Orta Doğu’da ‘yeni düzen’ beklentisi her krizden sonra yeniden gündeme gelir. Bölgedeki sert çatışmalar, siyasi kırılmalar ve diplomatik hamleler, gözlemcileri sık sık ‘artık eski denklemler değişiyor’ sonucuna götürür. Fakat sahaya bakıldığında, değişen oyunculara rağmen oyunun kuralları çoğu zaman aynı kalır. Bölge siyasetinin en belirgin özelliği, istikrarı sağlayacak kalıcı bir güç dengesi oluşmaması. Güçlü aktörler birbirini dengelemeye çalışırken, zayıf halkalar dış müdahalelere açık hale geliyor. Bu da hem bölge içi hem de dış güçlerin rekabetini sürekli canlı tutuyor.
Hegemonya arayışları, geçici ittifaklar ve ani kırılmalar, Orta Doğu’yu diğer jeopolitik alanlardan daha öngörülemez kılıyor. Bu belirsizlik içinde, ‘yeni Orta Doğu’ ifadesi cazip ama riskli bir söylem. Çünkü değişimin ölçüsü, yalnızca aktörlerin kim olduğuyla değil, bölgedeki sorunların yapısal doğasıyla da ilgili. Etnik ve mezhepsel bölünmeler, siyasi temsil eksikliği ve toprak anlaşmazlıkları çözülmediği sürece, Orta Doğu’nun geleceği geçmişinden çok farklı olmayabilir.
Harvard Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy internet sitesinde yayımlanan yazısında, ‘yeni Orta Doğu’ söyleminin ne ölçüde gerçeği yansıttığını tartışırken, bölgede son yıllarda yaşanan güç dengelerindeki kaymalar, ittifakların zayıflaması, yeni diplomatik hamleler ve askerî müdahaleler gibi dikkat çekici gelişmelerin, Orta Doğu’yu on yıllardır istikrarsız kılan yapısal sorunları ortadan kaldırmaya yetmediğini savunuyor. Direniş Ekseni’nin zayıflaması, Körfez ülkelerinin yükselişi, Rusya’nın gerileyen etkisi, ABD’nin süregelen askerî varlığı ve Filistin meselesinin çözümsüzlüğü üzerinden yürüttüğü analizlerle, değişen koşullara rağmen bölgenin kronik kriz dinamiklerinin hâlâ geçerliliğini koruduğunu öne sürüyor.
Yazıdan öne çıkan bazı bölümleri aktarıyoruz:
“Son yıllarda yaşanan çalkantılar, ‘yeni bir Orta Doğu‘nun doğduğunu ilan etmeye heveslendiriyor insanı. Ama bunu daha önce kaç kez duymuştuk? Altı Gün Savaşı’ndan sonra ‘artık İsrail’in Arap rakipleri barışa yönelecek’ denmişti ama olmadı. Mısır-İsrail barış anlaşması, Birinci Körfez Savaşı, Oslo Anlaşmaları, Amerika’nın Irak’ı işgali, Arap Baharı… Hepsinde aynı beklentiler vardı. Yine de 11 Eylül saldırıları, Suriye İç Savaşı, 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e saldırısı, Gazze’de süren soykırım, Lübnan’ın tekrar tekrar yıkılması, Husilerin Kızıldeniz’deki gemilere yönelik saldırıları ve İran’a yapılan son hava operasyonları gibi krizler peş peşe yaşanmaya devam ediyor.
Son yıllarda Orta Doğu’yu değiştiren ve dönüştüren gelişmeler
Son on yılda, özellikle 7 Ekim 2023’ten beri olağanüstü gelişmelere tanık olduk. Fakat bölgeyi on yıllardır çatışmalar içinde tutan temel nedenler yerli yerinde duruyorlar. Oyuncular değişti; kimileri sahneden çekildi, kimileri güç kazandı ya da kaybetti, bazıları ise farklı politikalar benimsedi. Ama istikrarsızlığın asıl kaynağı hâlâ aynı. Bu yüzden ‘yeni Orta Doğu’ söylemine temkinli yaklaşıyorum. Nedenini anlamak için önce değişenlere, sonra da değişmeyenlere bakmak gerek.
Son yıllardaki en dikkat çekici gelişme, ‘Direniş Ekseni’nin (İran, Hamas, Hizbullah, Iraklı milisler, Suriye’deki Esad yönetimi ve Yemen’deki Husiler) ciddi biçimde zayıflaması oldu. Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki kanlı saldırısının ardından İsrail, bu gevşek ittifakın her parçasına karşı kapsamlı bir harekât başlattı. Hamas ağır darbe yedi; tamamen yok olmadı ama hâlâ İsrail’in yıkıcı saldırılarına direniyor. Hizbullah’ın üst düzey komutanlarının birçoğu öldürüldü, askerî gücü iki yıl öncesine kıyasla çok daha düşük. Destek kaynakları kesilen Esad rejimi tamamen devrildi; İsrail bu fırsatı değerlendirerek Suriye’deki silah depolarını vurdu, yeni topraklar ele geçirdi. Yemen’de Husilerle karşılıklı hava saldırıları yaşandı. En önemlisi, Haziran ayında İsrail, Amerika’nın da desteğiyle İran’a yönelik, nükleer altyapısını yok etmeyi ve belki de dinî rejimi devirmeyi amaçlayan geniş çaplı bir hava harekâtı başlattı. Esad dışında eksenin diğer üyeleri ayakta kalsa da, birkaç yıl öncesine kıyasla hepsi çok daha zayıf durumda.
İkinci gelişme, Arap dünyasında güç ve etkinin Mısır ile Irak’tan uzaklaşıp Suudi Arabistan’a ve Körfez’in zengin petrol devletlerine kayması. Mısır hâlâ derin bir ekonomik kriz içinde bocalarken, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri hızla ekonomilerini modernleştirip çeşitlendirmeye, aynı zamanda da bölgesel diplomaside daha görünür bir rol üstlenmeye çalışıyorlar. Bu nedenle bazı uzmanlar, bu ülkelerin artık bölgede, en azından mecburiyetten, arabuluculuk yapabileceklerini düşünüyor.
Üçüncü olarak, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın devrilmesi ve Ukrayna’daki uzun, yıpratıcı savaş, Rusya’nın bölgede sahip olduğu etkinin büyük ölçüde erimesine yol açtı. Moskova, Esad’ın düşüşünü engelleyemedi; üstelik Ukrayna Savaşı başladığından beri, Tahran’ın sağladığı bunca desteğe rağmen İran’a kayda değer bir yardımda bulunmadı. Putin yönetimindeki Rusya, uzun yıllardır sürdürdüğü ‘denge bozucu’ rolünü artık oynayamaz hâle geldi. Bu da bölgedeki dengeler açısından önemli bir kırılma noktası.
İsrail hedeflerinde ilerlese de diğer ülkelerin desteğini ciddi şekilde kaybediyor
Son olarak da, Amerika ve diğer dış güçlerin rolü de ciddi biçimde değişiyor olabilir. Amerika, İran’a zaten onlarca yıldır düşman; fakat Trump yönetiminin İsrail’in bombardıman kampanyasına aktif olarak katılması, özellikle de Başkan Donald Trump’ın ‘İran nükleer silaha yönelirse saldırıları yeniden başlatırız‘ tehdidi düşünüldüğünde, yeni bir aşama anlamına geliyor. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Amerika’daki bazı İsrail lobisi grupları bu adımı uzun zamandır istiyordu; sonunda amaçlarına ulaştılar.
Fakat aynı zamanda, İsrail’in Gazze’ye yönelik sert saldırıları hem Amerika’daki iki parti içinde hem de dünya genelinde İsrail’e verilen desteği hızla aşındırıyor. Amerikalıların yüzde 60’ı artık İsrail’in Gazze operasyonunu onaylamıyor; son anketler, halkın çoğunluğunun (%53) İsrail’e olumsuz baktığını gösteriyor. Soykırım konusunda uzman isimler, İsrail içinden gelenler dahil, soykırım suçlamasını yüksek sesle dile getiriyorlar. Terimi kabul etmeyenler bile İsrail’in geniş çaplı savaş suçları işlediğini inkâr etmiyorlar. Hamas’ın 7 Ekim’de işlediği suçlar, savunmasız bir halkı bombalamaya ve aç bırakmaya devam etmek için bahane olamaz. Demokrat Parti bu konuda derin bir bölünme yaşarken, Cumhuriyetçi Parti’nin bir zamanlar sarsılmaz olan İsrail yanlısı cephesi de çatlamaya başladı.
Benzer bir tablo dünyanın başka yerlerinde de görülüyor. PEW’in kısa süre önce 24 ülkede yaptığı ankete göre, bunların 20’sinde halkın çoğunluğu İsrail’e olumsuz bakıyor. Fransa, İngiltere, Kanada ve muhtemelen Avustralya hükümetleri, Filistin devletini tanıma sözü verdi. Trump’ın İsrail’e ya da başka herhangi bir ülkeye özel bir bağlılığı olmaması ve zengin Arap petrol şirketleri patronlarıyla iyi ilişkiler kurmayı daha çok önemsemesi, Amerika’nın sonunda elindeki güçlü kozları kullanarak İsrail’i bu sonuçsuz savaşı durdurmaya ve Batı Şeria’yı da kapsayan ‘Büyük İsrail’ hayalinden vazgeçmeye zorlayabileceği ihtimalini güçlendiriyor.
Yepyeni bir Orta Doğu ile mi karşı karşıyayız?
Her şeyden önce, Orta Doğu hâlâ karmaşık ve çok kutuplu bir yer; buraya tek başına düzen getirecek bir güç yok. Bush yönetimi, Amerika’nın kısa süren ‘tek kutuplu dönem’inde bölgeyi şekillendirmeye çalıştı ama feci şekilde başarısız olmuştu. Netanyahu ve İsrail’deki diğer sertlik yanlıları, son askerî başarıların ülkeyi bölgenin hâkim gücü yapacağını ummuş olabilirler. Ancak daha önce de yazdığım gibi, yaklaşık 7,5 milyon Yahudi’nin (ve 2 milyon civarında İsrailli Arap’ın) yaşadığı, üstelik büyük ölçüde Amerikan desteğine bağımlı bir ülkenin yüz milyonlarca Arap ve Fars Müslüman üzerinde kalıcı bir üstünlük kurması mümkün değil. Körfez’de ya da Arap Yarımadası’nda etkileri giderek artan ülkeler de İsrail’in son dönemde izlediği politikadan memnun değiller; çünkü onlar için en önemli şey istikrar ve İsrail bunu sağlamıyor.
Kısacası, Orta Doğu uzun süre daha devletlerin güç, güvenlik ve nüfuz için yarıştığı bir coğrafya olmaya devam edecek. İran, İsrail’e karşı denge unsuru oluşturmak için hâlâ nükleer kapasite peşinde; İsrail ve Amerika’nın bombardımanlarından sonra kendi caydırıcılığını sağlama isteği daha da arttı. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Mısır, Arap dünyasında statü ve nüfuz yarışını sürdürecekler; Türkiye, çıkarlarını korumak için fırsat buldukça devreye girecek; tüm bu aktörler pozisyonlarını güçlendirmek için dış güçlerle yakın temaslarını sürdürecekler. Son yıllardaki gelişmeler, bölge siyasetinin bu tekrarlayan yapısını değiştirecek gibi görünmüyor.
Üstelik Amerika hâlâ bölgede. Washington’un odağını Asya’ya kaydırabilmesi için Amerikan başkanları yıllardır Orta Doğu’dan çekilmeyi deniyorlar, ama hiçbiri bunu başaramadı. Trump, ilk döneminde Amerikan askerlerini Suriye’den çıkarmaya kalktı ama başaramadı; Amerika’nın bölgedeki askerî varlığı, 2017’de Trump göreve başladığındaki seviyede duruyor. Özel elçi Steve Witkoff, Gazze’deki yıkımı durdurmak için, şimdilik boşa çıkan mekik diplomasisini sürdürüyor. Dahası, Amerikan kamuoyunda İsrail’e tepki büyüse de, Washington hâlâ İsrail’e para ve silah göndermeye devam ediyor.
Bu ortam, radikalizmin yeniden yükselmesi için biçilmiş kaftan. Son birkaç yılda yaşananlardan sonra yeni bir terör dalgası görmezsek, bu ancak küçük bir mucize olur. Bu endişe, Arap petrol devletlerinin İsrail’in politikalarından bu kadar rahatsız olmasının başlıca nedenlerinden biri. Filistinlilere derin bir sempati duymuyor olabilirler, ama onların yaşadığı trajedinin radikal gruplar için güçlü bir propaganda malzemesi olduğunu ve kendi başarısızlıklarını gözler önüne serdiğini iyi biliyorlar.
Filistin sorunu çözülmediği gibi, barış ihtimali her geçen gün daha da zayıflıyor
Değişmeyen bir şey daha var: Filistin meselesinde siyasi çözüme yaklaşmak şöyle dursun, muhtemelen hiç olmadığı kadar uzağız.
Ekim 2023’ten bu yana Gazze ve Batı Şeria’da hayatını kaybeden 60 binden fazla Filistinliye rağmen, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda hâlâ sayıca neredeyse eşit sayıda Filistinli Arap ve Yahudi yaşıyor. Bu Filistinlilerin çoğunun siyasi hakkı yok, söz hakları yok denecek kadar az ve kendi devletlerine kavuşma ihtimalleri neredeyse sıfır. Bu durum değişmedikçe, bazıları İsrailli yöneticilere karşı elinden gelen şekilde direnmeye devam edecekler; tıpkı bir zamanlar Siyonistlerin İngilizlere karşı yaptığı gibi, tıpkı roller değişse İsrailli Yahudilerin bugün yapacağı gibi. İki devletli çözüm artık gerçekçi değilse, İsraillilerin, Filistinlilerin ve dünyanın geri kalanının başka bir yol haritası bulması gerekecek. Böyle bir adım atılmadığı sürece, bu sürekli kriz kaynağı varlığını sürdürecek.
Kısacası, Orta Doğu hâlâ derin siyasi bölünmelerin yaşandığı, güçlü aktörlerin diğerlerini baskı altına aldığı, haklarını, seslerini ve varlıklarını tanımadığı bir bölge. İran’ın yaptırımlarla, diplomatik tecritlerle, bölgesel girişimlerden dışlanarak ve en son hava saldırılarıyla köşeye sıkıştırılma çabasında bunu görüyoruz. Filistinlilere devlet hakkını reddetme kampanyasında, hatta ‘Filistin ulusu diye bir şey yok’ söyleminde bunu görüyoruz. Aynı şekilde Arap dünyasının kendi içinde, kralların ve askerî rejimlerin daha fazla özgürlük ve siyasi hak talep edenleri bastırmasında da görüyoruz.
Böylesi koşullar, kaçınılmaz olarak tepki doğurur; bu tepki daha sert baskılara, baskılar ise kalıcı istikrarsızlığa yol açar. Döngü sürekli kendini tekrar eder. Kalıcı bir düzen için güç ile meşruiyet arasında dengeli bir bağ kurulmalı; meşruiyet ise nihayetinde adalet, eşitlik ve siyasi hakların tanınmasını gerektirir. Bunlar eksik kaldıkça, ‘yeni’ Orta Doğu, eski Orta Doğu’dan pek farklı olmayacaktır.”
Bu yazı ilk kez 14 Ağustos 2025’te yayımlanmıştır.
