Jeopolitik belirsizliğin arttığı ve büyük güçler arasındaki rekabetin yoğunlaştığı bir dönemde, Orta Doğu’daki ülkeler hızla değişen dinamiklere uyum sağlamak için dış politikalarını yeniden şekillendiriyor. Bu dönüşüm, artan ABD-Çin gerilimi, küresel düzende artan parçalanma, süregelen bölgesel rekabetler ve yayılan istikrarsızlık gibi birçok kritik unsur tarafından yönlendiriliyor. Türkiye, İsrail, İran ve Körfez ülkeleri gibi kilit oyuncuları içeren kapsamlı bir bölgesel güvenlik ve iş birliği çerçevesinin yokluğunda, bölgesel aktörler çıkarlarını güvence altına almak için küçük çaplı girişimlere ve stratejik bağlantı projelerine yöneliyor.
Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’nden (BRI) ABD öncülüğündeki İbrahim Anlaşması’na ve Hindistan destekli ekonomik koridorlara kadar uzanan bu yeni oluşumlar, bölgesel etkileşimlerin artan karmaşıklığını ve dışlayıcılığını ortaya koyuyor. Bu girişimlerin çoğu, kapsayıcı güvenlik düzenlemelerini teşvik etmekten ziyade, bölgesel rekabeti çözmek yerine daha da şiddetlendiren kuşatma odaklı bir anlayışla şekilleniyor.
Chatham House Orta Doğu ve Kuzey Afrika Programı direktörü Sanam Vakil ve Orta Doğu ve Kuzey Afrika Programı Türkiye İnisiyatifi kıdemli danışmanı Galip Dalay tarafından kaleme alınan bu makale, bu istikrarsız ortamda farklı yaklaşımlarla hareket eden iki etkili aktör olan Türkiye ve İran’ın rekabet halindeki stratejik vizyonlarını ele alıyor.
Yazıdan öne çıkan bölümleri aktarıyoruz:
Türkiye’nin vizyonu: Bölgesel aidiyet yoluyla bölgesel düzen
“Türkiye bölgesel düzen konusunda durağan bir görüşe sahip olmadığı gibi tehdit algılamaları da değişmedi. Bununla birlikte, başta ABD ve Çin gibi dış aktörlerin politikalarından ziyade bölgesel güçlerin çıkarlarına göre şekillenen bir bölgesel düzene verdiği destek olmak üzere, Orta Doğu’nun geleceğine ilişkin pozisyonunun bazı yönleri sabit kaldı. Ankara’nın diğer aktörlerle birlikte Orta Koridor ve Irak Kalkınma Yolu Projesi gibi bölgesel aidiyete dayalı bağlantı projelerini desteklemesi, Ankara’nın bölgesel düzene dair vizyonunu belirginleştiriyor. İran’ın aksine Ankara, ABD’nin bölgedeki rolüne ve varlığına tamamen karşı çıkmıyor. Ancak, ABD’nin bölgesel düzene İsrail merkezli bakışını reddediyor ve Türkiye’nin görüşüne göre kuşatma ve dışlama stratejisine dayanan İbrahim Anlaşmaları ve IMEC gibi ABD destekli girişimlere karşı çıkıyor.
Bölgesel koşullar Türkiye’nin komşularına bakışını ve yaklaşımını önemli ölçüde şekillendirdi. 2011 öncesinde Ankara, yönetici elitlerle daha yakın ilişkiler geliştirmeye ve komşularıyla daha derin ekonomik entegrasyonu teşvik etmeye odaklanan kademeli bir politika izledi. Arap Baharı sırasında Türkiye yaklaşımını değiştirerek bölge devletlerinde siyasi dönüşüm için halk hareketlerini destekledi ve bunun Türkiye’nin öncü bir rol üstlenebileceği ve dış güçlerin etkisinin azalacağı daha meşru bir bölgesel düzene yol açacağına inandı.
Ancak bu strateji istenen sonuçları vermedi ve Türkiye’nin yalnızlaşmasına yol açtı. Bu sonuç, değişen jeopolitik akımlarla birleşince Ankara’yı stratejisini yeniden gözden geçirmeye itti. 2020-21’e gelindiğinde, ekonomik çıkarlarına öncelik vererek ve bölgesel hükümetler ve elitlerle daha fazla iş birliği geliştirerek daha önceki yaklaşımına geri döndü.
Bağlantılar ve nüfuz: Türkiye’nin stratejik koridorları
2020’den bu yana Orta Doğu, ABD’nin öncülük ettiği İbrahim Anlaşmaları (2020), I2U2 (2021) ve IMEC (2023) de dahil olmak üzere çeşitli küçük ölçekli girişimlerin başlatılmasına tanık oldu. Türkiye, söz konusu projelerin Türkiye, İran ve Filistin meselesini dışlayarak ABD’nin desteklediği Arap-İsrail iş birliğine dayalı bir bölgesel düzeni desteklediğini ve İsrail ile ilişkilerin normalleşmesine Arap devletlerinin çıkar ve isteklerinden daha fazla öncelik verdiğini ileri sürerek bu projeleri şiddetle eleştiriyor. Ankara’nın bakış açısına göre bu vizyon sadece Türkiye’nin çıkarlarına aykırı olmakla kalmıyor, aynı zamanda Ankara’nın işlevsel bir bölgesel düzen için gerekli gördüğü bölgesel aidiyet ve meşruiyetten de yoksun.
Buna karşılık Türkiye’nin girişimleri öncelikle kendi çıkarları ve bölgesel düzen vizyonu tarafından yönlendiriliyor. Ankara, diğer bölgesel aktörlerle birlikte iki büyük bağlantı projesine Irak Kalkınma Yolu ve Orta Koridor projelerine öncülük ediyor. Her iki proje de ilki Hint Okyanusu’nu Irak ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya, ikincisi ise Avrupa’yı Orta Asya, Güney Kafkasya ve Türkiye üzerinden Çin’e bağlayan iki ticaret yolu inşa ederek Türkiye’nin coğrafi konumundan yararlanıp ekonomisini ve bölgesel stratejik önemini güçlendirmeyi amaçlıyor.
Her iki projenin de temelinde özellikle kilit paydaşları Irak, Katar, Türkiye ve BAE olan Irak Kalkınma Yolu Projesi gibi bölgesel aidiyet mantığı yatıyor. Kalkınma Yolu kendisini Hint Okyanusu ile Avrupa arasındaki en uygun maliyetli güzergâh olarak sunarken, Orta Koridor Çin ile Avrupa arasındaki en kısa kara yolunu sunuyor. Her iki proje de herhangi bir dış gücün stratejik ve jeopolitik çıkarlarına ya da bölgesel düzene bakış açılarına veya herhangi bir bölgesel aktöre yönelik kuşatma mantığına dayanmıyor. Ancak her iki proje de bazı kilit aktörleri es geçiyor. Kalkınma Yolu İran ve Irak’taki Kürt bölgelerini dışarıda bırakırken, Orta Koridor Rusya’yı kasıtlı olarak es geçiyor.
Kalkınma Yolu’nun nihayetinde İran ve Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) ile bağlantıları genişletme potansiyeli olsa da bunu yapmak zorlukları tetikleyebilir. Avrupalı aktörler şu ana kadar projeye karşı kararsız kaldılar; İran’ın da projeye dahil olması bu aktörlerin hevesini daha da kaçırabilir. Benzer şekilde, güzergâhın Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’ne uzanıp uzanmayacağı da Türkiye-IKBY ilişkilerinin ve bölgedeki Kürt siyasetinin seyrine bağlı olacaktır. Kalkınma Yolu ayrıca İran’ın dışlanmasıyla Irak’taki giderek kötüleşen güvenlik ortamı ve finansman endişeleri gibi başka kırılganlıklarla da karşı karşıya. İlk aşamanın yaklaşık 17 milyar dolara, ikinci aşamanın ise 38 milyar dolara mal olması öngörülüyor.
Çok türlü bağlantı projesi olarak Orta Koridor, özellikle Avrupa için iki önemli avantaja sahip. Orta Koridor projesi, Rusya’yı es geçiyor ve Çin ile Avrupa arasındaki en kısa kara yolu olma özelliğini taşıyor. Rusya’yı es geçmesi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve ardından Çin’i Rusya ve Belarus üzerinden Avrupa’ya bağlayan Kuzey Koridoru boyunca kargo hacimlerinde önemli bir düşüşe sebep olan Batı’nın Rusya’ya uyguladığı yaptırımlar sonrasında daha cazip hale geldi. Gerçekten de savaşın başlamasından bu yana Orta Koridor boyunca gerçekleşen ticaret hacminde önemli bir artış yaşandı. Bu kararsızlık kısmen katılımcı ülkeler arasındaki yasal çerçeveler ve gümrük rejimleri arasındaki uyuşmazlıkların yanı sıra altyapı uyumsuzluklarından ve koridorun bir geçiş yolu mu, lojistik merkez mi yoksa bölgesel bir inşa projesi mi olduğuna dair genel olarak muğlak yapısından kaynaklanıyor. Ayrıca, Rusya’nın Orta Asya, Güney Kafkasya ve Karadeniz’deki köklü nüfuzu göz önüne alındığında, Moskova’yı es geçmek sanıldığından daha zor olabilir. Dolayısıyla Rusya’nın dışlanması hem bir avantaj hem de potansiyel bir zafiyet teşkil ediyor.
Tahran’ın vizyonu: İran’ın istediği koşullarda çok kutuplu bir bölge
İran’ın bölgesel düzene ilişkin vizyonu, mevcut dinamikleri yeniden şekillendirme, kendisi için daha belirgin bir rol oluşturma ve algıladığı güvenlik tehditlerine yanıt verme hırsıyla şekilleniyor. Tahran, 1979 devriminden bu yana dış etkilerden, özellikle de ABD etkisinden arınmış revizyonist bir düzen geliştirmeye çalışıyor. Bölgesel aktörlerin kendi güvenlik ve siyasi işlerini yönettikleri çok kutuplu bir ortamı savunuyor. Bu perspektif, İran’ın kendisini büyük bir medeniyet gücü olarak algılamasına, bölgede kilit bir karar verici olma arzusuna ve ABD ile yirmi yıldır süren düşmanca ilişkisine dayanıyor. İran-Irak savaşı ve ABD liderliğindeki kuşatma ve yaptırım politikası, İran sistemi içinde paranoyak ve dışlanmış bir dünya görüşünün yerleşmesine neden oldu. Buna karşılık Tahran, bölgesel ağlarını genişleterek ve hem bölgesel hem de Rusya ve Çin ile daha güçlü jeostratejik bağlar kurarak bu yalnızlığı kırmaya çalıştı.
İran’ın stratejisinin merkezinde Hizbullah, Hamas ve Suriye’deki devrik Esad rejimi gibi devlet dışı aktörler ve müttefik devletlerden oluşan bir ağ olan ‘Direniş Ekseni’ yer alıyor. Bu ağ Tahran’a bölgesel güç projeksiyonu, Amerikan ve İsrail varlığına karşı koyma ve Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e yönelik saldırıları ve Gazze’deki savaştan önce İran’ın Doğu Akdeniz’deki stratejik nüfuzunu derinleştirme aracı olarak hizmet etti. Filistin meselesi İran’ın bölgesel söyleminin merkezinde yer alıyor; İsrail’in sürekli kınanması ve Filistinli gruplara verilen destek, İran’ın daha geniş bir direniş yapısını meşrulaştırmak için kullanılıyor.
Dışarıya ve doğuya bakış: İran’ın ortakları ve bölgedeki tepkiler
Tahran, bağlantı projelerinin ABD yaptırımlarına karşı koymak ve kendi stratejik ve ekonomik konumunu ve daha geniş anlamda güvenliğini güçlendirmek için giderek daha önemli olduğunu düşünüyor. İran’ın Basra Körfezi, Orta Asya ve Kafkasya gibi birçok kilit bölgenin kesişme noktasındaki stratejik konumu, çeşitli girişimlerden faydalanmak ve ekonomik büyümeyi, ticari ilişkileri ve genel olarak bölgesel istikrarı güçlendirmek için onu elverişli bir konuma getiriyor. Ancak Türkiye bölgesel projelere ve ortaklıklara öncelik verirken, İran yeni bir bölgesel düzen vizyonuyla uyumlu projeleri ilerletmek için Rusya ve Çin gibi dış güçler ile bağlarına daha fazla önem veriyor.
İran, Hindistan, İran, Rusya ve Avrupa’yı birbirine bağlamayı amaçlayan Uluslararası Kuzey-Güney Ulaşım Koridoru gibi girişimlere aktif olarak katılıyor ve bunu geleneksel geçiş noktalarını es geçen ve kilit bir transit merkezi olarak rolünü artıran hayati bir alternatif ticaret yolu olarak görüyor. Ukrayna’daki savaştan bu yana Tahran ayrıca Moskova ile daha güçlü savunma ve ekonomik bağlar kurarak ticaret ve güvenlik iş birliğini güçlendirmeyi amaçlayan 2025 anlaşmasını imzaladı.
Benzer şekilde İran da Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’nden faydalanmaya çalıştı. 2021 yılında, 400 milyar dolara kadar Çin yatırımı öngören 25 yıllık bir iş birliği anlaşması imzaladı, ancak Pekin’in ABD yaptırımlarına uyması nedeniyle bunun bir kısmı gerçekleşmedi. İran ayrıca Çin, Rusya ve birkaç Orta Asya ülkesini içeren Şangay İş birliği Örgütü’ne tam üyelik için çaba gösterdi ve 2024 yılında Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’dan oluşan BRICS grubuna katıldı. Her iki ittifak da çok kutuplu bir küresel düzeni teşvik etmek için siyasi, ekonomik ve güvenlik konularında iş birliğini derinleştirmeyi amaçlıyor. Bu girişimler henüz İran’ın aradığı ekonomik ya da stratejik güvenliği sağlamış değil ancak Tahran’a ABD’nin kuşatma ve yaptırımlarına karşı bir tampon sunuyorlar.
Ancak İran’ın bağlantılılık hedefleri bölgede tepkiyle karşılanıyor. IMEC veya İbrahim Anlaşması gibi girişimler Tahran’da açıkça dışlayıcı ve düşmanca olarak görülüyor. İran, özellikle İsrail’in İbrahim Anlaşması’nı imzalayan Körfez ülkeleriyle güvenlik ve istihbarat iş birliğini arttırma potansiyelinden endişe duyuyor ve bunu kendi güvenliğine doğrudan bir tehdit olarak görüyor. Her iki girişim de Tahran tarafından İran’ı kuşatma ve izole etmeye ve İsrail’in bölgeye entegrasyonunu güçlendirmeye yönelik ABD öncülüğündeki girişimler olarak algılanıyor. İran, direniş eksenine verdiği destekle İsrail’in bölgeye entegrasyonunu yavaşlatmaya çalıştı. İran, kuzey sınırında Azerbaycan’ın Ermenistan’la savaşta elde ettiği kazanımların sonucu olarak gündeme gelen Zengezur Koridoru nedeniyle yeni bir sorunla karşı karşıya. Proje, İran’ı dışarıda bırakma pahasına Azerbaycan, Türkiye, Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlayan doğrudan bir kara yolu inşa etmeyi amaçlıyor.
Bir türlü bulunamayan ortak zemin: Düzen neden sağlanamıyor?
Türkiye ve İran’ın gelişen stratejileri, geleneksel güç yapılarının rakip vizyonlar, stratejik bağlantı projeleri ve değişen küresel ittifaklar tarafından sınandığı mevcut Orta Doğu düzeninin hem parçalanmışlığını hem de değişkenliğini yansıtıyor.
Her iki ülke de bölgesel liderlik iddiasında bulunmaya ve dışa bağımlılığı azaltmaya çalışırken Türkiye’nin bölgesel aidiyet ve entegrasyonu, İran’ın ise direniş odaklı bir modeli öne çıkaran farklı yaklaşımları bölgesel girişimleri şekillendiren rakip anlayışların altını çiziyor. Birbiriyle örtüşen ve çoğu zaman diğer ülkeleri dışlayıcı olan bu projeler, kolektif güvenlik veya uyumu teşvik etmek yerine rekabeti daha da güçlendirerek istikrarlı ve kapsayıcı bir bölgesel düzeni daha da zorlaştırıyor.”
Bu yazı ilk kez 25 Nisan 2025’te yayımlanmıştır.
