Neo-liberal desenli küreselleşme olgusuna karşı geliştirilen reaksiyonlar hususunda Fransa verimli ve bir o kadar da ilginç bir laboratuvar işlevi görüyor.
Fransız seçmen Nisan ayındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sağ-egemenlikçi Marine Le Pen’i ikinci tura taşımış ve ilk defa yüzde 40 bandının üstüne çıkarmıştı.
Aynı seçmenler 12 Haziran’daki genel seçimlerin birinci turunda ise sol-egemenlikçi Jean-Luc Mélenchon’un inisiyatifiyle birleşen sosyalist-komünist-ekolojist listeyi öne çıkardılar.
Bu esnada Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 30’u zorlayan sandığa gitmeme oranı Parlamento seçimlerinde yüzde 50’yi geçerek yeni bir rekora ulaştı.
Avrupa’nın çehresini değiştirebilecek yeni devrimci damarın işareti mi?
Fikir Turu’nda 18 Nisan’da yayımlanan “Fransa seçimleri: Derindekilerin demokratik isyanı” başlıklı makalemde sandığı boykot eğilimi ile sağ ve sol egemenlikçiliklerin yükselişinin “sistemin” işlerliğine meydan okuduğunu belirtmiş, analizimi şu satırlarla noktalamıştım: “Aynı manzara bize Fransa’nın (…) bugün yine, yeniden Avrupa’nın çehresini değiştirebilecek bir ‘siyasi devrimciliğin’ fideliği pozisyonunu özümsediğini naklediyor. Açılması muhtemel bu yeni ‘devrimci damar yolu’ içinde akan kanın rengini (ise) şimdilik kestirebilmek güç.”
Buradaki “akan kanın rengi” vurgusu elbette öncelenecek ideolojik yönelimin tabiatı ve istikametiyle alakalıydı.
Gerçekten de Fransa özelinde – gerek tabanda gerekse entelijansiyada – birbirine zıt kutupsal konumlanmaların arasındaki geçirgenlik hem tarihsel hem de güncel bir vakıadır.
Pek çok ülkede anlaşılamayacak yahut tahayyül dahi edilemeyecek olan bu alışkanlık, Fransız siyasetinin mayasında asırlardır mevcut.
1871 Paris Komünü’nden adını General Georges Boulanger’den alan “boulangizm” ideolojisine/pratiğine, Dreyfus Olayı’ndan 1930’lar kırılmalarına, Vichy Rejimi’nden 1980-90’lardaki “kadim kızıl proletaryanın milliyetçiliğe büyük göçü”ne değin Fransa’daki sağ ve sol uç kutuplar hem birbirlerini etkilemiş hem de birbirlerinin üzerine “sızdırmalar” yapmıştır.
Komünistken yüzünü milliyetçiliğe dönen, milliyetçiyken sosyalizmden yahut anarşizmden kopamayan, koyu Katolik iken sola açılan veya materyalist sendikalizme meyledenlerin sayısı bireysel örneklerde bir hayli fazlayken, toplu davranış değişimlerinde de belirgindir.
Buna müesses nizamla derdi, çelişkisi ve kavgası olanların zamana ve zamanın değişken şartlarına göre “kutuplar arası yolculuk etme” refleksi denilebilir.
Dahası, görüyoruz ki bu maya henüz canlılığını yitirmekten çok uzak.
Sarı Yelekliler: “Bu son değil, başlangıç!”
En son tecrübe edilen ve bugün bir anlamda kurumsal tezahürlerine tanıklık ettiğimiz Sarı Yelekliler eylemleri söz konusu dinamiğin en somut hâli sayılabilir.
Sarı Yelekliler eylemselliği doğru tasvir edilmeden ve kavranmadan, Fransız siyasetinin bugün büründüğü şekli (boykotçu ve egemenlikçi silsileleriyle) doğru okumak imkânsızlaşır.
Sarı Yelekliler salt sağ veya sol bir kitleden müteşekkil değildi, hiç olmadı. Eylemlerde komünistlerden monarşistlere, anarko-sendikalistlerden sağ-popülistlere ve geleneksel milliyetçilere müthiş heterojen bir doku vardı. Aşağıdan yukarıya bir tarzda başladı ve devam etti – saf bir taban hareketiydi.
Her ne kadar ilk aşamada Marine Le Pen ve Jean-Luc Mélenchon eylemlere/eylemcilere destek veren başlıca siyasi liderler olduysa da hareketin “parlamentarizm” çarkının dişlileriyle öğütülmesinin de önünü açtılar.
Hareketi orijinal kılan “politik renk cümbüşü” onun aynı zamanda yumuşak karnı oldu. O vakitler sıcağı sıcağına kaleme aldığım bir değerlendirmede “Sarı Yelekliler’in galip gelebilmesi için ya sosyalistler vatanperverlik ateşini yakacaklar ya da milliyetçiler içlerindeki anarşist çocuğu uyandıracaklar – başka yolu yok” diye yazmıştım.
Böylesi bir “sinerji” kıvamı tutturulamayınca aksiyondaki çözülme ve sönümlenme da kaçınılmaz oldu.
Ne var ki aksiyondaki gerileme “hissiyat” planına aksetmedi.
Doğum sancılarının ardından: Egemenlikçilik ve boykotçuluk
Sokaktan “vazgeçen” Sarı Yelekliler’in bir kısmı kendilerini destekleyen partilere daha kitlesel bir destek sunarken, diğer kısmı konvansiyonel siyaset kanallarına ve araçlarına (bilhassa da sandığa, partilere vb.) mesafeyi tercih etti.
Partilerde umut arayanlar kendilerini destekleyenler arasında kişisel duyarlılıklarına göre ya sağ ya da sol varyantta uzlaştılar. Fakat bu uzlaşının tersten bir etkisi de bahsi gecen partilerin/adayların siyasal programlarını ve söylemlerini Sarı Yelekliler’in talepleriyle uyumlandırmalarıyla sonuçlandı.
Böylece literatürdeki karşılığı “egemenlikçilik” olan tavır berraklaşırken, kavram bir “sağ”, bir de “sol” yorumla çatallaştı.
Vahşi küreselleşme ve onun neo-liberal vurucu gücünün baskısı karşısında sığınağı farklı açılımlara kapı aralayan bir “ulus-devlet”te bulan, “sosyal adalet” prensibinin ihyasını isteyen ve karar alma mekanizmalarına daha çok ve doğrudan müdahil olmayı hedefleyen bu tombul kitle koşullu desteği karşılığında hem sağ ve sol “uçları” kendine göre yoğurdu hem de dolaylı olarak arada geçirgenlik tesis etti (ve pekiştirdi).
Mesafeyi yeğleyenler de cılız değil – bilakis. Hatta bu kesimin daha ilginç hususiyetler serdettiği vurgulanmalı.
Öyle ki, son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde neredeyse 3 kişiden 1’i sandığa gitmezken, Parlamento seçimlerinde 2 kişiden 1’i oy vermeye yanaşmadı. 2017 seçimleriyle kıyaslandığında genel ve sarih bir artış saptandığından, bu büyüyen ilgisizlik-inkâr-ret temayülünde Sarı Yelekliler etmeninin de ağırlığı olduğu/olabileceği pekâlâ değerlendirilebilir.
Fransız düşünür Michel Onfray ülkesinde yaşanan sistemik tıkanmayı ve buna bağlı beliren meşruiyet sorununu açıkça “demokrasinin ölümü” olarak niteliyor örneğin.
Le Pen’in “kaybettiğinde kaybettiğine sevindiğini, böylelikle sorumluluk almaktan kurtulduğunu” savunan Onfray, Mélenchon için ise “seçimleri bir aptal avı olarak görüyor” diyor.
Oy kullanmayan, kullanmak istemeyenlerin Fransa’da en kalabalık ve birinci blok olduğunu paylaşan Onfray, siyasetçi sınıfının söz konusu davranışla yüzleşmekten kaçındığını ifade ediyor ki, kesinlikle haklılık payı var.
Doğrusu, bugün itibarıyla Fransa’nın en büyük hizbi boykotçular.
Temsili demokrasiden ve “partiler düzeni”nden umudunu kesen, sesinin sandık vasıtasıyla “duyulduğuna” değil “kesildiğine” kanaat getiren ve müesses isleyişle kendi açısından uzlaşı zemini kalmadığına inanan bu blok tam bir “kara kutu”.
“Kara kutu” diyorum zira bir şey yapıp yapmayacağı, bir şey yaptığı takdirde ne yapacağı-nasıl yapacağı meçhul. Dahası, en siyasetin en “uç” köşelerinden en “merkez” alanına kadar bütün bir siyaset alemini kuşatan ve “kaşıyan” cinsten bir kümelenme…
Merkez’in yıkımı veya egemenlikçiliğin merkezleşmesi
19 Haziran akşamında netleşen tabloya göre Parlamento seçimleri Cumhurbaşkanı Macron’un partisi (“Ensemble!” – “Birlikte!”) açısından tam bir hezimetle sonuçlandı ve Macron Parlamento çoğunluğunu kaybetti.
Mutlak çoğunluk için gerekli olan 289 sandalyeye ulaşamadığı gibi, Birlikte! listelerinden seçime katılan birçok Bakan seçilemeyerek istifa etti.
Jean-Luc Mélenchon’un “Başbakanlık” iddiası ete kemiğe bürünemedi ve fakat himayesindeki sol ittifak Parlamento’da “ana muhalefet” pozisyonuna erişti.
Bundan birkaç ay öncesine kadar “kadavra” muamelesi gören, paramparça haldeki kadim Fransız solu artık (en azından şimdilik) birleşik bir cephe görünümüne kavuştu.
Genel seçimlerin en büyük çıkışını ise Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i yaptı. 2017 seçimlerinde yalnızca 8 sandalye kazanabilen Ulusal Birlik, 19 Haziran 2022 akşamı projeksiyonlarında 80-95 sandalye arasında verildi.
Böylece Fransa Parlamentosu tarihinde ilk defa milliyetçiler merkez-sağı aritmetik planda geçti.
Gerçek şu ki, Fransa’da merkez-sağ ve merkez-sol artık hiçbir maddi karşılığı olmayan kavramlar, bir nevi geçmişten hayaletler.
Fransız siyasetinde artık sadece dört kuvvet odağı var: Macron’un şahsında cisimleşen amorf-gri bir merkez, sol-egemenlikçilik, sağ-egemenlikçilik ve boykotçular.
Başka bir deyişle bugün Fransa’da egemenlikçilik, sağ ve sol sürümleriyle, ana akım hüviyetindedir.
Sarı Yelekliler hareketi, kendi ismiyle değil belki ama üretilmesine doğrudan katkı sunduğu siyasal dinamikler demetiyle Cumhurbaşkanı’nın elini kolunu önümüzdeki 5 yıl için bağladı.
Bu yönüyle Sarı Yelekliler’in “Jüpiter” lakaplı Macron’un bileğini sokakta olmasa da sandıkta büktüğü kesinlikle öne sürülebilir.
Bundan sonra ne olacak?
Azınlık hükûmeti ve Parlamento’daki dördüncü oluşum olan merkez-sağ “Cumhuriyetçiler”le bir “hükûmet paktı” Macron’un önündeki ilk iki alternatif. Ne var ki her ikisi de “ölü doğması” kuvvetle muhtemel alternatifler.
Bir diğer senaryo, Macron’un Parlamento’yu feshetmesi ki bu, içereceği “kibir” ve “halk iradesine saygısızlık” sinyalleri ışığında bir siyasal intihara dahi evrilebilir.
Parlamento seçimlerinin tekrarlanması halinde Macron bu defa bir azınlık hükûmeti dahi kuramayacak seviyelere düşebilir ve bir rakibini Başbakanlık koltuğuna davet etmeye mecbur kalabilir.
Nesnel veriler, Fransa’da bir siyasal-kurumsal (ve hatta sistemsel) kriz yaşandığını mühürlüyor.
Charles De Gaulle’un isteği uyarınca “uzun vadeli bir istikrar aracı” olması gayesiyle tasarlanan Beşinci Cumhuriyet’in mekaniği bozulmuşa benziyor.
Beşinci Cumhuriyet yıllarca “merkez” siyasetin kayırılmasına yaradı.
Oysa bugün bizzat “merkez” fikrinin – deyim yerindeyse – “patladığı” bir konjonktürde (ve bu konjonktür “geçici” bir karakterde seyredeceğe benzemiyor) söz konusu “rejim”in işlevselliğinin tartışmaya açılması kaçınılmaz.
Fransa’nın ufuktaki siyasal mimarisi ne olur, bunu zaman gösterecek.
Ancak öyle anlaşılıyor ki, bu gidişle Sarı Yelekliler’in ardında bıraktığı miras, gölge, iz – adına ne dersek diyelim – yeni “kurucu çekirdeğin” önemli bir parçasını vücuda getirecek.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 20 Haziran 2022’de yayımlanmıştır.