Fikir dünyası COVID-19 sonrası dünyada değişen dengeleri irdelemeyi sürüyor. Pandemi sonrası ABD-Çin rekabetinin seyri en gözde konulardan biri. Rekabetin teknoloji ayağına ilişkin makaleler de bir hayli arttı. Batı dünyasında yayınlanan makalelerin büyük bölümünde ABD’nin teknolojinin belli alanlarında üstünlüğü Çin’e kaptırdığı görüşü hakim. Christopher Darby ve Sarah Sewall, Foreign Affairs’de yayınlanan makalelerinde bu alanları 5G, mikroelektronik, biyoteknoloji, yapay zeka ve kuantum bilişim olarak sıralıyor. Her ikisi de ABD’nin güvenlik zümresine hizmet eden yatırım firması IQT’nin üst düzey yöneticilerin olan Darby ve Sewall’e göre, bu kaymaya ABD’de teknoloji ve inovasyon geliştirme çalışmalarının devlet tarafından özel sektöre bırakılması yol açtı. İki yazara göre, Çin üstünlük elde ettiği teknolojileri insanlık yararına da kötü amaçlar için de kullanabilir. Yazıdan bölümler aktarıyoruz:
Askerî bakış açısıyla teknolojik üstünlük elde edilmez
“ABD, Soğuk Savaş’ın ilk günlerinden beri teknolojide dünyaya liderlik etmişti. ‘Amerikan Yüzyılı’ boyunca ülke uzayı fethetti, internete öncülük etti ve dünyaya iPhone’u sundu. Ancak son yıllarda Çin, robot teknolojisine, yapay zekaya, mikroelektroniğe, yeşil enerjiye ve çok daha fazlasına yüz milyarlarca dolar yatırarak teknolojik liderliği ele geçirmek için etkileyici bir çaba içine girdi. Washington, Pekin’in muazzam teknoloji yatırımlarını öncelikli olarak askerî açıdan görme eğilimliydi ama savunma kabiliyetleri bugünkü büyük güç rekabetinin sadece bir yönünü (…) oluşturuyordu.
Pekin, teknolojik inovasyonu savaşa girişmeden amaçları yolunda ilerlemesini sağlama yolunda kullanarak daha karmaşık bir oyun oynuyor. Çinli şirketler, Çin’in gücünü artırma adına 5G kablosuz altyapısını tüm dünyaya satıyor, gıda tedarikini güçlendirmek için sentetik biyolojiden yararlanıyor, daha küçük ama daha hızlı mikroçipler geliştirmek için yarışıyor.
Çin’in teknolojik hamlesi karşısında Amerikalı siyasetçiler ABD’nin liderliğini korumak için hükümetin daha fazla eyleme geçmesi çağrısında bulundular. Dile getirilen talepler çoğunlukla mantıklı: Ar-Ge harcamalarını artırın, vize sınırlamalarını gevşetin, yerli yeteneklerin sayısını artırın ve yerli sanayi ile yurtdışındaki müttefiklerle yeni ortaklıklar geliştirin. Ancak ABD’nin asıl sorunu çok daha derinde: Hangi teknolojilerin önemli olduğu ve bunların nasıl geliştirileceği konusunda yaklaşımlar kusurlu. Ulusal güvenlik yeni boyutlar kazandıkça ve büyük güç rekabeti farklı alanlara girdikçe, hükümetin düşünce ve politikaları aynı hızda değişmiyor. Özel sektör ise ülkenin güvenliğinin ihtiyaç duyduğu her teknolojiyi tek başına karşılayamaz.
Böyle bir ortamda Washington’ın ufkunu genişletmesi ve geniş bir yelpazedeki teknolojileri desteklemesi gerekiyor. Hipersonik seyir, kuantum bilişim ve yapay zeka gibi sadece açık askerî uygulamaları bulunan teknolojileri değil, mikroelektronik ve biyoteknoloji gibi doğası gereği geleneksel olarak sivil olduğu düşünülen teknolojileri de desteklemeli. Washington, ayrıca özel sektörün yapmayacağı mali adımlar atarak, askerî olmayan teknolojilerin ticari başarı kazanmasına da yardımcı olmalı.”
Özel sektör önce kârlılık arar
ABD hükümetinin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1990’lı yıllara kadar cömert Ar-Ge bütçeleriyle ve NASA gibi kuruluşları aracılığıyla ülkede bilimsel araştırma ve teknoloji geliştirmenin öncüsü olduğunu, son otuz yılda ise bu rolü özel sektörden beklediğini belirten Darby ve Sewall, bu yaklaşımın darboğazlarını şöyle özetliyor:
“Bugün inovasyona yol açan Ar-Ge çalışmalarının önemli bir kısmı küçük şirketlerde değil, girişim sermaye şirketlerinin desteklediği daha yüksek riski göze alabilen start-up şirketlerinin laboratuvarlarında geliştiriyor. 1970’lerde ortaya çıkan girişim sermayesi şirketleri Apple ve Microsoft gibi başarı öykülerini beraberinde getirmişti. Ancak bu tür şirketlerin yatırımları 1990’lara (…) kadar şaha kalkmadı. Ar-Ge’nin taşeronlaşmasının ilk adımı devlete ait laboratuvarlardan büyük şirketlere doğruydu, ikinci aşamada ise büyük şirketlerden küçük start-up’lara yöneldi. Büyük şirketler kendi içlerinde Ar-Ge süreçlerine daha az vakit ayırıp (…) geleceği açık teknolojilere sahip (…) şirketleri satın almaya yöneldiler.
Girişim sermayesinin yükselişi muazzam servet yarattı ancak bu servet her zaman ABD’nin çıkarlarına hizmet etmiyordu. Girişim sermayesi şirketleri 10 yıllık süreçte çok büyük gelirler elde edip edemeyeceklerine göre karar verirler. Bu da onların mikroelektronik gibi kârlılığa on yıllar sonra ulaşılabilen sermaye yoğun sektörlerle daha az ilgilenmesine ve başlangıçta daha az sermaye gerektiren yazılım şirketlerine yönelmelerine yol açtı. Sorun şu ki, en çok girişim sermayesi çeken firmaların çoğu, ulusal güvenlik önceliklerini en az gözetenlerdir. Amerikalı girişim sermeyesi şirketi Accel, Angry Birds oyununu geliştiren Finlandiyalı video oyunu şirketi Rovio Entertainement’a erkenden yatırım yaparak turnayı gözünden vurdu ama bunun ABD çıkarlarıyla hiçbir ilgisi yoktu.”
Çin büyük pazarıyla kendine yatırım çekiyor
“Küreselleşme aynı zamanda şirketler ve hükümetin arasını açtı. Amerikan pazarı, özellikle güçlü bir cazibeye sahip devasa Çin tüketici pazarı karşısında uluslararası alanda daha az baskın görünmeye başladı. Şirketler artık eylemlerinin ABD dışındaki müşterilere nasıl görüneceğini de düşünmek zorunda… Örneğin FBI için iPhone’ların kilidini açmayı reddeden Apple, muhtemelen uluslararası alanda marka imajını güçlendiren bir karar almış oldu.
İnovasyonun kendisi de ulusal güvenlik teknolojisine ilişkin geleneksel algıyı yok ederek işleri daha da karıştırdı. Teknoloji giderek daha fazla “Çift kullanımlı” hale geliyor, yani hem askerî hem de sivil sektörde kullanılabiliyor. Bu da yeni zafiyetlere, örneğin mikroelektronik tedarik zincirliği ve telekomünikasyon ağlarının güvenliği gibi yeni kırılganlıklara yol açıyor. (…) Sonuçta özel sektörle devletin çıkarları her zamankinden daha fazla ayrışmış durumda…
Çin 2025’te ABD’yi ikinci sıraya itebilir
(…) Çin, geçen 20 yılda teknoloji çalan veya taklit eden bir ülke olmaktan çıkıp teknolojiyi ileriye götüren hatta öncülüğünü yapan ülke konumuna geldi. Bu gelişme kazara değil, devletin bilinçli uzun vadeli vizyonunun bir sonucu: Çin, 2000’li yıllarda yüzde 5’in altındaki küresel teknoloji yatırımlarını 2020’de yüzde 23’ün üzerine çıkararak Ar-Ge’ye muazzam yatırım yaptı. Mevcut eğilim sürerse Çin 2025 yılında bu alandaki yatırımlarda ABD’yi geride bırakacak.
Çin’in planının merkezinde, “ordu-toplum kaynaşması” olarak adlandırılan özel sektörle savunma sanayi arasında işbirliğini güvence altına alınması stratejisi yer alıyor. Devlet (…) askerî kurumların, kamu iktisadi teşekkülleri, özel şirketler ve girişimlerin çabalarını destekliyor. Destek bazen araştırma hibeleri, bazen veri paylaşımı, bazen kredi veya eğitim programı şeklinde gelebiliyor. Bazen de sadece arazi veya ofis sağlamak gibi basit teşvikler veriliyor. Buna karşılık devlet inovasyona adanmış yepyeni kentler de yaratabiliyor.
Çin’in 5G teknolojisine yatırımı sürecin uygulamada nasıl ilerlediğini gösteriyor. 5G ekipmanları bir ülkenin cep telefonu ağının altyapısının belkemiğini oluşturuyor ve Finlandiyalı ve Koreli rakiplerine göre yüksek kaliteli ve düşük fiyatlı ürünler sunan Çinli şirket Huawei, bu ekipmanların üretimi ve satışında dünya lideri oldu. Wall Street Journal’ın hesaplamalarına göre vergi indirimi, hibe, kredi ve arazi indirimleri olarak yaklaşık 75 milyar dolarlık muazzam devlet desteği şirkete boca edildi. Huawei aynı zamanda altyapı yatırımlarına, ülkelere ve Çinli şirketlere cömert yardımlar sağlayan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’nden de yararlanıyor.
Veriye erişim Çinli yapay zeka şirketlerini ateşledi ama…
Yapay zekaya yapılan devasa devlet yatırımları da meyvesini verdi. Çinli araştırmacılar bu alanda Amerikalılardan daha fazla bilimsel makale yayınlıyor. Bu başarı kısmen sağlanan fonların sonucu ancak başka bir şey de büyük rol oynuyor: Devasa boyutlarda veriye erişim hakkı. Pekin kullanıcıları hakkında sonsuz bilgi toplayan güçlü şirketlerin yükselişini ateşledi (…) Yasa gereği söz konusu şirketler istihbarat amacıyla devletle işbirliği yapma zorunda. (…)
Toplanan bilgiler arasında Çin dışında yaşayan insanlara ilişkin bilgiler de giderek artıyor. Çinli şirketler yabancıların maddi durumları, arama geçmişi ve bulundukları yerler gibi özel bilgilerini toplayan küresel veri toplama ağları ördüler. (…) Bu türden bilgilerle takip ederek Çin hükümeti örneğin borç batağındaki bir Batılı bürokratı tespit edip (…) Pekin için casusluk yapmaya ikna edebilir.
Çin’in veri açlığı artık en kişisel bilgiye kadar uzanıyor: DNA’larımıza. Devlet destekli (…) Çinli genom dizileme şirketi BGI, COVID-19 pandemisi başladığından beri yurtdışında yabancı devletlere virüs testi yapmasında yardımcı olmak için 50 yeni laboratuvarın temelini attı. Çin’in söz konusu laboratuvarları inşa etmek için meşru nedenleri var ama azınlıkları izleyebilmek için Tibetli ve Uygurlardan zorla DNA toplamak gibi kötü bir sabıkası da var. Çin’in ulusal genom verileri kütüphanesini de işlettiği göz önünde tutulursa, BGI’nin yaptığı testler aracılığıyla yabancıların biyolojik verilerinin de bu havuza düşmesi mümkün.
Biyoteknolojiye bunca ilgi neden?
Gerçekten de Çin, ABD’yi henüz yakalamamış olsa da, biyoteknolojiye büyük ilgi gösteriyor. Muazzam bilgi işlem gücü ve yapay zekanın desteğiyle biyoteknolojinin beraberinde getireceği yenilikler, hastalıktan açlığa, enerji üretiminden iklim değişikliğine kadar insanlığın en büyük sorunlarına deva olabilir. Araştırmacılar, hastalıklara dirençli buğdaydan bakterilerin DNA’daki videoların kodunu çözebilmelerine ve veri saklamanın düşük maliyetli bir yöntemini geliştirmeye kadar kendilerine pek çok konuda yardımcı olan CRISPR gen düzenleme aracında ustalaştılar. Sentetik biyoloji uzmanları petro-kimyasallar yerine genetiğiyle oynanmış mikroorganizmalardan naylon üretmenin yeni bir yolunu icat ettiler. Yaklaşan biyoteknoloji devriminin ekonomiye getirdikleri afallatıcı boyutlarda olabilir. McKinsey Küresel Enstitüsü, biyoteknolojinin çok sayıdaki olası uygulamasının yaratacağı değerinin gelecek 10-20 yılda 4 trilyon dolara ulaşacağını tahmin ediyor.
Öte yandan tüm güçlü teknolojiler gibi biyoteknolojinin de karanlık bir yanı var. Örneğin bazı kötü niyetli aktörlerin belirli bir etnik grubu hedef alan biyolojik bir silah üretmesi olanaksız değil. (…) Biyoteknolojinin gelişimine liderlik eden ülke, kullanımıyla ilgili kaide ve standartlara temelden şekil verecektir. Bu ülke Çin olursa kaygılanmak için haklı sebepler de var. Çinli bilim adamı He Jiankui, 2018’de ikiz bebeklerin DNA’sını genetik olarak tasarlayarak uluslararası tepkiye yol açmıştı. Pekin, onun kanunlara aykırı hareket eden bir araştırmacı olduğunu söyledi ve cezalandırdı. Yine de insan haklarını küçümserken teknolojik üstünlük arayışı içinde olduğu göz önünde tutulursa Çin’in biyolojik etik konusunda gevşek, hatta tehlikeli bir yaklaşımı benimsemesi olasıdır.
Büyük düşünmek gerek
Washington, Çin’in teknolojik ilerlemesine bu ülkenin savunma kabiliyetlerine katkıda bulunacağından kaygılanarak askerî açıdan baktı. Ancak sorun çok daha kapsamlı. Çin’in teknolojik üstünlük arayışı sadece savaş alanında avantaj elde etmeye çalışmıyor, savaş alanının kendisini değiştirmeye çalışıyor.
5G, yapay zeka, kuantum bilişim ve biyoteknoloji gibi ticari teknolojilerin askerî alanda uygulamalarının olacağına kuşku yok. Çin, tek bir el ateş etmeye gerek kalmayacağı büyük güç rekabetinin yaşandığı bir dünya öngörüyor. Teknolojik üstünlük, başkalarının bağlı olduğu sivil altyapıya hükmetme yeteneği vaat ediyor ve muazzam bir nüfuz sağlıyor. Bu, Pekin’in yüksek teknolojili sivil altyapı ihracatına verdiği desteğin arkasındaki temel motivasyondur. Çin’in sistemlerini satın alan ülkeler, yalnızca elektrik şebekeleri, sağlık hizmetleri teknolojisi veya çevrimiçi ödeme sistemleri aldıklarını düşünebilirler ancak gerçekte, kritik ulusal altyapıyı ve vatandaşların verilerini Pekin’in eline veriyor olabilirler. Bu tür ihracat ürünleri, Çin’in Truva Atı’dır.
Jeopolitik yarışın değişen doğasına rağmen ABD halen güvenliği geleneksel savunma kabiliyetleri olarak tanımlama eğilimli. Mikroelektroniği düşünün; sadece bir dizi ticari üründe değil, uçaktan savaş gemisine neredeyse tüm büyük savunma sistemlerinde çok önemli bileşendir. Yapay zekadaki ilerlemelere güç verdiği için ABD’nin gelecekteki ekonomik rekabet gücünü de etkileyecektir. Yine de mikroelektroniğe yatırımlar ihmal edildi. Ne özel sektör ne de devlet inovasyonu yeterince finanse ediyor. Özel sektör büyük sermaye gereksinimi ve uzun vadeli bakmak gerektiğinden, devlet ise inovasyon yerine mevcut tedarike odaklandığı için bu yatırımları yapmıyor. Çin bu alanda ABD’yi yakalamakta zorlansa da mikroelektronik değer zincirinde tepeye tırmanması an meselesi…
ABD’nin aşırı dar güvenlik ve inovasyon anlayışının bir başka kaybı da 5G teknolojisidir. Bu pazarın hakimi olarak Çin, jeopolitik amaçlara hizmet edebilecek küresel bir telekomünikasyon ağı kurdu. Korkulardan biri, Pekin’in 5G ağlarında akan verilerden yararlanmasıdır. Bir diğeri, Çin’in bir kriz anında rakiplerinin iletişim ağlarını sabote etme veya bozma olasılığı. Amerikalı siyasetçilerin çoğu Çin’in 5G altyapısının yarattığı tehdidi tahmin edemedi. Washington ancak 2019’da Huawei hakkında alarma geçti ama o zamana kadar yapabileceği çok az şey vardı. ABD’li şirketler hiçbir zaman uçtan uca bir kablosuz ağ sunmamışlardı, bunun yerine el cihazları ve yönlendiriciler gibi tek tek bileşenlerin üretimine odaklanmışlardı. Huawei ve birkaç başka şirketin sunduğu gibi uçtan uca bir 5G sistemi oluşturmak için gerekli olan ağ cihazları üzerinden sinyal göndermek için kendi telsiz erişim ağını da geliştirmemişti. Sonuç olarak ABD kendisini absürt bir durumda buldu: Yerine çekici bir seçenek sunmadan Huawei’nin 5G teknolojisini benimsemesi halinde onlarla istihbarat iş birliğini sona erdirmekle tehdit etti.
Dijital altyapı belki bugünün bir mücadelesi ancak bir sonraki savaş biyoteknoloji üzerine olacak. Maalesef ABD hükümeti bu konuyu da öncelikleri arasında görmüyor. Savunma Bakanlığı anlaşılır biçimde bu konuya çok az ilgi gösteriyor. ABD’nin pek çok ülke gibi biyolojik silahların yasaklanması anlaşmasını imzalamış olması bunu kısmen açıklıyor. Yine de biyoteknolojinin, imalatın değişiminden askerlerin sağlığının iyileştirilmesine kadar Pentagon için başka etkileri de var. Daha da önemlisi, ulusal çıkarların herhangi bir kapsamlı değerlendirmesi, biyoteknolojinin etik, ekonomi, sağlık ve gezegenin kurtulması etkilerini görmelidir.”
Bu yazı ilk kez 25 Şubat 2021’de yayımlanmıştır.