Batı medyası, İsrail’in Filistin’e yönelik şiddetini örtbas eden bir perde işlevi görüyor. Onlarca yıldır devam eden çatışmalar sırasında, medyanın dili İsrail’in saldırgan eylemlerini ‘savunma’ çerçevesinde sunarken, bu anlatının ardındaki Batı desteği neredeyse görünmez kılınıyor. İlk bakışta bağımsız gibi gözüken haber kuruluşları, kamuoyunun gözünden kaçırılan bu işbirliğini perdeliyor ve İsrail’in Filistin’deki insan hakları ihlallerini “meşru savunma” adı altında normalleştiriyor.
Westminster Üniversitesi’nde medya ve iletişim profesörü olan Justin Schlosberg tarafından kaleme alınan ve Amerikan solunun en popüler dergisi Jacobin’in internet sitesinde yayımlanan yazıda Batı medyasının İsrail’e yönelik hafif eleştirilerle bir tür ahlaki denge kurma çabasına girişirken, kendi hükümetlerinin savaş suçlarına ortak oluşunu nasıl gizlediği anlatılıyor.
Yazıdan öne çıkan bölümleri aktarıyoruz:
“John Newsinger’ın A People’s History of the British Empire (Britanya İmparatorluğu Halklarının Tarihi) kitabına göre, İngiltere’yi Avrupa’daki diğer imparatorluk rakiplerine karşı öne geçiren şey, soykırımı taşeronlarına devretmesiydi. Kendi adına yapılan kitlesel katliamları kendisi doğrudan yapmayıp, araya mesafe koyarak, Britanya kendini daha insancıl bir imparatorluk olarak gösterebildi; hatta kendi himayesi altında bu vahşetleri gerçekleştiren rejimlerin acımasızlığını zaman zaman kamuoyunda eleştirdi.
Bu kabiliyet, propaganda açısından olağanüstü bir başarıydı ve geçtiğimiz yıl Filistin halkına yönelik vahşetlerin haberleştirilişinde de bu mirasın izlerini görmek mümkün. Tıpkı, işlediği suçları elemanlarının üzerine yıkarak temiz bir imaj yaratmaya çalışan bir mafya patronu gibi, ABD ve İngiltere hükümetleri de İsrail’in askeri gücüne sağladıkları finansal desteği hafif eleştiriler ve boş “itidal” çağrılarıyla gizlemeye çalışıyorlar. Ana akım medya ise bu oyuna büyük ölçüde ayak uyduruyor.
Anlatıyı şekillendirmek
Elbette mesele oldukça karmaşık. İlk bakışta, son bir yılda Gazze’ye dair haberler, İsrail’in resmi söylemiyle birebir örtüşmüyor. Örneğin, açıkça beyaz bayrak taşıdığı görülen bir adamı İsrail askerlerinin vurup öldürdüğünü gösteren İngiliz ITV’nin şok edici görüntüleri, İsrail’in inkâr ve çarpıtma çabalarına ters düşmüştü. Öte yandan BBC de Rishi Sunak hükümetinin, Gazze’ye destek için yapılan barışçıl gösterileri “terörist nefret grupları” olarak tanımlamasını tam anlamıyla benimsemedi.
Hakikaten de Gazze’deki yaşamın toptan yok edilişinin ve hukuk uzmanlarının giderek artan bir şekilde “soykırım” olarak nitelendirdiği durumun canlı yayında televizyonlarda gösterilmesi, demokratik dünyada Filistinlilere yönelik benzeri görülmemiş bir halk desteğinin oluşmasında önemli bir rol oynadı.
Peki, ne oluyor? Öncelikle, haberlerde ölçek ve zamanlamanın önemini göz ardı edemeyiz. 7 Ekim’den bu yana Filistinlilere uygulanan şiddetin, İsraillilerin 7 Ekim’de yaşadığı şiddete göre daha fazla gündeme gelmesinin nedeni, ilkinin hâlâ sürüyor ve ölçek olarak da kırk kat daha büyük olması. Belki de şaşırtıcı olmayan bir şekilde; bu iki temel gerçek, medya analizi konusunda hiçbir uzmanlığı olmayan ve bir “İsrailli iş insanı” tarafından finanse edilen İsrail yanlısı bir hukuk firmasının yaptığı son “çalışmada” tamamen göz ardı edilmişti.
Medya aslında genelde saldırganlara ya da işgalcilere karşı hoşgörülü davranmayı sevmez. Ancak Batılı müttefikler bir çatışmada işgalci, fetheden ya da baskıcı devlet olduklarında ya büyük ölçüde görmezden gelinirler (örneğin, ABD ve İngiltere’nin desteklediği Suudi Arabistan’ın Yemen’de yürüttüğü savaş) ya da Britanya İmparatorluğu’nun kendi hükümranlığı altındaki dik başlı rejimlerini eleştirdiği türden hafif ve sınırlı eleştiriler yöneltilir.
Durumu daha da karmaşık hale getiren bir diğer etken ise Netanyahu’nun, Batı’nın düşmanlarıyla olan dostluklarını gizlememesi. Macaristan Başbakanı Viktor Orbán ve kısmen Vladimir Putin ile olan yakın ilişkisi bunun bir örneği. Ayrıca, Donald Trump ile olan güçlü kişisel bağları da oldukça dikkat çekiyor. ABD’nin güvenlik kurumlarıyla Trump’ın yaşadığı gergin ilişki, tarihte yalnızca John F. Kennedy dönemi ile kıyaslanabilir. Bütün bunlar, Washington ve Londra’daki güç yapılarında belli bir rahatsızlık ve ayrışmaya yol açtı. Bu tür huzursuzlukların haberlerde kendini göstermesi de pek zor değil.
Detaylarda gizlenen çifte standart
Fakat asıl mesele, bu nüansların neyi gizlediği. Bu durum, İsrailli yetkililerin gündemleri ve özellikle haber dilini şekillendirmedeki ince ama son derece önemli avantajlarını gözden kaçırmamıza neden oluyor. Onlarca yıllık ciddi ve güvenilir medya analizleri, ana akım medyanın İsrail-Filistin meselesine yaklaşımında bu durumu sürekli ortaya koymuştur. Mevcut çatışmada da haberleri sadece arka planda dinleyen biri bile neyin söylenip neyin söylenemeyeceğini fark edebilir.
Örneğin, İsrail ordusunun Filistinlileri ayrım gözetmeksizin öldürmesini “7 Ekim’e misilleme saldırıları” olarak rahatça tanımlanabilir. Fakat Hamas ve diğer militanların 7 Ekim’de İsraillilere yönelik ayrım gözetmeyen saldırılarını, neredeyse tüm insan hakları grupları tarafından “acımasız bir apartheid rejimi” olarak kabul edilen İsrail’in suçlarına karşı misilleme olarak tanımlamak çok daha zordur.
7 Ekim’den sonra İngiliz televizyoncuların kullandığı dilde dikkat çeken başka bir unsur da Hamas’tan bahsedildiğinde, hemen ardından İngiltere hükümetine göre terör örgütü olduğunun eklenmesidir. BBC’nin kıdemli muhabiri Jon Simpson, bu uygulamayı eleştiren İsrail yanlısı çevrelerin tepkilerine karşı güçlü bir savunma yaptı. Bu çevreler, BBC’nin 7 Ekim’den sonra da “terör örgütü” ifadesine açıklık getirme gereği duymasına kızgındı. Simpson, sadece Birleşik Krallık, ABD, İsrail ve diğer bazı hükümetler öyle diyor diye Hamas’ın bir terör örgütü olduğunu BBC’nin sorgusuz sualsiz kabul etmek zorunda olmadığını savundu.
Bu sahte tartışmada göz ardı edilen esas soru, televizyoncuların Hamas’tan bahsederken aslında neden böyle bir açıklama yapma gereği duydukları. Bu mesele, Hamas’ın terör örgütü olup olmadığıyla ilgili değil; İsrail hakkında yapılan haberlerdeki çifte standartlarla ilgilidir. Örneğin, birçok ülke İsrail’i devlet destekli terörizmle ve apartheid rejimi olmakla suçluyor, fakat bunlar İsrail’in resmi kaynaklarına dair haberlerde neredeyse hiç dile getirilmiyor.
7 Ekim’den bu yana 33 ülke, Gazze’ye yönelik İsrail saldırılarını soykırım olarak nitelendirdi; uluslararası hukuk kurumları ve insan hakları örgütleri de bu nitelendirmeye katılıyorlar. Ancak BBC muhabirleri üzerinde izleyicilere bunu tekrar tekrar hatırlatma baskısı yok, oysa “Hamas yönetimindeki” sağlık bakanlığından gelen ölüm haberleri sürekli şüpheli bir tonla sunuluyor.
İsrailli yetkililer, kafası kesilen bebeklerden hastanelerin altında bulunan Hamas yönetim merkezlerine kadar uzanan birçok iddiada bulundular. Bu iddialar yalanlanmalarından çok daha öncesinde, geçtiğimiz yıl boyunca sıklıkla sorgusuzca gerçek kabul edilip haberleştirildi. Bugün bile, Gazze’deki sivil yaşamı ve altyapıyı hedef alan ayrım gözetmeyen bombalamaların açık kanıtları ortadayken, BBC muhabirleri hâlâ İsrail propagandasını yansıtan bir dil kullanarak, Lübnan’daki benzer geniş çaplı bombalamaları “Hizbullah’ı hedef alan saldırılar” olarak tanımlıyorlar.
Suç ortaklığını gizlemek
Fakat bu çifte standartlar, Batı’nın İsrail’e yalnızca aktif suç ortaklığı yapmasını değil, Uluslararası Adalet Divanı’nın bile Filistin halkına yönelik potansiyel bir soykırım olarak adlandırdığı saldırganlığı sürekli desteklemesini örtbas etmeye çalıştığı gerçeğiyle karşılaştırıldığında önemsiz kalıyor. Sorun sadece kamuoyunun büyük çoğunluğunun karşı çıktığı bir savaşa vergi paralarının harcanması değil.
Silah üreticileri, Ukrayna’da olduğu gibi Gazze’den de büyük kârlar elde ediyorlar ve NATO’nun askeri harcamaları eşi benzeri görülmemiş bir hızla artarken bu kazançlar daha da büyüyor. BAE Systems şirketinin CEO’sunun Gazze’deki soykırımdan kişisel olarak neredeyse 1 milyon sterlin kazandığını ortaya çıkaran silah ticareti araştırmacıları, birkaç yayın organının bu haberi ele almaya niyetlendiğini ancak yayından önce hızla vazgeçtiklerini bizatihi bana söylediler. Görünüşe göre kitlesel katliamlardan kişisel çıkar sağlamak pek de haber değeri taşımıyormuş.
ABD ve İngiltere’nin askeri ve istihbarat desteği, ana akım medyada genellikle göz ardı ediliyor ya da tamamen yok sayılıyor. Araştırmacı gazetecilik kuruluşu Declassified UK, ABD özel kuvvetlerinin İsrail’e gönderilmesi için Kıbrıs’taki İngiliz askeri üssünün kullanıldığını, Gazze ve Lübnan üzerinde casus uçaklarının sık sık uçtuğunu ve yüzlerce kargo sevkiyatı yapıldığını raporladı. Fakat ana akım medya izleyicileri bu doğrudan müdahaleden tamamen habersiz.
Dahası, dil kullanımındaki bu dengesizlikler, İsrail propagandasını engellenemez ve olağanüstü güçlü görme tuzağına düşen bazı Filistin yanlısı muhalifler için de bir sorun yaratıyor. İngiltere, ABD ve diğer ülkelerdeki İsrail yanlısı lobilerin gizli ve geniş kapsamlı bir siyasi etkiye sahip olduğuna inanmak için geçerli sebepler var tabii ki. Fakat bu etkiyi, Batı üzerinde İsrail’in müstakil bir şekilde baskı uyguladığı şeklinde yorumlamak yanıltıcı olur. Bu da ABD, İngiltere ve AB hükümetlerinin, İsrail yanlısı lobilerin büyüklüğü karşısında zorla ya da istemeden suç ortaklığına sürüklendiği gibi yanlış bir algı yaratıyor.
Bu durum aslında çok eski bir gerçeğin sonucu: Gerçek güç genellikle görünmez olmayı tercih eder. İsrail yanlısı lobinin bu kadar etkili olmasının asıl nedeni, faaliyet gösterdiği ülkelerdeki güçlü ve yerleşik çıkar grupları tarafından desteklenmesi. İsrail’in apartheid rejiminin tarihsel gelişimine dair gerçekçi bir bakış, Balfour Deklarasyonu’ndan Camp David Anlaşmaları’na kadar ABD’nin, Filistin’in birleşik ve tam anlamıyla bağımsız bir devlet olmasını engelleme kararlılığını göz ardı edemez.
Geçen yıl yaşanan dehşet verici olayları dengeli bir şekilde yansıtmak, baskıcı ile mazlum ya da iki gün süren bir terör saldırısının kurbanları ile bir yıl boyunca sistematik olarak katledilen insanlar arasında eşit muamele talep etmek anlamına gelmiyor. Asıl mesele, İsrail’in işlediği savaş suçlarına verilen tepki ile bu suçları destekleyen güçlerin ne kadar eleştirildiği arasındaki dengeyi sorgulamaktır. Bir nevi, tetikçi ile ona silah sağlayan ve emir veren suç patronu arasındaki ilişkiyi sorgulayabilmemiz gerekiyor.”
Bu yazı ilk kez 31 Ekim 2024’te yayımlanmıştır.