7 Ekim 2023’ten bu yana geçen süre boyunca, Gazze’de yaşanan insani dramın yanı sıra bölgenin iki önemli gücü İran ve İsrail arasındaki karşılıklı saldırılara da sahne oldu. Peki, bu gelişmeler, bölge dinamikleri açısından ne anlama geliyor?
Londra Ekonomi ve Siyaset Bilimi Okulu Ortadoğu Merkezi’nde misafir araştırmacı olan Arash Reisinezhad, Foreign Policy internet sitesinde yayımlanan yazısında, söz konusu gerilimin hâlihazırda kendini gösteren yedi önemli sonucunu ve bunların bölgedeki güç dinamiklerine etkisini anlatıyor.
Yazının bazı bölümlerini aktarıyoruz:
“İran’ın 1 Ekim’de İsrail topraklarına düzenlediği ikinci füze saldırısı, iki bölgesel güç arasında süregelen çatışmada önemli bir tırmanışa işaret etti. Temmuz ayında Tahran’da Hamas lideri İsmail Haniye’nin, daha sonra Beyrut’ta Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ve İslam Devrim Muhafızları Ordusu’ndan General Abbas Nilforoushan’ın İsrail tarafından öldürülmesinin ardından İran, ezeli düşmanına karşı açık ve doğrudan bir saldırı başlattı. İran-İsrail çatışması artık tüm Ortadoğu’yu tam bir bölgesel savaşın eşiğine getirme riski taşıyor.
Bu savaş gerçekleşse de gerçekleşmese de saldırılar, çatışmanın çok ötesinde bir yeni bölgesel güç denklemini ortaya çıkardı. İran-İsrail çatışmasının yedi kapsamlı stratejik sonucu görünür hale geldi.
İran’ın strateji değişikliği
İlk olarak İran’ın ulusal güvenlik ve askeri stratejisinin temeli, kademeli olarak bölgedeki devlet dışı askeri müttefiklere bağımlılıktan yeni bir caydırıcılık biçimine doğru kayıyor. Bu ciddi dönüşüm, İran’ın askeri organizasyonundaki kilit isimlerin değişiminden izlenebilir: İran’ın bölgedeki sınır dışı askeri operasyonundan sorumlu olan Devrim Muhafızları Kudüs Gücü’nün eski komutanı General Kasım Süleymani’den hava kuvvetleri komutanı General Emir Ali Hacızade’ye… Bu değişim, Hamas ve Hizbullah gibi devlet dışı müttefikler tarafından dolaylı çatışmaya öncelik veren İran’ın gri bölge stratejisinin artık tamamlayıcı bir yaklaşım haline geldiğini gösteriyor.
Misilleme eylemleri
İkincisi, İran da artık ‘stratejik sabır’ tutumunu terk etmiş durumda. Irak ile sekiz yıllık kanlı savaşın sona ermesinden bu yana İran askeri liderleri, seçtikleri bir zamanda misilleme yapmaya dayalı gizli bir strateji benimsemişti. Bununla birlikte, İsrail’in İran topraklarında onlarca yıldır devam eden sabotajı, İran’ın ‘stratejik muğlaklığını’, misilleme eyleminin eksikliğiyle kendini gösteren pasif stratejik sabra indirgedi. İç politikada cesur kararlar alma konusundaki belirgin isteksizliğine rağmen İran, şimdi stratejik sabrını ikinci kez terk etti. Ülke içindeki etkili destekçilerin ve kamuoyunun yoğun baskısı sonrasında, misilleme konusundaki başarısızlığın stratejik bir dönüm noktası oluşturacağı sonucuna vardı.”
Caydırıcılık politikası
Yazar, üçüncü olarak, İran’ın caydırıcılık konusunda kamuoyunda fark edilebilir bir politika oluşturduğunu belirtiyor:
“Devrim Muhafızları’nın güçlü misillemesi, İran’ın İsrail’e zarar verici bir saldırı gerçekleştirme isteğini ve kabiliyetini sergilemiş oldu. Nisan ayındaki ilk saldırıda çoğu İran füzesi ve insansız hava aracı engellenmişken, ikinci füze saldırısı daha başarılıydı ve İsrail’in gelişmiş savunma sistemlerini etkisizleştirdi. İsrail’in dünyanın en iyi savunulan hava sahalarından birine sahip ve en gelişmiş füzesavar teknolojiyle donatılmış olmasına rağmen birkaç İran füzesi İsrail’deki önemli havaalanlarını vurmayı başardı. (…) Tahran şimdi askeri yeteneklerini geliştirme yönünde daha fazla çaba gösterebilir ki Sukhoi Su-35 savaş uçaklarını konuşlandırmak, Rus yapımı füze savunma sistemlerini satın almak ve Moskova ile askeri işbirliğini genişletmek de bu çabalara dahil olabilir.
Yeni kırmızı çizgiler
Dördüncüsü, İran’ın İsrail’e yönelik yeni kırmızı çizgisinin tanımlanması oldu. Tel Aviv, yaklaşık 15 yıldır Suriye’deki İran askeri üslerine yıkıcı saldırılar düzenliyor, hatta doğrudan İranlı üst düzey generalleri hedef alıyordu. Ancak İsrail’in Nisan ayı başında Şam’daki İran Konsolosluğu’nu bombalamasıyla kritik bir eşik aşıldı ve İran iki hafta sonra İsrail’e daha az gelişmiş füzeler ve insansız hava araçlarıyla karşılık verdi. Bu, İran’ın İsrail’e yönelik geleneksel kırmızı çizgilerinin geçilmesi anlamına geliyordu. İran’ın, Tahran’da Hamas ve Beyrut’ta Hizbullah liderlerine suikast da dahil olmak üzere İsrail’in devam eden eylemlerine yönelik misillemesi, caydırıcılık seviyesini yeniden tesis etmeyi amaçlıyordu. İran, sonraki hamlesiyle iki önemli kırmızı çizgiyi geçti: İsrail topraklarına kendi topraklarından saldırmak ve nükleer silahlı bir devleti hedef almak. İlginçtir ki İran 10 aydan kısa bir süre önce başka bir nükleer güç olan Pakistan topraklarına saldırmıştı. Tahran’ın mesajı açıktı: Kendi topraklarının kutsallığı, Levant’taki askeri üslerini İsrail hava saldırılarından tam olarak koruyamasa bile, hem hükümet hem de toplum için temel bir kırmızı çizgidir. İran-İsrail rekabetini sınırlayacak kesin bir kırmızı çizgi olmadığından, her iki taraf da muhtemelen misilleme saldırılarının devamı yoluyla çizgileri sınırları yeniden çizmeye çalışacaktır, özellikle de bu yılki ABD başkanlık seçimleri öncesinde.
İran’ın popülaritesini yeniden kazanması
Beşincisi, İran’ın Arap sokağındaki etkisinin artması. Son saldırıdan elde edilen yumuşak güç kazanımları, Tahran’a Müslüman dünyasında, Suriye’deki Esad rejimine verdiği sarsılmaz destekle zedelenen popülaritesini geri kazandırma potansiyeline sahip. Gazze’de Hamas ile savaştan bu yana İran’ın Filistinliler ve Arap toplulukları nezdindeki desteği belirgin şekilde arttı. Son İran Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Mesud Pezeşkiyan’ın zaferiyle birlikte Stratejik İşlerden Sorumlu Başkan Yardımcısı Muhammed Cevad Zarif ve Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi’nin önderlik ettiği güçlü bölgesel işbirliği niyeti, Tahran’la Basra Körfezi’ndeki Arap ülkeleri arasındaki gerginliği azaltabilir. Bununla birlikte İran hâlâ güçlü bir bölgesel inisiyatiften yoksun ve bu fırsattan tam olarak yararlanmada ve söz konusu etkiyi bölgesel güç düzenlemesinde somut değişimlere dönüştürmede zorluklarla karşılaşabilir.
Nükleer güç
Altıncısı, İsrail’in İran’a yönelik misilleme operasyonu, Tahran’ın nükleer politikasını kökten değiştirebilir. İran’da, özellikle de sertlik yanlısı kampta, ülkeye tam caydırıcılığını geri kazandırmak için stratejik bir araç olarak nükleer gücün peşinde koşulmasını savunan güçlü sesler var. Bu savunucular, İran’ın İsrail saldırganlığını caydırmak için en etkili aracın nükleer silahları tam olarak geliştirme yönündeki stratejik karar olacağı kanaatinde. Argümanın arkasındaki mantık, İran nükleer altyapısına yönelik olası bir İsrail misillemesinin ardından önemli bir ivme kazanabilir. (…) Batı’nın İran’ın tamamen silahsızlandırılmasına olan saplantısı ve İsrail’e Levant’ta ve hatta İran topraklarında İran’ın devlet dışı müttefiklerine baskı yapması için açık çek verilmesi, nükleer silahlı bir İran ile sonuçlanabilir.
Jeopolitik avantajlar
Yedinci olarak, bu ihtilaf teknolojik güç ile jeopolitik güç arasındaki bir çatışmayı vurguluyor. İran önemli jeopolitik avantajlardan yararlanırken; İsrail’in Aşil topuğu, Ürdün Nehri ile Akdeniz arasındaki küçük bir bölgeyle sınırlı olan jeopolitik kırılganlığı. Bu jeopolitik fark, İran’ın stratejilerini devlet dışı müttefikler ağı tarafından desteklenen gri bölge operasyonlarını tercih etmesi yönünde şekillendiriyor. İsrail ise teknolojik üstünlüğe dayanan ilk şok ve önleyici saldırı stratejisine güveniyor. Teknoloji askeri devrimlerde giderek daha önemli bir rol oynasa da, jeopolitik faktörler bölgesel rekabetlerin gidişatını şekillendirmedeki önemini koruyor. Teknoloji mevcut jeopolitik gerçekliklerin ağırlığını aşındırsa da asla tamamen silemez.”
Yazar, İran ile İsrail arasında tırmanan çatışmanın, ABD dış politikasında ‘Ortadoğu’nun sonu’ ile ilgili basit anlatılara da meydan okuduğunu vurguluyor: “Daha geniş çerçevede, Washington’ın Hint-Pasifik ve Avrupa-Atlantik bölgelerindeki büyük rekabetlerinin kaderi, Tahran’ın Moskova ve Pekin ile bağlarını güçlendirdiği Basra Körfezi-Levant eksenine kayıyor. Bu dinamik, Ortadoğu’daki jeopolitiği yeniden merkeze alıyor. İran-İsrail çatışması, bunun erken tezahürlerinden biri, ancak asla sonuncusu değil…”
Bu yazı ilk kez 23 Ekim 2024’te yayımlanmıştır.