Son yıllarda seçim sonuçlarını belirleyen asıl aktörler, artık en yüksek sesle konuşanlar ya da en sadık seçmenler değil. Sandık sonucunu belirleyenler, kararını son anda veren, tercihinden daha kolay vazgeçebilen ve çoğu zaman oy tercihini “içine sinip sinmediğine” bakarak gerçekleştiren geçişken seçmenler. Bu seçmenlerin davranışlarını anlamadan, bugün siyasette yaşanan yön değişimlerini de, şaşırtıcı seçim sonuçlarını da anlamak mümkün değil.
Bu noktada dikkat çekici olan, seçim sonuçlarını belirleyen bu “kritik” seçmenlerin çoğu zaman ayrıntılı politika değerlendirmelerinden çok, duygusal tepkiler üzerinden tercih yapması. Bir başka deyişle, bu seçmenler fikir değil, duygu değiştiriyor. Onlar için seçim, çoğu zaman “hangi öneri daha ikna edici” sorusundan ziyade, “hangisi daha güven veriyor, hangisi yakınlık hissettiriyor, hangisi rahatsız ediyor” gibi sorular etrafında oluşuyor.
Peki duygular, bugün seçmen tercihlerinde neden bu kadar merkezi bir rol üstleniyor? Siyasal tercihler nasıl olup da, kanıtlardan çok anlatılara, programlardan, politika içeriklerinden çok duygusal çağrışımlara yaslanabiliyor?
Siyaset ve duygular
Siyaset bilimi uzun süre, seçmeni soğukkanlı çıkar hesapları yapan, eksiksiz bilgiye eriştiğinde “en mantıklı” tercihi yapacağı varsayılan bir aktör olarak ele aldı. Oy verme davranışı da genellikle, sınıfsal konum, ekonomik beklentiler ya da ideolojik yakınlıklar üzerinden açıklanmaya çalışıldı. Bu çerçevede duygusallık veya dürtüsellik ya tali görüldü ya da irrasyonel sapmalar olarak değerlendirildi.
Oysa bugün gelinen noktada, seçmen davranışlarını anlamaya çalışan hiç kimsenin duyguları paranteze alarak ilerlemesi mümkün değil. Artık biliyoruz ki siyasal tercihler, yalnızca ne düşündüğümüzle değil, ne hissettiğimizle şekilleniyor.
Bu farkındalık, aslında bir anda ortaya çıkmış değil. Aksine, kökleri oldukça eskiye dayanıyor. Eflatun’dan Aristoteles’e uzanan klasik düşüncede, insan, siyasal olduğu kadar duygusal bir varlık olarak ele alınıyordu. Ne var ki 19. yüzyıla damga vuran sınıf temelli yaklaşımlar yahut 20. yüzyılda adeta bir devrim etkisi yaratan davranışçı ekol gibi güçlü yönelimler, siyaset çalışmalarında duyguların uzun süre tali bir konuma itilmesine yol açtı.
Nitekim, İkinci Dünya Savaşı sonrası yükselen demokratikleşme çalışmalarında da, demokratik siyasetin inşası için soğukkanlı, ölçülü, duygudan arındırılmış bir kamusal alan tahayyülü baskın hale geldi. Duygular, manipülasyona açık, tehlikeli ve hatta demokratik muhakemeyi zayıflatan unsurlar olarak görüldü.[1]
Ne var ki, toplumsal ve siyasal gerçeklik bu varsayımlarla uyumlu ilerlemedi. 1970’lerden itibaren sosyal sınıfların seçmen davranışı üzerindeki belirleyiciliğina dair inanç zayıflamaya başladı.[2] Sınıf ile oy tercihi arasındaki bağlar gevşedikçe, bireylerin siyasal kararlarında “kişisel faillik” (personal agency) olgusunun etkisine daha fazla alan açılmış oldu. Paralel biçimde, din ve cemaat gibi geleneksel aiditiyetlerin yönlendirici gücü de zaman içinde azaldıkça, seçmenler siyasal dünyada yön bulmak için başka referanslara ihtiyaç duymaya başladılar.[3]
Belirsizlik çağı ve dürtüselleşen seçmen
Literatürde sıklıkla “belirsizlik çağı” olarak anılan 2000’li yıllarla birlikte, seçmenin siyasal dünyayla kurduğu ilişki sessiz ama köklü bir değişim geçirdi. Bu dönemde, siyasal, ekonomik ve toplumsal riskler çoğaldı ve öngörülebilirlik zayıfladı. Dijital teknolojilerin gündelik hayata yerleşmesi, siyasal bilgiyi sabit ve hiyerarşik bir yapı olmaktan çıkararak sürekli akan, parçalı ve çoğu zaman çelişkili bir hale getirdi. Bilgi arttıkça, kesinlik azaldı.
Sosyolog Beck ve Beck-Gernsheim’in işaret ettiği gibi, bireylerin siyasal yaşamlarına yön veren tarihsel modellerin çözülmesi, yalnızca yön kaybı değil, aynı zamanda derin bir ontolojik güvensizlik yarattı.[4] Böyle olunca, seçmen için “neyin doğru olduğu” sorusu kadar, hatta ondan da fazla, “neyin anlamlı hissettirdiği” sorusu belirleyici hale geldi. Birbirine rakip anlatıların aynı anda dolaşıma girdiği bu dünyada, karar vermek, doğrular arasında yapılan bir karşılaştırmadan çok, belirsizlik karşısında dürtüsel bir yön bulma çabasına dönüştü.
2000’li yıllarda popülizmin yükselişi hem siyasetteki bu belirsizlik ve dürtüsellik dalgasının bir sonucu oldu, hem de kendisi bu dalgayı bizzat büyüttü. Siyasetin giderek daha kişiselleşmiş bir hal alması, liderlerle seçmenler arasında kurulan duygusal bağları siyasal rekabetin merkezine taşıdı. Liderlerin “yakınlık” hissi yaratma kapasitesi, seçmenin siyasal katılımını ve sadakatini belirleyen temel unsurlardan biri haline geldi. Gözyaşı, öfke, coşku, mağduriyet ya da meydan okuma şeklinde performe edilen duygular, programatik vaatlerden daha güçlü mobilizasyon araçları olarak işlev görmeye başladı.
Duygusal rasyonalite
Bugün geldiğimiz noktada, duyguların karar alma süreçlerinin ayrılmaz bir parçası olduğu açıkça görülüyor. Keza, duygu ile rasyonalite arasında keskin bir karşıtlık kurmak da giderek daha sorunlu hale geliyor. Artık görüyoruz ki, duygular, rasyonel muhakemenin alternatifi değil, onun taşıyıcısıdır. Yani evet, insan rasyoneldir, ve bilgisi dahilinde, çıkarlarını maksimize edecek seçeneğe yönelir. Fakat bu bilgiler çoğu zaman mantıktan değil, duygulardan gelir. Nitekim, özellikle politik psikoloji alanındaki çalışmalarıyla bilinen siyaset bilimci Mercer’e göre, duygular ile inançlar birbirinden ayrılamaz. Bir başka deyişle, hissetmek, inanmaktır, çünkü zihnimizde duyguları birer kanıt olarak kullanırız.[5]
Bu çerçeveden bakıldığında, son yıllarda seçmen davranışlarında gözlenen duygusal yönelimi, irrasyonel bir sapma değil; belirsizliğin kalıcı hale geldiği bir dünyada yön bulma çabasının bir parçası olarak okumak gerekir. Nitekim bu dinamik, farklı coğrafyalarda benzer biçimlerde karşımıza çıkıyor. Son yıllarda sıklıkla görüyoruz ki duygular, bilhassa geçişken seçmen gruplarını etkilemek suretiyle, siyasi tablonun kimin lehine şekilleneceğini belirliyor.
Bu örneklerden biri Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleşen 2020 seçimleriydi. Seçim sonrasında yayılan “çalınmış seçim” (rigged elections) anlatısı, yetkililerin karşı yöndeki ayrıntılı hukuki ve teknik açıklamalarına rağmen, milyonlarca seçmen için ikna edici olmaya devam etti. Bu durum, yanlış bilginin gücünden çok, seçmenin mevcut kaygılarını, öfkesini ve dışlanmışlık hissini teyit eden bir anlatının “duygusal olarak inandırıcı” olabileceğini gösterdi. Benzer biçimde, Brezilya’da Bolsonaro’nun seçim sürecinde sürekli yeniden ürettiği, Yüksek Seçim Mahkemesi’nin seçim sonuçlarını gizlice değiştirebileceği ve medya ve mahkemelerin kendisine bir komplo kurduğu yönündeki söylemleri, kanıta dayalı bir ikna değilse de, bir “duygusal rahatlama aracı” olarak işlev gördü ve Bolsonaro’nun seçmeniyle olan bağını konsolide etmesinde etkili oldu.
Avrupa’da da tablo farklı değil. Son on yılda, bilhassa Suriye iç savaşının yarattığı göç dalgası sonrasında Avrupa’da göç, güvenlik ve kültürel çözülme gibi konuları merkeze alan siyasi kampanyalar arttı. Bu dönemde seçmenlerin önemli bir kısmı somut politika paketlerinden ziyade, korku ve kaygı duygularını tetikleyen liderlere yöneldi. Bu örneklerde, seçmen davranışını belirleyen şey, göçmenlere ve sığınmacılara yönelik “hangi önerinin daha uygulanabilir olduğu” sorusu değil, “kim benim hissettiğim tehdidi ciddiye alıyor” sorusu oldu.
Geçişken seçmenlerin duygusal profili
Şüphesiz, duygu siyaseti, seçmen davranışını herkeste aynı ölçüde dönüştürmüyor. Duyguların en belirleyici hale geldiği grup, güçlü ideolojik aidiyetlere sahip olmayan, nihai kararını son anda veren geçişken seçmenler. Ve bugün sandığın kaderini belirleyen de işte bu gruplar ve onların duygusal tepkileri.
Bu nedenle, bugün siyasal rekabetin merkezine yerleşen geçişken seçmenlerin ortak bazı duygusal özelliklerini anlamak kritik hale geliyor. Nitekim, geçtiğimiz aylarda Işık Üniversitesi Emotics Lab çerçevesinde yürüttüğümüz geçişken seçmen araştırması da tam olarak bu ihtiyaca yanıt vermeyi hedefliyor.[6]
Araştırmamız, geçişken seçmenlerin duygu ve düşünce yapısına ışık tutan bazı bulgular ortaya koyuyor. Bunların başında şunlar geliyor: geçişken seçmenlerde entelektüel esneklik yüksek, ama analitik düşünce zayıf kalıyor; diğer yandan epistemik apati (öğrenme iştahsızlığı) belirsizliğe tahammülsüzlük ve komplocu düşünce eğilimi daha yüksek seyrediyor.
Bunlardan ilkiyle başlayacak olursak diyebiliriz ki, geçişken seçmenler, mevcut bilgi ve inançlarıyla çelişen yeni bir bilgiyle karşılaştıklarında, bu bilgileri gözden geçirme esnekliği gösterebiliyor yani mevcut inançlarına “yapışmıyor”. Bu anlamda, diğer gruplara göre daha fazla entelektüel alçakgönüllülük sergiliyorlar. Bu da siyasal pozisyonlarını değiştirmeyi onlar için daha az maliyetli kılıyor.
Diğer yandan, akıl yürütme biçimleri daha dürtüsel özellikler gösteriyor. Örneğin, “Bir yarışta ikinciyi geçen kaçıncı olur?” gibi analitik düşünme yatkınlığını ölçen sorulara verdikleri yanıtlar, bu bireylerin sorunlarla karşılaştığında sezgisel tepkiler verme eğiliminde olduğunu ortaya koyuyor.
Benzer biçimde, belirsizliğe tahammülü ölçen sorular geçişken seçmenlerin karmaşık görünen olgulara netlik kazandırma konusunda daha sabırsız olduğunu; belirsizlik içinde kalmaktansa hızlı bir açıklamaya tutunma eğiliminde olduklarını gösteriyor.
Aynı eğilim, öğrenmeye yönelik isteksizliği değerlendiren epistemik apati endeksinde de kendini hissettiriyor. Bulgularımız, bu seçmen grubunda yeni bir konuyu kavramak için çaba harcama motivasyonunun daha düşük olduğunu gösteriyor ve bu gruptaki bireylerin az emekle ve hızlı edinilen bilgileri tercih edip, seçimlerini bu tür bilgilere dayanarak gerçekleştirdiklerini ortaya koyuyor.
Nihayet bu tabloyu tamamlayan bir diğer unsur ise, komplo anlatılarına yatkınlığın bu grupta daha yüksek olması. Araştırmamıza katılan geçişken seçmenler komplo anlatılarını, belirsizliği hızla kapatan, kaygıyı yatıştıran ve karar verme yükünü hafifleten pratik bir zihinsel “kestirme yol” olarak benimsiyor. Bir başka deyişle, bu seçmenler için komplo anlatıları, gerçeği açıklamaktan çok, belirsizlik karşısında duygusal bir denge ya da rahatlama sağlıyor. Siyasal tercihleri de bu duygusal rahatlama ihtiyacı üzerinden şekilleniyor.
Tüm bu bulgular birlikte okunduğunda, esneklik ile kırılganlığın, alçakgönüllülük ile dürtüselliğin, sonuca varma isteği ile öğrenme iştahsızlığının bu grupta yan yana ilerlediği görülüyor. Tam da bu nedenle, geçişken seçmen davranışı, hem siyasal değişimin motoru hem de duygusal manipülasyona en açık zeminlerden biri haline geliyor.
Gerçeği aramak yerine rahatlamak
Bugün siyasette belirleyici olan, seçmenin ne kadar bildiği değil; belirsizlik karşısında nasıl hissettiğidir. Belirsizlik çağında seçmen, gerçeği aramaktan çok rahatlamayı seçiyor. Bu da siyaseti ikna yarışından çok bir duygu yönetimi alanına dönüştürüyor. Hissetmek, inanmak olduğunda, seçimler doğrularla değil, hangi duygunun daha ikna edici olduğuyla kazanılıyor. Nitekim, seçmen kararını bilgiyle değil, tersine, düşünmekten yıldığı noktada veriyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 29 Aralık 2025’te yayımlanmıştır.
[1] Callan, E. 1997. Creating Citizens: Political Education and Liberal Democracy, Oxford Political Theory ed., Miller D & Ryan A, Oxford UK, Clarendon, pg. 262;
Holmes, S. 1995. Passions and Constraint: On the Theory of Liberal Democracy. Chicago: Univ. Chicago Press. Pg. 337.
[2] Manning, N & Holmes, M. 2014. “Political Emotions: A Role for Feelings of Affinity in Citizens’ (Dis)Engagements with Electoral Politics?,” Sociology, 48:4, 698-714.
[3] Giddens, A. 1990. Consequences of Modernity. Cambridge: Polity Press.
[4] Beck, U & Beck-Gernsheim, E. 2001. Individualization: Institutionalized Individualism and its Social and Political. London: Sage.
[5] Mercer, J. 2010. “Emotional Beliefs,” International Organization, 64:1, 1-31.
[6] Aykut Öztürk ve Uğur Özdemir ile yürüttüğümüz araştırma, 5000 katılımcı ile gerçekleştirilen çevirimiçi anketlere dayanmaktadır. Araştırmamızda “geçişken” olarak tanımlanan seçmenler son iki seçimde farklı partilere oy vermiş veya yakın gelecekte gerçekleşmesi olası bir seçim senaryosunda kendini iktidar ve muhalif adaylara eşit mesafede konumlandıran seçmenleri kapsamaktadır.



