ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, Gazze’nin nasıl yönetileceğine ilişkin 20 maddelik bir planı ilan ettiler. Bu planı hazırlanırken Filistin yönetimine, Filistinlilere ya da Hamas’a söz hakkı tanımadılar. Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin hakkını elinden alan bu plan, Gazze’yi uluslararası bir yönetime bırakıyor. Bu yönetimin başkanı Trump’ın kendisi olacak ama fiiliyatta asıl işi Irak’ın işgal edilmesinde de önemli bir rol üstlenmiş olan eski İngiltere Başbakanı Tony Blair yönetecek.
Özetle, Filistin’e İngiliz mandası bir biçimde yeniden dönüyor.
Filistin’de manda yönetiminin başlangıcı
1920 yılında gerçekleşen Paris Barış Konferansı ve ardından San Remo Konferansı sonrasında, Osmanlı sonrası Ortadoğu’nun siyasi düzeni yeniden şekillendirildi. Bu süreçte müttefik güçler, bölgenin doğrudan bağımsızlığa hazır olmadığı gerekçesiyle manda yönetimlerini tesis etmeyi kararlaştırdılar. Manda sisteminin kâğıt üzerindeki temel gayesi, ilgili bölgelerde “yerel kapasitenin geliştirilmesi” ve zamanla “iyi işleyen, bağımsız devletlerin” kurulmasına zemin hazırlamaktı. Bu anlayışa Milletler Cemiyeti sözleşmesinde “medeniyete rehberlik ve halklara kendi kendini yönetme imkânı sağlama” ilkesiyle meşruiyet kazandırılmaya çalışılmıştı.
Filistin’in ilk İngiliz manda valisi, aynı zamanda ateşli bir Siyonist de olan, Herbert Samuel’di. Samuel’in yürüttüğü faaliyetler, Filistin’de ileride bir Siyonist devletin kurulmasına elverişli bir zemin hazırladı. Aradan geçen bir asrın sonunda, bugün İsrail’in özellikle 7 Ekim’den sonra Gazze başta olmak üzere bütün Filistin topraklarında sürdürdüğü soykırım ve işgal politikaları, bölgede yeni bir siyasal düzen ihtiyacını bir kez daha gündeme getirdi. Gazze’de düzen ve istikrarın sağlanması amacıyla Tony Blair başkanlığında bir yönetim kurulabileceğine dair ortaya çıkan görüşler, geçmişte yaşanan Samuel tecrübesini hatırlatıyor.
Geçmişteki manda uygulamasında olduğu gibi, bugün de Filistin’de yerel aktörlerin kendi kendilerini yönetme kapasitesini geliştirmeleri sürekli engelleniyor. Böylece dışarıdan müdahalelere zemin hazırlanıyor.
Sömürgeci bir komiser: Herbert Samuel’in Siyonizmi güçlendirme ve Arap toplumunu bölme politikaları
Osmanlı İmparatorluğu’nun ardından Ortadoğu coğrafyasında kurulan manda sistemi, teoride yerel halkların siyasal ve idari kapasitelerini geliştirmeyi, böylece onları modern devlet yapısına hazırlamayı amaçlıyordu. Bu gerekçeyle meşrulaştırılmaya çalışılan bu düzen uygulamada sömürgeciliğin yeni bir biçimi hâline geldi ve özellikle Filistin’de İsrail devletinin doğuşuna hizmet eden bir araç olarak işledi.
Bu bağlamda, dönemin kilit isimlerinden biri İngiliz manda valisi Sir Herbert Samuel’di. Ateşli bir Siyonist olan Samuel, görevinin esasını Yahudi ulus devletinin inşasını kolaylaştırmak olarak görüyordu. Onun yönetsel tercihleri, Filistinlilerin yönetsel kapasitelerinin zayıflatılması ve Filistin’de Yahudi göçünü ve yerleşimini teşvik ederek ileride kurulacak bir Yahudi devletinin altyapısını hazırlama amacına matuf olarak gelişti.
Samuel’in politikaları, Yahudi toplumunun devletleşme süreci için kurumsal avantajlar sağladı. Arapların örgütlenme ve siyasal temsil kapasitesini zayıflattı. Özellikle Arap toplumundaki bölünmeleri derinleştirdi, hizipleşmeleri körükledi ve ortak siyasal kurumların gelişimini engelledi/geciktirdi. Manda valisi Samuel’in desteğini arkasına alan Yahudi toplumu, Yahudi Ajansı ve İsrail İşçi Sendikalarının çatı örgütü olan Histadrut gibi yapılarıyla güçlü bir temsil mekanizmasına kavuşurdu. Arap toplumu, manda yönetimi tarafından, bu türden kurumsal araçlardan yoksun bırakıldı. Arap toplumunun çatı örgütü olan Arap İcra Kurulu ise dağınık ve etkisiz bir eşraf koalisyonu olmaktan öteye geçemedi.
Samuel’in politikalarının önemli bir boyutu, Arap seçkinler arasındaki rekabetin bilinçli bir şekilde yönlendirilmesiydi. Kudüs’ün önde gelen iki eşraf ailesi olan Naşaşibiler ile Hüseyniler arasındaki çekişme, İngiliz atamalarıyla keskinleşti. 1920’de Ragıb Naşaşibi’nin Kudüs Belediye Başkanı yapılması, ertesi yıl ise Hacı Emin el-Hüseyni’nin müftülüğe getirilmesi, Arap toplumunun birliğini zayıflatan kritik adımlar oldu. Samuel’in 1921’de kurdurduğu Yüksek Müslüman Konseyi ise dini otoriteyi siyasallaştırarak Arap siyasal örgütlenmesini seküler temelden uzaklaştırdı ve muhaliflerin tasfiye edilmesine zemin hazırladı.
Bütün bunların sonucunda Filistin’de toplumsal gerilimler derinleşti. Yahudi göçünün ve toprak alımlarının artması, Arap nüfusu için varoluşsal bir tehdit şeklinde algılandı. Samuel’in politikaları, Filistinli Araplar arasında topraksız bir sınıfın ortaya çıkmasına katkıda bulundu ve Yahudi egemenliğinde bir Filistin inşasına zemin hazırladı.
Bu koşullar, ilerleyen dönemde örgütlü yapıları sayesinde devlet kurma yolunda büyük avantaj sağlayan Siyonistlerin karşısında, Filistinlileri siyasi ve askeri açıdan zayıf ve dağınık bir konumda bıraktı.
Ertesi günün mimarları: 7 Ekim sonrası Blair-Samuel paralelliği
Hamas’ın Gazze’den İsrail içlerine düzenlediği, sivillerin öldüğü ve rehin alındığı 7 Ekim sonrasında İsrail’in Gazze başta olmak üzere tüm Filistin topraklarında yürüttüğü soykırım, işgal ve yıkım siyaseti, sahada bazı askerî kazanımlar elde etse de küresel ölçekte ciddi bir karşı blokun oluşmasına yol açtı. Özellikle Batı kamuoyunda belirginleşen İsrail karşıtı tutum ve bazı Ortadoğu ülkeleri arasında savunma ve güvenliğe dair işbirliği işaretleri uluslararası alanda da yeni bir siyasi hizalanmayı tetikliyor.
Bu süreç aynı zamanda başta Hamas olmak üzere Filistinli direniş gruplarının askerî kabiliyet ve kapasite ve yönetsel yetenekler açısından belirli bir yetkinlik düzeyine ulaştığını gösteren işaretler de üretti. En gelişmiş teknolojik donanıma sahip ordulardan biri sayılan İsrail ordusuna karşı görece etkili bir direniş sergileyebilen Filistinli gruplar, gelecekte Filistin davasında İsrail’i zorlayabilecek daha karmaşık bir güvenlik ve siyasal tabloyu da görünür kıldı. İsrail’in iki yıldır sürdürdüğü yıkıcı saldırılara rağmen Hamas’ın Gazze’de kurduğu yönetim yapısının bütünlüğünü korumayı başarması ve başta ABD olmak üzere küresel ve bölgesel aktörlerin Gazze’nin geleceğine dair her senaryoda Hamas’la müzakere etmeye mecbur kalması, direniş örgütlerinin siyasi ve askeri kapasitesini göstermesi bakımından son derece önemlidir. Hamas’ın bu performansı, Batı kamuoyunda İsrail’e verilen koşulsuz desteğin belirgin biçimde aşınmasına yol açarken, aynı zamanda Hamas’a yönelik desteğin kayda değer bir şekilde artışına yol açıyor.
Özetle, sahadaki taktik düzeydeki kazanımlar İsrail lehine gibi görünse de stratejik düzlemde ortaya çıkan uluslararası meşruiyet aşınması, bölgesel dayanışmanın güçlenmesi ve Filistinli aktörlerin askeri ve yönetsel kapasitesinin rüştünü ispat etmesi, orta-uzun vadede İsrail’in hareket alanını daraltabilecek dinamiklere işaret ediyor.
Bugün Gazze’nin “ertesi gün” senaryolarının Tony Blair üzerinden tartışılması, aradan geçen bir yüzyıla rağmen bölgede yeni bir jeopolitik dizayn için aynı mantığın korunduğunu gösteriyor. Trump döneminde gündeme gelen önerilerden anlaşıldığı kadarıyla Blair, İsrail’in kendi askerî gücüyle Gazze’yi tam olarak teslim alamadığı, tüm Gazzelileri bölgeden sürmeyi başaramadığı ve Hamas’ı hem askeri hem de siyasi açıdan kesin biçimde yenilgiye uğratamadığı bir tabloda, başta Gazze olmak üzere tüm Filistin dosyasını İsrail lehine “altın tepsi içinde” yeniden kurgulamanın bir fırsatı olarak değerlendiriliyor. Trump’un “barış planı” Gazze başta olmak üzere tüm Filistin coğrafyasında direnişi etkisiz kılmaya ve doğrudan Batının denetiminde bir Filistin yönetimi kurmaya odaklanmış durumda. Barış planı Filistinlilerin yönetsel kapasitelerini güçlendirecek hiçbir şey içermediği gibi uzun yıllardır bu alanda elde ettikleri kazanımları “barış” adı altında yok etmeyi amaçlıyor.
Blair’e biçilen rol, yüz yıl önce Herbert Samuel’in Yahudi devletinin temellerini atma misyonunu hatırlatır biçimde, İsrail lehine bölgesel jeopolitik dizayn üretmeyi hedefleyen ve “manda yönetimi” mantığını çağrıştıran bir yaklaşımın tekrarını işaret ediyor. Bu perspektif, yerel öz-yönetim kapasitesini güçlendirmek yerine dışarıdan kurgulanmış bir düzeni dayatan, dolayısıyla sahadaki siyasi meşruiyet ve toplumsal rıza sorunlarını derinleştirme potansiyeli taşıyan bir çizgiye denk düşüyor.
Ortadoğu’nun Osmanlı sonrası dönemde maruz kaldığı manda rejimi, kâğıt üzerinde halkların kendi kendilerini yönetmeye hazırlanmalarını amaçlasa da, uygulamada sömürgeciliğin yeni bir biçimi olarak işlev gördü.
Aradan geçen yüz yılın ardından, bugün Gazze’de “ertesi gün” senaryolarının Tony Blair üzerinden yeniden gündeme gelmesi, manda mantığının farklı bir biçimde hâlâ varlığını sürdürdüğünü ortaya koyuyor. Tıpkı İngiltere’nin ilk Filistin manda valisi Samuel döneminde olduğu gibi, yerel öz-yönetim iradesi engellenmek, dışarıdan tasarlanan siyasal projeler meşru bir gelecek vizyonu olarak sunulmak isteniyor. Bu tablo, kısa vadede İsrail lehine taktik kazanımlar üretse de, uzun vadede meşruiyet aşınmasına, bölgesel dayanışmanın güçlenmesine ve yeni jeopolitik fay hatlarının şekillenmesine yol açacaktır.
Dolayısıyla geçmişte manda yönetiminin Arap toplumunun kendi kaderini tayin etme yetisini engellemesiyle ortaya çıkan sonuçlar, bugün de farklı araçlarla tekrarlanıyor. Blair’in rolü, Samuel’in bıraktığı mirası çağrıştırırken; bu durum, Filistin meselesinin çözümünün ancak dış müdahale ve dayatmalarla değil, yerel aktörlerin kendi öz iradesi ve siyasal kapasitesinin güçlendirilmesiyle mümkün olacağını güçlü biçimde hatırlatıyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 8 Ekim 2025’te yayımlanmıştır.