Rusya destekli Sırp şovenizminin “sürekli gerilim” politikasıyla yeniden kışkırtılan ve ABD-AB himâyesinde bilfiil harlanan Kosova özelindeki kriz alevleri bölgede ciddi bir endişe kaynağı.
Kosova’nın kuzeyinde yaşayan Sırplara özerkliğin de ötesinde adeta “yarı-bağımsızlık” kıvamında bir egemenlik devri ihtiva eden “Sırp Belediyeler Birliği”nin kurulması için yapılan uluslararası baskı zirveye taşındı.
Kosova Başbakanı Albin Kurti, mevzubahis yapıyı “Anayasa’ya aykırı” olduğu gerekçesiyle reddederken, başını Amerika Birleşik Devletleri (ABD)-Almanya-Fransa-Avrupa Birliği (AB) dörtlüsünün çektiği ve fakat geri planda Rusya’nın ve Sırbistan’ın da olduğu, hatta en son Arnavutluk’un da iştirâk ettiği geniş bir uluslararası cephe aksi istikamette bastırıyor.
Diğer bütün teferruatların, irili-ufaklı mizansenlerin, sürtüşmelerin ve dahi “gelişme” kılıfındaki stres yüklemesinin kök-sebebi budur, yâni Sırp Belediyeler Birliği’nin (SBB) nihaî tesisi. Bu anlamda aslında Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin (TSK) NATO Kosova Gücü (KFOR) kapsamında ülkeye intikâl etmesi de bu dar çerçevede beliren “fizikî şiddet potansiyeli”nin önüne bir set çekmeye yönelik.
Her ne kadar SBB’nin kurumlaşmasına dair antlaşma bundan 10 yıl evvel, 2013’te imzalanmışsa da pratiğe aktarımı Kosova’da cüsseli bir siyâsî ve toplumsal muhalefet tetiklemiş ve Kurti’nin sol-milliyetçi iktidarıyla (önce 2020’de, ardından 2021’de) en somut ifadesine erişmişti.
Bugün ise, özellikle Arnavutluk Başbakanı Edi Rama’nın son müdahalesiyle birlikte, Kosova açısından SBB bahsi neredeyse bir “varlık-yokluk” aksına çekiliyor. Geçtiğimiz günlerde Rama’nın Kosova liderliğini by-pass etmek suretiyle yukarıda serdedilen dörtlünün mercilerine SBB’nin kuruluşu için bir taslak hazırlayıp sunması, Kosova açısından dengelerin bütünüyle aleyhine dönmesiyle eşanlamlı.
Daima altını çizerek yazdım: Tiran, doğrudan sevk ve idare etmedikçe Kosova krizine asla müdahil olmaz (idi). Öyle anlaşılıyor ki, artık koşullar değişti ve Tiran dizginleri eline almaya karar verdi.
Bu, hakikaten de büyük ve üzerinde durulması gereken bir hâdisedir. “Oyun-değiştirici”dir. Öyle ki, topyekûn Kosova’nın ve hususen Kosova Arnavutlarının kaderini doğrudan ilgilendiren bir “müdahale”dir.
Peki, ama Kosova’yı nasıl bir gelecek bekliyor? Kosova’nın “devletleşme” atılımının günümüzde şekil ve içerik noktalarındaki tıkanmaları neler? Kosova bir “Bosnalaşma” tehdidi altında mı? Batı Balkanlar’daki Arnavut havzası ve Arnavutlar birlikteliğin mi, kopuşun mu eşiğine geldi?
Bu sorulara cevap arayacağız.
21’inci yüzyılda Kosova: Devletleşmenin kıyısında
Şüphesiz ki Kosova Cumhuriyeti uluslararası hukuk ve yasalar çerçevesinde bağımsız, egemen bir devlet. Ancak “devlet olmak”, “devletleşmek” yalnızca bu zâviyeden izah edilebilir mi?
2008’de Ahtisaari Planı’nın süzgecinden geçerek ete kemiğe bürünen Kosova Cumhuriyeti, bütün kurum ve işleyişini bu temele dayandırdı. Söz konusu temelin özü ise “çok-etniklilik” kavramında saklı.
Bugün itibarıyla Kosova nüfusunun yaklaşık %93’lük oranı Arnavutlardan müteşekkil. Geriye kalan %7’lik oranın içinde ise başta Sırplar olmak üzere muhtelif azınlık etnik gruplar (Boşnaklar, Türkler, Romanlar, Goralılar) var. Nitekim bu 6 etnik grup Kosova Cumhuriyeti’nin bayrağındaki 6 yıldızla temsil edilir.
Anayasa’ya göre Kosova ne diğer ülkelerden toprak talebinde bulunabilir ne de başka bir ülkeye katılabilir. “Çok-etnikli” karakteri mühürlenmiştir. Arnavutça’nın yanı sıra Sırpça da “resmî dil” statüsündedir. Sırpların 120 sandalyeli Meclis’te 10 sandalyesi – alınan oy oranına bakılmaksızın – garanti edilir. Keza çeşitli devlet pozisyonları için de bu minvalde bir görev dağılımı öngörülmüştür. Listeyi uzatabiliriz.
Aslında Kosova’yı saran düğüm tam da burada başlıyor. Bir devletin hakkıyla “devlet” olabilmesi için ya ortada tartışmasız bir “ulusal gerçeklik” ya da en azından tabandaki unsurları/bileşenleri arasında bir “gönüllü zincirleşme” mantığı ve iradesi olması icap eder. Kısacası, üzerinde mutabık olunan bir “kurucu ruh” elzem.
Oysa Kosova’da bir yandan baskın çoğunluk olmalarına karşın “çok-etnikli” tanımıyla sıkıştırılan Arnavutlar da, Arnavutlarla değil bir arada yaşamak, yan yana gelmeyi dahi zül addeden Sırplar da hoşnutsuzluğun en yoğun hâlini yaşıyorlar. Diğer etnik grupların kahir ekseriyeti ise bu ikilinin doğal uzlaşmazlığının muntazam aralıklarla doğurduğu gerginliklerden mustarip oluyor.
Uzlaşmazlık “doğal” zira Sırplar kendi ulusal tarih yazımları/mistikleri doğrultusunda – ki bu versiyon hiçbir nesnel veriye dayanmaz, büsbütün kurgudur – Kosova’yı “Sırbistan’ın tarihsel beşiği” olarak telâkki ederken, Arnavutlar ise – sayısız arkeolojik buluntu, tarihsel bilgi-belge ve bilimsel araştırmanın ışığında – Kosova’nın Arnavut kimliğini yeşerten coğrafî havzaya dâhil olduğunu kabul ederler.
Bu “ebedî kısır döngü”nün teorik planda olsa bile kırılması ancak bir şartla mümkün(dü) ki, o da özgün bir “Kosova ulusal kimliği” yaratılmasından geçiyor(du). İlginçtir, bu doğrultuda emek harcayanların çoğu, paradoksal olarak, bazı Arnavut Kosovalılar olmuştur ve hâlâ da öyledir. İlerleyen bölümlerde de işleyeceğimiz üzere, bu tuhaf vakıaya da bir açıklama (denemesi) getirilebilir.
Özetle, Kosova Cumhuriyeti’nin “devletleşme” teşebbüsü, organik bir akışta seyretmediği için, dahası uluslararası nitelikteki bir siyâsî-diplomatik mühendislik deneyinin talihsiz bir parçası olması hasebiyle, maalesef hâlâ ciddi (ve kaçınılmaz) arızalarla muhatap oluyor ve fevkalade olasıdır ki olmayı sürdürecektir.
Gelin, bu “deney”e yakından bakalım.
Yugoslavya yıkılmışken, “mini” versiyonlarını kim yaşatabilir?
Kosova’nın, bağımsız ve egemen bir devlet olarak doğuşu birkaç faktöre yaslanır. Birincisi, Arnavutluk devlet aklının (Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti’nin uhdesinde) 1970’lerin ortalarından itibaren Yugoslavya’da palazlanıp arsızlaşan Büyük-Sırp şovenizmine karşı yürüttüğü ve Kosova Arnavutlarının ulusal, kültürel ve ideolojik bilincine nüfuz gayretini müteakip giriştiği siyâsî ve nihayet lojistik harekâttır.
Gerçekten de gerek iktidarının son demlerinde Enver Hoca’nın “hazırlık” safhasını işletmesi, gerekse selefi Ramiz Alia’nın Arnavut devletinin güvenlik aygıtını Kosova’nın kurtuluşu için bilfiil “seferber” etmesi – ki sürecin en hayatî ikinci faktörü mertebesindeki Kosova Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun (UÇK) düşünsel ve pratik silsile çekirdeği buradan mülhemdir – eldeki verilerle artık su götürmez bir gerçek.
Son olarak, üçüncü faktör elbette NATO’nun (gecikmiş de olsa) müdahalesidir.
Ne var ki bu son faktörle birlikte Batı, Kosova’ya büyük faydalar sağlamanın yanında bir de kadim alışkanlıklarının yönlendirmesiyle müthiş zararlar verdi. Zararların en büyüğü, tereddütsüz, kapısını araladığı “siyasî mühendislik deneyi”dir.
Yugoslavya aslında kurulduğu ilk günden itibaren yaşayan bir kadavraydı. En derinindeki Büyük-Sırpçılığı asla ehlileştiremedi, terbiye edemedi. Nitekim sonunda öldü ve tarihe karıştı. Fakat Batı, bu yok oluşa rağmen, “Yugoslavya” fikrinin esansını (çok-etniklilikle uyumlu sunî ama yaldızlı üst-kimlikler türetme) kendi liberal dogmalarınca baştan yoğurdu, pişirdi. Dahası, Batı Balkanlar’da bu ürünü “yenilebilecek en leziz yemek” propagandasıyla ağızlara tıktı. Anakronizmi açık bu yaklaşımla şimdi şiddetli sindirim problemleri ve hatta zehirlenmeler beliriyor. Kosova, Bosna-Hersek, Karadağ ve hatta Kuzey Makedonya’daki dönemsel “kriz” trendleri böyle okunabilir.
Batı Balkanlar, Büyük Güçler için daima bir “satranç tahtası” olageldi. Söz konusu merkezlerin Batı Balkanlar’da kalıcı, adil ve sürdürülebilir bir barış vizyonu isteyebileceğine inanmak zor. Bilâkis, “geçici” ve “kırılgan” statükolar kendi manevra alanlarını korumaya alan yegâne etken. Kendileri açısından böylesi bir “meşruiyet pınarı”nın terki akla yatkın olmasa gerek.
ABD, Avrupa, Rusya vd. 19’uncu yüzyılda kudretli “Büyükelçiler” vasıtasıyla örgütledikleri karışıklıkları bugün artık “Özel Temsilciler” eliyle uyguluyorlar. Arnavutlara aynı ikircikli tavırlar reva görülüyor. 1878 Berlin Kongresi’nde Bismarck’ın “Arnavut diye bir ulus yoktur” ihtarı, 1913 Londra Konferansı’nda Arnavutluk’un parçalanması vb. âdetler bugünlerde Sırp şovenizminin pohpohlanırken en asgarî “hak” eksenli Arnavut vatanseverliğinin dahi yaptırıma tâbi tutulmasıyla devam ediyor.
Büyük Güçler’in bu çifte standardına dair en yakıcı örnek ise Kosova üzerinde yapılan SBB baskısına karşın Sırbistan’da Preşova Vadisi’nde yaşayan Arnavut çoğunluğun Kosova-Sırbistan diyaloğunun aktif bir parçası olmak gibi en sade beklentilerine bile susulmasıdır.
Peki, ama hâl böyleyken Arnavutlar arasında niçin tam bir antant yok? Örneğin Tiran SBB konusunda Priştine’yi niçin devre-dışı bıraktı? Çelişkinin menşei nedir?
Arnavutlar arasındaki “oluş” tarzlarının farklılığı
Arnavutluk Arnavutları ile Kosova Arnavutlarının Arnavut kimliğini “oluş”ta ve “yaşayış”ta farklı tonlarla idrâk ettikleri doğru sayılabilir. 20’nci yüzyıl bu anlamda mevzubahis idrâk farklılığının yoğunlaştığı bir süreç addedilebilir.
Arnavutluk Arnavutları Enver Hoca ve Arnavutluk Emek Partisi (AEP) ile bir yönetim tecrübesi yaşarken, Kosova ve Arnavut havzasının geri kalanı Tito’ya ve onun kanatları altındaki Büyük-Sırpçılığa maruz kaldı. Bu, ister istemez muazzam bir pedagojik ayrışmaya tekabül ediyor.
Enver Hoca içeride Arnavut milliyetçiliğinin dozunu yıllar içinde artırırken, ulusun eğitim ve kültür hayatını bu “özgüven” prensibine göre şekillendirirken, Belgrad kliği Arnavutları ezme, sindirme, asimilasyon, sürgün ve nihayet imha programları izliyordu. Belgrad’ın bu yolla bazı Arnavutlar üzerinde psikolojik-ideolojik tahakküm kurduğu, bunun bugünlerde de bazılarının “kimlik bunalımına” vesile olduğu aşikâr. Ancak, Enver-Tito ikilisinden çok önceleri dahi, asırlar öncesinden itibaren, Kosova, Sırp şovenizminin birinci ve doğrudan muhatabı olageldiği için algısı bu minvalde şekillenmiştir.
Her ne kadar Enver Hoca sonraları Kosova’dan desteğini esirgememişse de İkinci Dünya Savaşı yıllarında kendi liderliğindeki komünistler ile milliyetçi Balli Kombëtar (Ulusal Cephe – BK) arasında 1943’te Mukje’de1 varılan “işgâle karşı ve tek Arnavutluk için ortak mücadele” uzlaşmasını Tito’nun isteği üzerine bozarak Kosova’nın yanı sıra Tetova, Gostivar2 gibi sahaları Yugoslav hâkimiyetine terk etmesi unutulmaz. Bu bağlamda o dönemde komünistlerin ağırlıklı olarak Arnavutluk-merkezli, Ballistlerin ise nispeten Kosova/Makedonya-merkezli davrandıkları, bunun yanı sıra ilkinin “Balkan dayanışması”na hevesli, ikincisinin ise “Birleşik Arnavutluk” odaklı olduğu da belirtilmeli.
Hoca’nın Tito’nun adamlarıyla iletişim köprüleri kurmaya çalıştığı dönemde BK’nın önemli liderlerinden Xhafer (Cafer) Deva şahsî bir mektuplaşmasında “babam iki kez Mitroviça yöneticisi oldu, ikisinde de şehrin anahtarlarını Sırp işgalcilere teslim etmeye zorlandı” yazarak acılı yakınışını dile döküyordu örneğin. Mitroviça şehrinin bugünkü Kosova-Sırp gerginliğinin de ana üssü olması manidardır.
Arnavutluk ile Kosova arasında bugün ayrıca var olan dinî-kültürel hassasiyet derecelerindeki farklılaşmanın ötesinde, yukarıdaki tarihî anekdotun kapsadığı daha geniş bir “siyâsî kavrayış” ekollerinin/damarlarının – öyle veya böyle hâlâ yer tutan – farklılığını vurgulamak yerinde olur.
Rama ile Kurti bugün, ister bilinçli isterse de bilinçaltı kodlamalarla olsun, geçmişten öğrenilmiş yahut devralınmış kalıpları sürdürüyorlar. Nitekim Rama’nın Kosova’daki Arnavutçuları “turbo-folk kasaba milliyetçileri” şeklinde küçümsemesinin, Kosova’daki Arnavutçuların ise Rama’ya (Sırplarla uzlaşmak istemesi sebebiyle) “Ramoviç” demelerinin kökenleri buralardadır.
Gerçek şu ki, Tiran ile Priştine arasında bir “rekabet” ortamının da hâsıl olduğu sır değil. Rama’nın son müdahalesi bu bağlamda Tiran’ın “tüm Arnavutlar” üzerindeki maddî-manevî otoritesinin deklare edilmesine yönelik de bir adım. Kurti’nin de “tüm Arnavutlara” hitap eden bir lider olmak istediği saptandığında, Tiran’dan gelen son hamlenin tabiatı aslında berraklaşıyor.
Ufukta sancı var
Genelde Kosova’yı, özelde ise Albin Kurti’yi sancılı günler bekliyor. Kurulan uluslararası baskı çok güçlü ve bu defa Tiran da gölgeden çıkmış durumda.
Kurti’nin SBB’ne yönelik muhalefetini salt “ideolojik” bir “idefiks” olarak yorumlamak yanlış. SBB’nin kapsaması öngörülen bölgelerdeki maden, göl vb. stratejik doğal kaynakları da muhakkak ki hesaba katıyordur ki, katmalıdır.
Öte yandan SBB’nin etkinleştirilmesinin bölgedeki “siyâsî deney” aksaklıklarını uzun vadede onaracak biricik araç olduğu tezini dillendirenler de var. “Organik” bir barış inşâsı için bu tür “tavizlerin” gerekliliğini savunanlar, Rama’nın son müdahalesini haklı görüyorlar.
Her halükârda Kosova bir yol ayrımında ve bir dizi tercih yapmakla mükellef.
Büyük Güçler’in yine, yeni, yeniden giriştiği bu “statüko inşâsı” süreçlerinin tahribatını en aza indirmek ise ancak ilk aşamada Tiran ile Priştine arasındaki metodolojik çatallaşmasının giderilmesinden geçiyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 12 Haziran 2023’te yayımlanmıştır.