-Türkiye ilişkileri, Avrupa siyaseti ve demokratikleşme konuları bulunuyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x