Esad yönetiminin devrilmesi ve İransız yeni bir Ortadoğu’nun doğuşu

İran-Suriye ilişkileri nasıl başladı, Suriye İran için nasıl “vazgeçilmez” oldu? Tahran, Esad’ın devrilmesini nasıl yorumluyor? Rejimin yıkılmasının İran açısından sonuçları neler? İran’ın Suriye’nin geleceğine dair beklentisi ne? Arif Keskin yazdı.

Beşar Esad yönetiminin devrilmesi, 1979 İran Devrimi’nden bu yana İran’ın yaşadığı en kapsamlı ve çok boyutlu kayıp. Esad’ın iktidardan düşmesi, İran’ın Ortadoğu’daki etkisini sürdürmesini büyük ölçüde zorlaştırmakla kalmayacak, aynı zamanda İran’ı doğrudan hedef haline getirebilecek yeni bir dönemi de başlatabilecek nitelikte.  Bu durum, İran’ı bölgesel denklemin dışına iterek siyasi, ideolojik, kültürel, mezhepsel ve jeopolitik nüfuz alanlarını daraltacaktır.

Böyle bir yenilgi, İran’ın Ortadoğu’da yalnızca mevcut gücünü kaybetmesiyle sonuçlanmakla kalmayacak, aynı zamanda eski gücünü yeniden kazanmasını da zorlaştıracak.

Günah keçisi

İran’ın Suriye’deki gelişmelere bakışı, büyük ölçüde yenilgiye uğramış olmanın yarattığı öfke, şaşkınlık ve hayal kırıklığı ile şekilleniyor. İran yönetimi, Suriye’de nasıl başarısız olduklarını topluma anlatmakta ciddi sıkıntılar yaşıyor. Uzun süredir kendilerini Suriye’de her şeyden haberdar ve her şeyi kontrol eden bir güç olarak lanse eden Tahran, şimdi bu imajı korumakta zorlanıyor.

Yetkililerin açıklamaları, yenilginin sorumluluğunu doğrudan üstlenmeme çabalarını yansıtıyor. İran tarafı, yenilginin asıl sorumlusunun Beşar Esad ve Suriye ordusu olduğunu ifade ediyor. Esad’ın toplumla barışmaya yanaşmaması ve muhalefete kapıları kapalı tutmasının yenilgiyi kaçınılmaz hale getirdiğini dile getiriyor.

Örneğin, İran Meclis Başkanı Muhammed Bakır Galibaf, “Defalarca Beşar Esad’a halkı dinlemesi gerektiğini söyledik. Hatta silahlı muhaliflerin bile dinlenmesini istedik,” dedi.

Benzer şekilde, İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, “Uzun zamandır Suriye’de yönetimin devamının ciddi sorunlarla karşılaşacağını değerlendiriyorduk. Ancak hükümet yetkilileri muhalefeti yönetime ortak etme konusunda esneklik göstermedi,” diyerek İran’ın öngörüsünü hatırlattı. İran’ın dinî lideri Hamaney de Suriye ordusunu hedef alarak, “Eğer Suriye ordusu savaşmak istemiyorsa, İran güçlerinin yapabileceği pek fazla bir şey yok,” ifadelerini kullandı.

İran, sorumluluğu üstlenmediği gibi suçu düne kadar tam destek verdikleri Beşar Esad yönetimine atarak, kendi sorumluluğunu da göz ardı etmeye çalışıyor. Böylece hem kendi halkına hem de uluslararası topluma, bu yenilgiden doğrudan sorumlu olmadığını göstermeye çabalıyor. Bu tutum, İran’ın Suriye’deki “özel ilişkisi” açısından önemli bir kırılma anını işaret ediyor.

İlişkilerin dayanağı

İran-Suriye ilişkilerini daha iyi anlayabilmek için geçmişe dönmek gerekli.

Şah Muhammad Rıza Pehlevi (1941-1979 arasında ülkeyi yönetti) döneminde İran, ABD’nin müttefiki ve İsrail’e yakınken, Suriye Sovyetler Birliği ile ittifak içinde ve İsrail ile savaş halindeydi. Bu durum, iki ülke arasındaki gerginliği arttırmıştı.

Ancak 1979’daki İran İslam Devrimi durumu değiştirdi. Devrim, Suriye’nin yalnızlaştığı bir dönemde gerçekleşti; Suudi Arabistan ile ABD ilişkileri, Mısır Camp David Anlaşması’yla İsrail ile barış anlaşması imzalamış ve Irak da Suriye ile gerginleşmişti.

İşte bu dönemde İran Devrimi, Suriye yönetimi için bir fırsat sundu. Suriye’nin o dönemki lideri Hafız Esad, hasım olduğu Saddam Hüseyin ve Baas rejimini zayıflatmak için devrimin Şii yaklaşımını bir fırsat olarak gördü.  Esad, İran’ın eski rejimine duyduğu hoşnutsuzluk ve karşılaştığı bölgesel koşullar nedeniyle devrim sonrası kurulan rejimle ilişki kurmayı öncelikli hedef olarak seçti. Suriye, Sovyetler Birliği ve Pakistan’dan sonra, İran devrim hükümetini tanıyan üçüncü ülke, Araplar içinde ise ilk ülke oldu. İran’ın İsrail karşıtı tutumu, Suriye için yeni bir ittifak oluşturdu ve İran-Irak Savaşı ilişkilerini daha da güçlendirdi. O günden itibaren Suriye, Tahran’ın yanında yer aldı.

Suriye’nin vazgeçilmezliği

Suriye geçmişten bugüne pek çok açıdan İran için kritik bir noktada oldu.

Suriye’nin, Irak kadar olmasa da İranlı Şii kimliği açısından önemli bir yeri var. Suriye, Şiilik tarihi açısından önemli bir ülke. Bugünkü Şam, Hz. Ali ve sülalesi ile düşmanlığı olan ve izledikleri politikalarla Şiiliğin ortaya çıkmasının nedenleri arasında gösterilen Emevilerin başkenti olmuştur. Ayrıca Suriye, Şiilik tarihinde önemli yeri olan Abuzer Gaffari’nin de sürgün yeridir. Şiilerin ilk İmamı Hz. Ali’nin kızı Zeynep’in mezarının Suriye’de olması ve Halep’in aralıklarla Şii hükümranlığında bulunması diğer önemli unsurlardandır. Şii siyasal İslamcılığının fikri gelişmesinde büyük rolü olan Ali Şeriati’nin mezarının Şam’da bulunmasını da bunlara ekleyebiliriz. Bu açıdan bakıldığında Şii İslamcılar açısından Suriye vazgeçilmesi imkânsız bir ülke konumunda.

1979 sonrası İran’ın dış politikasındaki ağırlık merkezi Orta Doğu’ya kayarken, Suriye, İran için “kesinlikle vazgeçilmez” bir ülke haline gelmişti. Zira, Filistin, Lübnan ve İsrail’e kara sınırı olmayan İran için Levant bölgesinde etkinlik arayışı ve imkânlarının teminatı jeopolitik olarak Suriye’ye bağımlıydı. İran’ın, Orta Doğu’da hakimiyet mücadelesinde Suriye’nin kilit bir önemi vardı. İran, Lübnan’daki Hizbullah’ı da Suriye üzerinden kurmayı başarmıştı.

Suriye’nin Akdeniz’in uluslararası sularına doğrudan erişim sağlaması da Suriye’nin bölgesel ve küresel dinamiklerdeki önemini arttırageldi.

İran-Suriye ilişkileri Tahran açısından bir prestij ilişkisi sayılıyordu. İran, bölge ve dünya ülkeleriyle çoğu zaman inişli çıkışlı ilişkiler yaşarken Suriye ile olan ilişkileri 1979 sonrası oldukça istikrarlı bir hale geldi. ABD ve İsrail, bu iki ülke arasındaki bağı değiştirmeye çalışsa da istenilen sonucu alamadılar.

İran için Suriye, Arap ülkeleri arasındaki tek müttefikiydi; İran’ın Arap dünyasında yalnızlaşmasına engel oluyor ve İran’ı Arap kimliğinin ötekisi olarak konumlandıran tüm çabaları dengeliyordu. Nitekim Suriye, Irak-İran Savaşı boyunca İran’a destek vererek Saddam Hüseyin’in savaşı Arap-Fars çatışmasına dönüştürme stratejisini engellemeye çalıştı. Ayrıca Irak’ın boru hattını kapatarak İran’a ekonomik destek sağladı. İran ise karşılığında, Suriye’ye bedelsiz veya düşük fiyatla petrol sağladı.

İran-Suriye ilişkileri, 1979 İran Devrimi sonrasında ortak bir güvenlik anlayışı temelinde de şekillendi. Her iki ülke de Batılı devletler tarafından istenmeyen aktörler olarak görülüyordu ve İsrail ile doğrudan karşı karşıyalardı.  Ayrıca her ikisi de başta Irak, Suudi Arabistan ve Mısır olmak üzere çoğu Arap ülkesiyle sağlam ilişkiler kurmakta zorluk yaşıyordu. Türkiye ile her iki ülkenin yaşadığı sorunlu ilişkiler de bu birlikteliğin önemli unsurlarından biriydi.

Özetle, İran-Suriye ilişkileri, mezhepsel benzerlik, Amerikan hegemonyasına karşı koyma, İsrail karşıtlığı, Filistin ve Lübnan konularındaki ortak tutumlar, Batı’yla süregelen gerginlikler, Sünni Arap dünyasıyla yaşanan sorunlar ve Türkiye’nin bölgesel etkinliğinin zayıflatılması çerçevesinde şekillenmişti.

Devrim ihraç siyasetinin bitişi

Suriye’nin kaybı, 1979 sonrası İran tarafından kurumsallaştırılan devrim ihracı siyasetinin başarısızlığını ve tükenişini de simgeliyor. Bu durum, İran devrim ideolojisinin bölgeye yayılma çabalarının somut bir şekilde geri tepmesi aynı zamanda.  Dahası, bu gelişme sadece bölgesel bir yenilgi değil, aynı zamanda İran için devrimin ideolojik çöküşü olarak da değerlendirilebilir.

İdeolojik hedeflerle hareket eden ve ülkede siyasi muhalefeti bastırmada merkezi bir rol oynayan İran Devrim Muhafızları da Suriye’deki bu değişimin kaybedenleri arasında.  Devrim Muhafızları ve İran rejiminin bağlantılı propaganda aygıtları son yıllarda, bu grubun bölgedeki rolü ve gücünü rejimin asil gücü ve güvenlik güvencesi olarak sunuyorlardı. Esad’ın devrilmesi, İran’ın Ortadoğu siyasetinin yürütücüsü Devrim Muhafızları’nın ülkenin iç ve dış siyasetindeki konumunu da sarsacaktır.

İran’ın yöneticileri, Ortadoğu’daki kazanımlarını yürüttükleri dış politikalarının ve devrim ihraç siyasetinin doğruluğuna kanıt olarak gösteriyorlardı. Suriye’nin kaybedilmesi İran dış politikasını tartışmaya açtı, bu siyasetin yeniden gözden geçirilip geçirilmemesi gerektiği konuşulmaya başlandı. Direniş ekseni üzerine inşa edilen bölge siyasetinin hem başarısız olduğu hem de İran’ı istemediği tehlikelere sürüklediği görülüyor.

İran, Suriye’yi kaybederek Tahran’a yönelik güveni ve itibarı da yerle bir etti. İran’ı kazandığı bölgeleri koruyamayan zayıf bir ülke konumuna düşürdü. İran’ın güçlülük iddiası ciddi şekilde sorgulanmaya başladı. İran’ın ekonomik, siyasi, diplomatik, askerî ve istihbarat gücünün sınırları ortaya çıktı. Gece gündüz dünyaya meydan okuyan İran yönetimi bekası kuşkulu bir rejim durumuna düştü. Bu durum özellikle İran’ın vekil güçleriyle olan ilişkisinin mahiyetini değiştirecek bir etken.

İransız yeni Ortadoğu

Esad rejiminin devrilmesi ve İran-Suriye ilişkilerindeki dönüşüm, bölgenin bugünü ve geleceği açısından kritik bir öneme sahip. Bu değişim, bölgesel güvenlik düzeninden İsrail-Filistin meselesine, Lübnan ve Irak’tan İran’ın siyasi kaderine kadar geniş bir yelpazede etkiler yaratabilir. Başka bir ifadeyle bu süreç Ortadoğu’daki çatışmaların yapısını, aktörlerini ve dinamiklerini önemli ölçüde değiştirdi.

Esad’ın düşmesiyle İran-Suriye ilişkilerinin alacağı yeni durumdan bağımsız olarak İran’ın Filistin, Lübnan ve bazı bölgesel konulardaki iş birliklerinin niteliği ve boyutu da değişti. Nitekim İran, Lübnan’a ulaşım imkanını kaybetti, Hizbullah da kritik tedarik hattını yitirdi. Bu durum, Hizbullah’ın giderek zayıflayacağı anlamına geliyor. Bu süreç ayrıca Irak’taki Şii milislerin ve Yemen’deki Husilerin zayıflatılması sürecini de başlatacaktır.

İran-İsrail çatışmasında kazanan tarafın İsrail olduğu söylenebilir. İsrail, Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme fırsatı elde etmiş ve müttefiklerine İran’ın sanıldığı kadar güçlü olmadığını, desteklediği gruplarla savaşmanın korkutucu bir senaryo yaratmadığını göstermiştir. Bu durum, İran’a yönelik sınırlı bir saldırının mümkün olduğuna işaret etmektedir.

Bölgesel dengeler açısından bakıldığında da İran, Basra Körfezi ülkeleri karşısında zayıfladı.

1979 İslam Devrimi’nden sonra ilk kez Suudi Arabistan başta olmak üzere Sünni Arap devletleri bir nebze de olsa rahatlamış görünüyor. Yeni süreçte İran’ın, Arap dünyasıyla zorunlu olarak iyi ilişkiler kurması gerektiği ortaya çıkıyor. Bu bağlamda, İran’ın 1979’dan sonra kopan Mısır ile ilişkilerini düzeltme çabası da bu stratejik zorunluluk çerçevesinde değerlendirilebilir.

Yeni süreç İran’ın desteklediği örgütlerle ilişkisinin değişmesine de yol açabilir. Nitekim İran’a ilk darbe Hamas’tan geldi denebilir. Hamas’ın Beşar Esad’ın devrilmesini kutlaması İran’da şaşkınlık yarattı. Bu gelişme, Hamas-İran ilişkilerinin geleceğini tehlikeye atabilir. Zira, İran-Hamas ilişkileri 2011’den sonra başlayan halk ayaklanması sırasında da kötüleşmişti. Hamas, o dönemde Suriye’deki muhalefeti destekleyerek Beşar Esad’a karşı bir tutum sergilemişti. Bu nedenle, geçmişte yaşanan kopukluğun tekrar etme olasılığı gündemde.

İran-Türkiye ilişkilerinin de risk altında olduğu bir dönemde, Ortadoğu’daki yeni sürecin nihai şeklinin, İsrail’in İran’a yönelik olası bir saldırı sonrası belirleneceği söylenebilir. İran, İsrail ve ABD arasındaki ilişkilerin seyri, Ortadoğu’daki son değişim ve hareketliliklerin yönünü de doğrudan etkileyecektir.

Vekalet savaşı siyasetinin iflası

Esad’ın devrilmesiyle İran’ın vekil güçleri üzerine inşa ettiği çatışma modeli de iflas etti. İran, Ortadoğu’da vekil güçler ile giriştiği çatışmayı kaybetti. Bu, İran’ın güvenlik, istihbarat ve dış politika paradigmasını gözden geçirilmesini kaçınılmaz kılıyor. Bu durum, İran’da “sahada etkin olmak mı diplomaside etkin olmak mı?” tartışmasında sahanın yenilgisi anlamına geliyor. İran’a göre sahada vekil güçlerle başarılı değilseniz diplomaside de başarılı olamazsınız. Bu durumda İran diplomasisinin de Suriye’de rejimin düşüşünden etkilenmesi beklenebilir.

Beşar Esad’ın devrilmesi, İran’ın dış politika kapasitesinde ciddi bir daralmaya yol açmıştır. İran, Rusya ve Çin ile iş birliğinin kendisini kurtarmaya yetmeyeceğini Suriye’de tecrübe etmiştir. Rusya ve Çin, Esad yönetimini kurtarmadı, kurtaramadı. Putin, Esad rejimini koruyamazken, bu süreçte İran ve Rusya arasında da gerginlikler yaşandığı görülüyor. Tüm bu gelişmeler, İran’ın ABD ile doğrudan müzakere dışında alternatif bir yol bulmasını epey zorlaştırdı.

İran’ın nükleer silah geliştirme seçeneği de çok daha riskli bir hale gelmiştir. Esad’ın düşmesinden önce bu yöndeki koşullar daha uygunken, bugün bu girişim İran’ı doğrudan askeri bir hedef haline getirebilecek bir risk taşımaktadır. Esad sonrası denklemde nükleer silah programı, İran’ın güvenliğini sağlamaktan ziyade tehditlere daha açık bir duruma sokabilir.

Beşar Esad’ın devrilmesi, İran’ın Kafkasya’dan Ortadoğu’ya uzanan geniş dış politika kapasitesini önemli ölçüde zayıflatmıştır. Bu durum, İran’ın nükleer müzakerelerdeki konumunu da derinden etkilemektedir. Artık İran, müzakere masasında daha savunmasız bir pozisyona sahiptir. Batılı ülkelerle yapılacak görüşmelerde yalnızca nükleer meseleler değil, Ortadoğu’daki rolü ve füze teknolojisi gibi çok çeşitli konuların da gündeme geleceği açıktır.

Direniş Ekseni’nin çelişkisi

Direniş Ekseni, İran’ın iddiasının aksine, aslında kendi içinde yok oluşunun tohumlarını barındırıyordu. 2003 sonrası ortaya çıkan bu eksen, ABD ve İsrail karşıtlığı söylemiyle yola çıkmış olsa da pratikte durum farklı gelişti. Bu eksen, İran’ın Orta Doğu’da genişlemesi, sorunlu ilişkileri olduğu ülkeleri cezalandırması ve Yemen, Irak, Suriye gibi bölgelerdeki nüfuz kazanması, doğrudan İsrail ile değil, bölge devletleri ve halklarıyla çatışmalara yol açtı. Bu durum, bölgede Şii-Sünni mihverinde mezhep çatışmalarını tetikledi ve sadece bölge devletlerini değil, İslamcı hareketleri bile mezhepsel temelde böldü.

İran, Direniş Ekseni adı altında giriştiği mezhepçilik ve bölgesel jeopolitik çatışmalarda yalnızlaştı. Böylece, Direniş Ekseni’nin varlığı, İsrail’i değil, İran’ı bölge için öncelikli tehdit haline getirdi. Diğer bölge devletleri de İran’a tehdit olarak bakmaya başladı. Bu süreçte Arap ülkeleri, İran’ın artan etkisine karşı İsrail ile ilişkileri normalleştirme arayışına yöneldi. İbrahim Anlaşmaları’nın temelleri de bu eksenin yarattığı tehdit algısı üzerine inşa edildi.

İsrail’in İran’a karşı elde ettiği başarıyı da bu zeminde analiz etmek gerekir. Nitekim İsrail’in Hizbullah’ı etkisiz hale getirme girişimi, birçok bölge devleti tarafından desteklendi. Bu zemin üzerinde İsrail, İran karşıtı faaliyetlerini meşrulaştırdı ve güçlendirdi. İsrail-İran rekabetinde birçok Arap devletinin İran tehdidine karşı İsrail’in yanında saf tuttuğu da görüldü.

Suriye’de Beşar Esad‘ın düşmesiyle Direniş Ekseni’nin iflas ettiği söylenebilir. Bu eksen özellikle Hizbullah’ın Lübnan’da zayıflamasıyla varlığının sürdürme konusunda tehlikeye girmişti. Suriye’deki gelişmeyle birlikte ayağa kalkması veya eski gücünü elde etmesi zor gözüküyor. 1979’dan bu yana İran’ın biriktirdiği ideolojik ve stratejik kazanımlar büyük ölçüde erozyona uğradı.

Başarısızlık umudu

İran, Suriye’deki sürecin başarılı olmasını ne bekliyor ne de destekliyor. İranlı yetkililere göre, Suriye’deki girişimler başarısızlıkla sonuçlanacak ve halk yeniden Direniş Ekseni gruplarına yönelecek.

İran yönetimi bu başarısızlık beklentisini bazı gerekçelere dayandırıyor.  Suriye’deki silahlı gruplar, Esad rejimine karşı birleşmiş olsalar da rejim sonrası ortak bir yönetim modeli oluşturmaları, aralarındaki ideolojik ve siyasi farklılıklar nedeniyle zayıf bir ihtimal olarak görülüyor. Daha önce Arap dünyasında görüldüğü gibi, otoriter rejimler devrilse bile sürdürülebilir ve demokratik bir sistemin kurulması zor olabiliyor. Silahlı gruplar arasındaki iç çatışmalar, aynı zamanda yabancı destekçilerin çıkar çatışmalarıyla birleşerek iç savaşı daha da derinleştirebilir ve ülkenin parçalanmasına yol açabilir.

Mezhepsel dengelere dayalı bir yönetim modeli kurulsa bile, bunun bölgede daha büyük krizlere neden olabileceği ve İsrail’in bölgesel hakimiyet planlarını kolaylaştırabileceği düşünülüyor. Suriye’deki grupların dış güçlerin etkisi altında olması, onları bağımsız ya da ulusalcı hareketler olarak görmeyi imkansızlaştırıyor.

İran’a göre, Suriye konusunda bölge ülkeleri ve uluslararası güçler arasında yaşanan anlaşmazlıklar, sürecin başarıya ulaşmasını engelleyen en önemli unsurlardan biri. Bu nedenlerden dolayı İran, Suriye’deki değişim girişimlerinin kalıcı başarı sağlayamayacağına inanıyor ve mevcut durumun bölgede daha büyük krizlere yol açacağını öngörüyor.

Son tahlilde; İran’ın Suriye’deki yeni sürecin başarısız olmasını pasif bir şekilde beklemesi pek olası görünmüyor. İran, bu sürecin başarısızlığı için farklı yöntem ve stratejiler deneyebilir. Nitekim İran dini lideri Hamaney tüm konuşmalarında halkı özellikle gençleri isyana davet ediyor. Suriye’nin yeni yöneticileri de bu durumun farkında olarak İran’a hareket alanı vermek istemiyorlar. ABD ve İsrail de İran’ın Suriye’den tümden silinmesini istiyor. Nitekim son dönemde Suriye’de bulunan İranlı din adamlarının öldürülmesini bu çerçevede görmek gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında İran-Suriye ilişkilerinde mevcut gerginliğin önümüzdeki dönemde daha da artması muhtemeldir.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 23 Aralık 2024’te yayımlanmıştır.

Arif Keskin
Arif Keskin
Arif Keskin - Ortadoğu bölgesi özellikle de İran üzerine çalışmalar yürüten Arif Keskin, İran’daki Azerbaycan’ın Muğan ilçesinde doğdu. 1993 yılında Tebriz Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Sosyoloji Bölümünden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Biliminde sürdürdü. Keskin 1999'dan itibaren ASAM (Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi), TÜRKSAM, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü ve ORSAM gibi çeşitli düşünce kuruluşlarında Ortadoğu uzmanı olarak görev yaptı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Esad yönetiminin devrilmesi ve İransız yeni bir Ortadoğu’nun doğuşu

İran-Suriye ilişkileri nasıl başladı, Suriye İran için nasıl “vazgeçilmez” oldu? Tahran, Esad’ın devrilmesini nasıl yorumluyor? Rejimin yıkılmasının İran açısından sonuçları neler? İran’ın Suriye’nin geleceğine dair beklentisi ne? Arif Keskin yazdı.

Beşar Esad yönetiminin devrilmesi, 1979 İran Devrimi’nden bu yana İran’ın yaşadığı en kapsamlı ve çok boyutlu kayıp. Esad’ın iktidardan düşmesi, İran’ın Ortadoğu’daki etkisini sürdürmesini büyük ölçüde zorlaştırmakla kalmayacak, aynı zamanda İran’ı doğrudan hedef haline getirebilecek yeni bir dönemi de başlatabilecek nitelikte.  Bu durum, İran’ı bölgesel denklemin dışına iterek siyasi, ideolojik, kültürel, mezhepsel ve jeopolitik nüfuz alanlarını daraltacaktır.

Böyle bir yenilgi, İran’ın Ortadoğu’da yalnızca mevcut gücünü kaybetmesiyle sonuçlanmakla kalmayacak, aynı zamanda eski gücünü yeniden kazanmasını da zorlaştıracak.

Günah keçisi

İran’ın Suriye’deki gelişmelere bakışı, büyük ölçüde yenilgiye uğramış olmanın yarattığı öfke, şaşkınlık ve hayal kırıklığı ile şekilleniyor. İran yönetimi, Suriye’de nasıl başarısız olduklarını topluma anlatmakta ciddi sıkıntılar yaşıyor. Uzun süredir kendilerini Suriye’de her şeyden haberdar ve her şeyi kontrol eden bir güç olarak lanse eden Tahran, şimdi bu imajı korumakta zorlanıyor.

Yetkililerin açıklamaları, yenilginin sorumluluğunu doğrudan üstlenmeme çabalarını yansıtıyor. İran tarafı, yenilginin asıl sorumlusunun Beşar Esad ve Suriye ordusu olduğunu ifade ediyor. Esad’ın toplumla barışmaya yanaşmaması ve muhalefete kapıları kapalı tutmasının yenilgiyi kaçınılmaz hale getirdiğini dile getiriyor.

Örneğin, İran Meclis Başkanı Muhammed Bakır Galibaf, “Defalarca Beşar Esad’a halkı dinlemesi gerektiğini söyledik. Hatta silahlı muhaliflerin bile dinlenmesini istedik,” dedi.

Benzer şekilde, İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, “Uzun zamandır Suriye’de yönetimin devamının ciddi sorunlarla karşılaşacağını değerlendiriyorduk. Ancak hükümet yetkilileri muhalefeti yönetime ortak etme konusunda esneklik göstermedi,” diyerek İran’ın öngörüsünü hatırlattı. İran’ın dinî lideri Hamaney de Suriye ordusunu hedef alarak, “Eğer Suriye ordusu savaşmak istemiyorsa, İran güçlerinin yapabileceği pek fazla bir şey yok,” ifadelerini kullandı.

İran, sorumluluğu üstlenmediği gibi suçu düne kadar tam destek verdikleri Beşar Esad yönetimine atarak, kendi sorumluluğunu da göz ardı etmeye çalışıyor. Böylece hem kendi halkına hem de uluslararası topluma, bu yenilgiden doğrudan sorumlu olmadığını göstermeye çabalıyor. Bu tutum, İran’ın Suriye’deki “özel ilişkisi” açısından önemli bir kırılma anını işaret ediyor.

İlişkilerin dayanağı

İran-Suriye ilişkilerini daha iyi anlayabilmek için geçmişe dönmek gerekli.

Şah Muhammad Rıza Pehlevi (1941-1979 arasında ülkeyi yönetti) döneminde İran, ABD’nin müttefiki ve İsrail’e yakınken, Suriye Sovyetler Birliği ile ittifak içinde ve İsrail ile savaş halindeydi. Bu durum, iki ülke arasındaki gerginliği arttırmıştı.

Ancak 1979’daki İran İslam Devrimi durumu değiştirdi. Devrim, Suriye’nin yalnızlaştığı bir dönemde gerçekleşti; Suudi Arabistan ile ABD ilişkileri, Mısır Camp David Anlaşması’yla İsrail ile barış anlaşması imzalamış ve Irak da Suriye ile gerginleşmişti.

İşte bu dönemde İran Devrimi, Suriye yönetimi için bir fırsat sundu. Suriye’nin o dönemki lideri Hafız Esad, hasım olduğu Saddam Hüseyin ve Baas rejimini zayıflatmak için devrimin Şii yaklaşımını bir fırsat olarak gördü.  Esad, İran’ın eski rejimine duyduğu hoşnutsuzluk ve karşılaştığı bölgesel koşullar nedeniyle devrim sonrası kurulan rejimle ilişki kurmayı öncelikli hedef olarak seçti. Suriye, Sovyetler Birliği ve Pakistan’dan sonra, İran devrim hükümetini tanıyan üçüncü ülke, Araplar içinde ise ilk ülke oldu. İran’ın İsrail karşıtı tutumu, Suriye için yeni bir ittifak oluşturdu ve İran-Irak Savaşı ilişkilerini daha da güçlendirdi. O günden itibaren Suriye, Tahran’ın yanında yer aldı.

Suriye’nin vazgeçilmezliği

Suriye geçmişten bugüne pek çok açıdan İran için kritik bir noktada oldu.

Suriye’nin, Irak kadar olmasa da İranlı Şii kimliği açısından önemli bir yeri var. Suriye, Şiilik tarihi açısından önemli bir ülke. Bugünkü Şam, Hz. Ali ve sülalesi ile düşmanlığı olan ve izledikleri politikalarla Şiiliğin ortaya çıkmasının nedenleri arasında gösterilen Emevilerin başkenti olmuştur. Ayrıca Suriye, Şiilik tarihinde önemli yeri olan Abuzer Gaffari’nin de sürgün yeridir. Şiilerin ilk İmamı Hz. Ali’nin kızı Zeynep’in mezarının Suriye’de olması ve Halep’in aralıklarla Şii hükümranlığında bulunması diğer önemli unsurlardandır. Şii siyasal İslamcılığının fikri gelişmesinde büyük rolü olan Ali Şeriati’nin mezarının Şam’da bulunmasını da bunlara ekleyebiliriz. Bu açıdan bakıldığında Şii İslamcılar açısından Suriye vazgeçilmesi imkânsız bir ülke konumunda.

1979 sonrası İran’ın dış politikasındaki ağırlık merkezi Orta Doğu’ya kayarken, Suriye, İran için “kesinlikle vazgeçilmez” bir ülke haline gelmişti. Zira, Filistin, Lübnan ve İsrail’e kara sınırı olmayan İran için Levant bölgesinde etkinlik arayışı ve imkânlarının teminatı jeopolitik olarak Suriye’ye bağımlıydı. İran’ın, Orta Doğu’da hakimiyet mücadelesinde Suriye’nin kilit bir önemi vardı. İran, Lübnan’daki Hizbullah’ı da Suriye üzerinden kurmayı başarmıştı.

Suriye’nin Akdeniz’in uluslararası sularına doğrudan erişim sağlaması da Suriye’nin bölgesel ve küresel dinamiklerdeki önemini arttırageldi.

İran-Suriye ilişkileri Tahran açısından bir prestij ilişkisi sayılıyordu. İran, bölge ve dünya ülkeleriyle çoğu zaman inişli çıkışlı ilişkiler yaşarken Suriye ile olan ilişkileri 1979 sonrası oldukça istikrarlı bir hale geldi. ABD ve İsrail, bu iki ülke arasındaki bağı değiştirmeye çalışsa da istenilen sonucu alamadılar.

İran için Suriye, Arap ülkeleri arasındaki tek müttefikiydi; İran’ın Arap dünyasında yalnızlaşmasına engel oluyor ve İran’ı Arap kimliğinin ötekisi olarak konumlandıran tüm çabaları dengeliyordu. Nitekim Suriye, Irak-İran Savaşı boyunca İran’a destek vererek Saddam Hüseyin’in savaşı Arap-Fars çatışmasına dönüştürme stratejisini engellemeye çalıştı. Ayrıca Irak’ın boru hattını kapatarak İran’a ekonomik destek sağladı. İran ise karşılığında, Suriye’ye bedelsiz veya düşük fiyatla petrol sağladı.

İran-Suriye ilişkileri, 1979 İran Devrimi sonrasında ortak bir güvenlik anlayışı temelinde de şekillendi. Her iki ülke de Batılı devletler tarafından istenmeyen aktörler olarak görülüyordu ve İsrail ile doğrudan karşı karşıyalardı.  Ayrıca her ikisi de başta Irak, Suudi Arabistan ve Mısır olmak üzere çoğu Arap ülkesiyle sağlam ilişkiler kurmakta zorluk yaşıyordu. Türkiye ile her iki ülkenin yaşadığı sorunlu ilişkiler de bu birlikteliğin önemli unsurlarından biriydi.

Özetle, İran-Suriye ilişkileri, mezhepsel benzerlik, Amerikan hegemonyasına karşı koyma, İsrail karşıtlığı, Filistin ve Lübnan konularındaki ortak tutumlar, Batı’yla süregelen gerginlikler, Sünni Arap dünyasıyla yaşanan sorunlar ve Türkiye’nin bölgesel etkinliğinin zayıflatılması çerçevesinde şekillenmişti.

Devrim ihraç siyasetinin bitişi

Suriye’nin kaybı, 1979 sonrası İran tarafından kurumsallaştırılan devrim ihracı siyasetinin başarısızlığını ve tükenişini de simgeliyor. Bu durum, İran devrim ideolojisinin bölgeye yayılma çabalarının somut bir şekilde geri tepmesi aynı zamanda.  Dahası, bu gelişme sadece bölgesel bir yenilgi değil, aynı zamanda İran için devrimin ideolojik çöküşü olarak da değerlendirilebilir.

İdeolojik hedeflerle hareket eden ve ülkede siyasi muhalefeti bastırmada merkezi bir rol oynayan İran Devrim Muhafızları da Suriye’deki bu değişimin kaybedenleri arasında.  Devrim Muhafızları ve İran rejiminin bağlantılı propaganda aygıtları son yıllarda, bu grubun bölgedeki rolü ve gücünü rejimin asil gücü ve güvenlik güvencesi olarak sunuyorlardı. Esad’ın devrilmesi, İran’ın Ortadoğu siyasetinin yürütücüsü Devrim Muhafızları’nın ülkenin iç ve dış siyasetindeki konumunu da sarsacaktır.

İran’ın yöneticileri, Ortadoğu’daki kazanımlarını yürüttükleri dış politikalarının ve devrim ihraç siyasetinin doğruluğuna kanıt olarak gösteriyorlardı. Suriye’nin kaybedilmesi İran dış politikasını tartışmaya açtı, bu siyasetin yeniden gözden geçirilip geçirilmemesi gerektiği konuşulmaya başlandı. Direniş ekseni üzerine inşa edilen bölge siyasetinin hem başarısız olduğu hem de İran’ı istemediği tehlikelere sürüklediği görülüyor.

İran, Suriye’yi kaybederek Tahran’a yönelik güveni ve itibarı da yerle bir etti. İran’ı kazandığı bölgeleri koruyamayan zayıf bir ülke konumuna düşürdü. İran’ın güçlülük iddiası ciddi şekilde sorgulanmaya başladı. İran’ın ekonomik, siyasi, diplomatik, askerî ve istihbarat gücünün sınırları ortaya çıktı. Gece gündüz dünyaya meydan okuyan İran yönetimi bekası kuşkulu bir rejim durumuna düştü. Bu durum özellikle İran’ın vekil güçleriyle olan ilişkisinin mahiyetini değiştirecek bir etken.

İransız yeni Ortadoğu

Esad rejiminin devrilmesi ve İran-Suriye ilişkilerindeki dönüşüm, bölgenin bugünü ve geleceği açısından kritik bir öneme sahip. Bu değişim, bölgesel güvenlik düzeninden İsrail-Filistin meselesine, Lübnan ve Irak’tan İran’ın siyasi kaderine kadar geniş bir yelpazede etkiler yaratabilir. Başka bir ifadeyle bu süreç Ortadoğu’daki çatışmaların yapısını, aktörlerini ve dinamiklerini önemli ölçüde değiştirdi.

Esad’ın düşmesiyle İran-Suriye ilişkilerinin alacağı yeni durumdan bağımsız olarak İran’ın Filistin, Lübnan ve bazı bölgesel konulardaki iş birliklerinin niteliği ve boyutu da değişti. Nitekim İran, Lübnan’a ulaşım imkanını kaybetti, Hizbullah da kritik tedarik hattını yitirdi. Bu durum, Hizbullah’ın giderek zayıflayacağı anlamına geliyor. Bu süreç ayrıca Irak’taki Şii milislerin ve Yemen’deki Husilerin zayıflatılması sürecini de başlatacaktır.

İran-İsrail çatışmasında kazanan tarafın İsrail olduğu söylenebilir. İsrail, Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme fırsatı elde etmiş ve müttefiklerine İran’ın sanıldığı kadar güçlü olmadığını, desteklediği gruplarla savaşmanın korkutucu bir senaryo yaratmadığını göstermiştir. Bu durum, İran’a yönelik sınırlı bir saldırının mümkün olduğuna işaret etmektedir.

Bölgesel dengeler açısından bakıldığında da İran, Basra Körfezi ülkeleri karşısında zayıfladı.

1979 İslam Devrimi’nden sonra ilk kez Suudi Arabistan başta olmak üzere Sünni Arap devletleri bir nebze de olsa rahatlamış görünüyor. Yeni süreçte İran’ın, Arap dünyasıyla zorunlu olarak iyi ilişkiler kurması gerektiği ortaya çıkıyor. Bu bağlamda, İran’ın 1979’dan sonra kopan Mısır ile ilişkilerini düzeltme çabası da bu stratejik zorunluluk çerçevesinde değerlendirilebilir.

Yeni süreç İran’ın desteklediği örgütlerle ilişkisinin değişmesine de yol açabilir. Nitekim İran’a ilk darbe Hamas’tan geldi denebilir. Hamas’ın Beşar Esad’ın devrilmesini kutlaması İran’da şaşkınlık yarattı. Bu gelişme, Hamas-İran ilişkilerinin geleceğini tehlikeye atabilir. Zira, İran-Hamas ilişkileri 2011’den sonra başlayan halk ayaklanması sırasında da kötüleşmişti. Hamas, o dönemde Suriye’deki muhalefeti destekleyerek Beşar Esad’a karşı bir tutum sergilemişti. Bu nedenle, geçmişte yaşanan kopukluğun tekrar etme olasılığı gündemde.

İran-Türkiye ilişkilerinin de risk altında olduğu bir dönemde, Ortadoğu’daki yeni sürecin nihai şeklinin, İsrail’in İran’a yönelik olası bir saldırı sonrası belirleneceği söylenebilir. İran, İsrail ve ABD arasındaki ilişkilerin seyri, Ortadoğu’daki son değişim ve hareketliliklerin yönünü de doğrudan etkileyecektir.

Vekalet savaşı siyasetinin iflası

Esad’ın devrilmesiyle İran’ın vekil güçleri üzerine inşa ettiği çatışma modeli de iflas etti. İran, Ortadoğu’da vekil güçler ile giriştiği çatışmayı kaybetti. Bu, İran’ın güvenlik, istihbarat ve dış politika paradigmasını gözden geçirilmesini kaçınılmaz kılıyor. Bu durum, İran’da “sahada etkin olmak mı diplomaside etkin olmak mı?” tartışmasında sahanın yenilgisi anlamına geliyor. İran’a göre sahada vekil güçlerle başarılı değilseniz diplomaside de başarılı olamazsınız. Bu durumda İran diplomasisinin de Suriye’de rejimin düşüşünden etkilenmesi beklenebilir.

Beşar Esad’ın devrilmesi, İran’ın dış politika kapasitesinde ciddi bir daralmaya yol açmıştır. İran, Rusya ve Çin ile iş birliğinin kendisini kurtarmaya yetmeyeceğini Suriye’de tecrübe etmiştir. Rusya ve Çin, Esad yönetimini kurtarmadı, kurtaramadı. Putin, Esad rejimini koruyamazken, bu süreçte İran ve Rusya arasında da gerginlikler yaşandığı görülüyor. Tüm bu gelişmeler, İran’ın ABD ile doğrudan müzakere dışında alternatif bir yol bulmasını epey zorlaştırdı.

İran’ın nükleer silah geliştirme seçeneği de çok daha riskli bir hale gelmiştir. Esad’ın düşmesinden önce bu yöndeki koşullar daha uygunken, bugün bu girişim İran’ı doğrudan askeri bir hedef haline getirebilecek bir risk taşımaktadır. Esad sonrası denklemde nükleer silah programı, İran’ın güvenliğini sağlamaktan ziyade tehditlere daha açık bir duruma sokabilir.

Beşar Esad’ın devrilmesi, İran’ın Kafkasya’dan Ortadoğu’ya uzanan geniş dış politika kapasitesini önemli ölçüde zayıflatmıştır. Bu durum, İran’ın nükleer müzakerelerdeki konumunu da derinden etkilemektedir. Artık İran, müzakere masasında daha savunmasız bir pozisyona sahiptir. Batılı ülkelerle yapılacak görüşmelerde yalnızca nükleer meseleler değil, Ortadoğu’daki rolü ve füze teknolojisi gibi çok çeşitli konuların da gündeme geleceği açıktır.

Direniş Ekseni’nin çelişkisi

Direniş Ekseni, İran’ın iddiasının aksine, aslında kendi içinde yok oluşunun tohumlarını barındırıyordu. 2003 sonrası ortaya çıkan bu eksen, ABD ve İsrail karşıtlığı söylemiyle yola çıkmış olsa da pratikte durum farklı gelişti. Bu eksen, İran’ın Orta Doğu’da genişlemesi, sorunlu ilişkileri olduğu ülkeleri cezalandırması ve Yemen, Irak, Suriye gibi bölgelerdeki nüfuz kazanması, doğrudan İsrail ile değil, bölge devletleri ve halklarıyla çatışmalara yol açtı. Bu durum, bölgede Şii-Sünni mihverinde mezhep çatışmalarını tetikledi ve sadece bölge devletlerini değil, İslamcı hareketleri bile mezhepsel temelde böldü.

İran, Direniş Ekseni adı altında giriştiği mezhepçilik ve bölgesel jeopolitik çatışmalarda yalnızlaştı. Böylece, Direniş Ekseni’nin varlığı, İsrail’i değil, İran’ı bölge için öncelikli tehdit haline getirdi. Diğer bölge devletleri de İran’a tehdit olarak bakmaya başladı. Bu süreçte Arap ülkeleri, İran’ın artan etkisine karşı İsrail ile ilişkileri normalleştirme arayışına yöneldi. İbrahim Anlaşmaları’nın temelleri de bu eksenin yarattığı tehdit algısı üzerine inşa edildi.

İsrail’in İran’a karşı elde ettiği başarıyı da bu zeminde analiz etmek gerekir. Nitekim İsrail’in Hizbullah’ı etkisiz hale getirme girişimi, birçok bölge devleti tarafından desteklendi. Bu zemin üzerinde İsrail, İran karşıtı faaliyetlerini meşrulaştırdı ve güçlendirdi. İsrail-İran rekabetinde birçok Arap devletinin İran tehdidine karşı İsrail’in yanında saf tuttuğu da görüldü.

Suriye’de Beşar Esad‘ın düşmesiyle Direniş Ekseni’nin iflas ettiği söylenebilir. Bu eksen özellikle Hizbullah’ın Lübnan’da zayıflamasıyla varlığının sürdürme konusunda tehlikeye girmişti. Suriye’deki gelişmeyle birlikte ayağa kalkması veya eski gücünü elde etmesi zor gözüküyor. 1979’dan bu yana İran’ın biriktirdiği ideolojik ve stratejik kazanımlar büyük ölçüde erozyona uğradı.

Başarısızlık umudu

İran, Suriye’deki sürecin başarılı olmasını ne bekliyor ne de destekliyor. İranlı yetkililere göre, Suriye’deki girişimler başarısızlıkla sonuçlanacak ve halk yeniden Direniş Ekseni gruplarına yönelecek.

İran yönetimi bu başarısızlık beklentisini bazı gerekçelere dayandırıyor.  Suriye’deki silahlı gruplar, Esad rejimine karşı birleşmiş olsalar da rejim sonrası ortak bir yönetim modeli oluşturmaları, aralarındaki ideolojik ve siyasi farklılıklar nedeniyle zayıf bir ihtimal olarak görülüyor. Daha önce Arap dünyasında görüldüğü gibi, otoriter rejimler devrilse bile sürdürülebilir ve demokratik bir sistemin kurulması zor olabiliyor. Silahlı gruplar arasındaki iç çatışmalar, aynı zamanda yabancı destekçilerin çıkar çatışmalarıyla birleşerek iç savaşı daha da derinleştirebilir ve ülkenin parçalanmasına yol açabilir.

Mezhepsel dengelere dayalı bir yönetim modeli kurulsa bile, bunun bölgede daha büyük krizlere neden olabileceği ve İsrail’in bölgesel hakimiyet planlarını kolaylaştırabileceği düşünülüyor. Suriye’deki grupların dış güçlerin etkisi altında olması, onları bağımsız ya da ulusalcı hareketler olarak görmeyi imkansızlaştırıyor.

İran’a göre, Suriye konusunda bölge ülkeleri ve uluslararası güçler arasında yaşanan anlaşmazlıklar, sürecin başarıya ulaşmasını engelleyen en önemli unsurlardan biri. Bu nedenlerden dolayı İran, Suriye’deki değişim girişimlerinin kalıcı başarı sağlayamayacağına inanıyor ve mevcut durumun bölgede daha büyük krizlere yol açacağını öngörüyor.

Son tahlilde; İran’ın Suriye’deki yeni sürecin başarısız olmasını pasif bir şekilde beklemesi pek olası görünmüyor. İran, bu sürecin başarısızlığı için farklı yöntem ve stratejiler deneyebilir. Nitekim İran dini lideri Hamaney tüm konuşmalarında halkı özellikle gençleri isyana davet ediyor. Suriye’nin yeni yöneticileri de bu durumun farkında olarak İran’a hareket alanı vermek istemiyorlar. ABD ve İsrail de İran’ın Suriye’den tümden silinmesini istiyor. Nitekim son dönemde Suriye’de bulunan İranlı din adamlarının öldürülmesini bu çerçevede görmek gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında İran-Suriye ilişkilerinde mevcut gerginliğin önümüzdeki dönemde daha da artması muhtemeldir.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 23 Aralık 2024’te yayımlanmıştır.

Arif Keskin
Arif Keskin
Arif Keskin - Ortadoğu bölgesi özellikle de İran üzerine çalışmalar yürüten Arif Keskin, İran’daki Azerbaycan’ın Muğan ilçesinde doğdu. 1993 yılında Tebriz Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Sosyoloji Bölümünden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Biliminde sürdürdü. Keskin 1999'dan itibaren ASAM (Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi), TÜRKSAM, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü ve ORSAM gibi çeşitli düşünce kuruluşlarında Ortadoğu uzmanı olarak görev yaptı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x