Tarihsel sembollerin güncel siyasi çekişmeler bağlamında işlevselleştirilmesi, uluslararası ilişkilerde giderek daha fazla kullanılan bir enstrüman haline geliyor.
Rekabet içerisindeki ülke yönetimleri, birbirlerine olan tepkilerini göstermek amacıyla tarihi- kültürel sembollere yeni anlamlar yükleyerek ve onları bağlamından çıkartarak, karşılarındaki yönetimi cezalandırmayı, prestij kaybına uğratmayı amaçlıyorlar. Şimdiyi şekillendirmek adına geçmişin bir enstrüman olarak kullanması da giderek artan bu eğilimin bir parçası.
Bu durumun en güncel örneklerinden biri, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da bulunan Kanuni Sultan Süleyman Caddesi’nin adının değiştirilmesi oldu. Her ne kadar basit bir kararmış gibi gözükse de dikkatli değerlendirildiğinde olayın çok farklı boyutlarının olduğu görülüyor. Suudi Arabistan’ın bu kararını tekil bir olay olarak da değerlendirmemek gerekir. Daha önce de Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Mısır da benzer kararlar ve uygulamalarla tarihsel sembolleri siyasi amaçlarla manipüle etmişlerdi. Üç ülkenin Osmanlı Devleti’nin tarihsel sembollerini hedef alan hamlelerinin amacının Ortadoğu’daki Türk-İslam imajını ve bu yolla da Türk dış politikasının menzilini zedelemek olduğu söylenebilir.
Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkileri özellikle 2011’de yaşanan Arap devrimleri sonrası süreçte gerek bölgesel politikalardaki farklılıklar gerekse de ayrışan öncelikler ve siyasi rekabet nedeniyle ciddi hasar gördü. Bu kötüleşme son yıllarda yaşanan 15 Temmuz darbe girişimi, Katar ablukası, Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesi, Muhammed Mursi’nin hayatını kaybetmesi, Libya iç savaşı ve Doğu Akdeniz’deki nüfuz mücadelesi gibi gelişmelerle daha da belirgin hale geldi. Gelinen noktada Türkiye ile bu ülkeler arasındaki gerginlikler iyice gün yüzüne çıkarken, karşılıklı restleşmeler, daha önce görülmemiş bir biçimde, en üst düzey yetkililer tarafından dillendirilmeye başlandı.
BAE’nin amacı ne?
Esasında bu durum Türkiye ile bu ülkelerden herhangi birisinin yaşadığı bir sorun olmanın ötesinde anlamlar taşıyor. Bununla birlikte BAE’nin bölgesel düzeyde Türkiye karşıtı politikaların mimarı olduğu da gözlemleniyor. Nitekim Türkiye ile bölgesel politikalarda en fazla ayrışan ülke olan BAE’nin, Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkeleri de Ankara karşıtı bir pozisyona çektiği değerlendirmesi yapılabilir. BAE’nin bu yöndeki politikasının motivasyonlarının detaylı olarak incelenmesi başka bir yazının konusu olarak ele alınmalı ama yine de özetle üç unsurdan söz edilebilir.
Bunlardan ilki, BAE yönetiminin rejim güvenliği açısından tehdit olarak gördüğü Türkiye’nin Ortadoğu’ya dair siyasi vizyonunu kesin bir surette reddetmesi ve bununla mücadeleyi temel öncelik olarak görmesi. İkinci husus, BAE’deki yönetici elitin Osmanlı Devleti ve dolayısıyla Türkiye’ye karşı besledikleri tarihten gelen husumet. Son olarak da ABD ve İsrail gibi aktörlerin Türkiye karşıtı politikalarını hayata geçirmede BAE gibi bir aktörü taşeron olarak kullanmaları.
Bu motivasyonlarla hareket eden BAE’nin Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayid, 2017’nin aralık ayında Twitter’da yaptığı bir paylaşımda, 1916-1919 yılları arasında Medine valiliği yapan ve Medine Müdafaası’nın kahramanı olarak görülen Fahreddin Paşa’yı hırsız ve bölge halkına zulmeden bir lider olarak tanımlamış ve Türkiye’nin büyük tepkisini çekmişti. Türkiye aleyhine sosyal medya üzerinden olumsuz yorumlarıyla öne çıkan bir diğer BAE’li üst düzey yetkili de Dışişlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Enver Gargaş. Türkiye’nin Osmanlı mirasını yeniden canlandırmak istediğini iddia eden Gargaş, attığı tweet mesajlarında, Ankara’nın Arap coğrafyasındaki gelişmelerle ilgilenmemesi gerektiğini ve Türkiye’nin Arap ülkelerinin ulusal egemenliğini zedelediğini öne sürmüştü. BAE’li yetkililerin söylem düzeyindeki bu girişimleri Suudi Arabistan ve Mısır yönetimleri tarafından da eyleme dökülmüştü.
Mısır’da Türkiye karşıtı siyasi fetvalar, değişen cadde isimleri
Örneğin, Mısır’da 2018 yılında Helvan Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Muhammed Sabri El-Dali’nin hazırladığı bir rapor, Mısır’ı fetheden Yavuz Sultan Selim’in esasında bir işgalci olduğu ve ülkeyi Osmanlı’nın bir vilayeti haline getirdiğini iddia etmişti. Dali, raporunda Yavuz Sultan Selim’in isminin Kahire’nin en büyük caddelerinden birisinde yaşatılmasının kabul edilemez olduğunu ifade etmişti. Bu rapordan hareketle Kahire Valiliği de El-Zeytun semtindeki 1. Selim Caddesi’nin adını değiştirmişti.
Siyasi bir motivasyonla alınmış olan bu kararı aslında Ankara – Kahire ilişkilerinde hükümetler düzeyinde yaşanan sorunların bir yansıması olarak görmek gerekiyor. Zira, yüzlerce yıllık ortak geçmişe sahip olan Mısır ve Türkiye halklarının birbirleri hakkındaki olumlu algıları birçok bağlamda hâlâ kendisini gösteriyor. Her şeyden önce Kahire başta olmak üzere Mısır’ın birçok şehrinde Osmanlı padişahlarının ya da Türk kültüründeki önemli figürlerin isimleri sokak ve meydan adı olarak yaşatılıyor. Ülkede bulunan yüzlerce Osmanlı eseri ve o dönemin figürlerine ait heykeller bu tarihsel geçmişin bir başka tezahürü. Ayrıca özellikle 2011 sonrası dönemde Mısır’da Türkiye’ye karşı olumlu algılar televizyon dizileri, turizm ve Türkiye’nin dış politikasının olumlu yansımaları gibi nedenlerle ciddi biçimde büyümüştü. Türkiye’nin Mısır’ın demokratikleşmesine yönelik desteği Mısır halkı nezdine olumlu biçimde algılanmış ve Ankara’nın bu girişimleri toplumlar arası dayanışma duygusunun pekişmesini de sağlamıştı.
Bu duruma rağmen Mısır’daki Sisi rejimi Türkiye ile bölgesel politikalardaki görüş ayrılıkları ve BAE ile Suudi Arabistan gibi ülkelerle yürüttüğü ittifak doğrultusunda Ankara’ya karşı olumsuz tutumunu kademeli olarak sertleştirdi. Bu hasmane tutumların başka bir örneği de Mısır’daki Fetva Kurumu’nun (Dar al-Ifta) 9 Haziran’da yaptığı Ayasofya ile ilgili açıklama. Bu açıklamada, Ayasofya’nın 537 yılında Bizans hakimiyetindeyken bir kilise olduğu ve Osmanlı Devleti’nin 1453’te İstanbul’u işgaline kadar 916 yıl boyunca kilise olarak kaldığının belirtilmesi Mısır ve Arap kamuoyunda büyük tepki topladı. Kısa sürede büyüyen tepkiler üzerine Fetva Kurumu yeni bir açıklama yaparak İstanbul’un fethinin büyük bir Sufi olan Fatih Sultan Mehmet tarafından gerçekleştiğini ifade etti. Açıklamanın dikkat çeken noktası ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Fatih Sultan Mehmet arasında bir ilişki olmadığının ayrıca vurgulanmış olması.
Darül İfta’nın benzer başka bir çıkışı da 2020’nin şubat ayında Türkiye’nin yurtdışında da en fazla izlenen dizilerinden biri olan Diriliş Ertuğrul’un izlenmesinin dinen sakıncalı olduğunu öne sürmesiydi. Fetva Kurumu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Osmanlı’nın bir dönem yönettiği toprakları yeniden kontrol edebilmek için bu diziyi bir araç olarak kullandığı iddia etti.
Temel görevi dini fetvalar vermek olan bir kurumun doğrudan bir başka ülkenin cumhurbaşkanını hedef alan siyasal içerikli açıklamalar yapması, Mısır’ın uzun yıllar en saygın kurumlarından biri olarak kabul edilen Fetva Kurumu’nun Sisi rejiminin siyasi bir enstrümanı haline geldiğini gösteriyor.
Suudi Arabistan’dan diziler mücadelesi
Tarihsel verilerin güncel siyasete malzeme haline getirilmesi ve siyasi anlaşmazlıklarla bu yöntemle hesaplaşılmaya çalışılması yöntemini benimseyen başka bir ülke de Suudi Arabistan.
Osmanlı’nın yıkılışı sürecinde Batılı güçlerin desteği ile devletleşme sürecini tamamlayan Suudi Arabistan’ın Türkiye ile rekabeti o yıllara dayanıyor. Cumhuriyet döneminde de Türkiye’nin Körfez ve Arap coğrafyasını göz ardı ederek, bu ülkelerle olası iş birliklerini dikkate almaması, Ankara’nın Suudi Arabistan ve bölgedeki diğer ülkelerle yakın ilişkilere sahip olmasını engellemişti. Ancak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) iktidara gelmesiyle birlikte bu bölgeye yönelik politikaların yoğunlaşması iki ülke arasındaki ilişkilerin siyasi boyuttan öteye geçmesine olanak sağladı. Türkiye’nin dış politikadaki hamleleri, ekonomik açıdan kalkınmışlığı, Türk dizilerinin yaygın biçimde izlenmesi ve önemli bir turizm merkezi haline gelmesi Suudi Arabistan’daki kitlelerin Türkiye’ye karşı algılarının ciddi biçimde olumluya dönmesinin önünü açtı. Öyle ki sadece Suudi Arabistan’da değil tüm Körfez coğrafyasında Türkiye başarılı bir model olarak algılanmaya başlamış ve bu ülkelerdeki kitleler reform taleplerini daha güçlü biçimde dillendirmeye başlamıştı. Arap devrimleri süreci ile rejim güvenliği tehdidi yaşayan Körfez ülkeleri yönetimleriyse, halklarının tersine, bu tarihten sonra Ankara’ya karşı açık bir tavır içerisine girdiler.
Suudi Arabistan, Türkiye’nin bölgede kamuoyları nezdinde saygınlığının ve nüfuzunun artmasını engelleyecek adımlar atma amacıyla tarihi ve kültürel unsurları hedef aldı. Bu çerçevede Arap kamuoyunda yaygın bir şekilde izlenen ve bazıları tarihsel içerikleriyle öne çıkan Türk dizilerini yayın hakkını elinde tutan Suudi Arabistan merkezli MBC kanalı, 2018’in mart ayında bu dizileri yayınlamama kararı aldı. 2019 yılında ise MBC kanalı Türk dizilerine alternatif olarak Ateş Krallıkları (Memalikünnar) dizisini hazırlatarak yayınlamaya başladı. Osmanlı Devleti’nin anlatıldığı dizide tarihsel gerçeklikler ciddi biçimde çarpıtılırken, Fatih, Kanuni Sultan Süleyman ve Yavuz Sultan Selim gibi Osmanlı’nın en önemli liderlerine karşı doğru olmayan ve bazı durumlarda hakarete varan sıfatlar uygun görüldü. Bu gibi girişimlerle Suudi yönetimi Arap kamuoyundaki olumlu Osmanlı algısını yıkmayı ve Türkiye’nin yüzyıllar boyunca İslam ülkelerine liderlik eden Osmanlı devletinin mirasçısı olduğu imajını zedelemeyi hedefledi.
Hamleler halklarda karşılık buluyor mu?
Osmanlı Devleti’nin tarihsel varlığını ve kültürel birikimini zedeleme amacının yanında, Türkiye’nin Arap halkları ile olan tarihsel dostluk ve siyasi ortaklıklarını hedef alan bu hamleler, söz konusu ülkelerdeki yönetici elitlerin dönemsel heveslerini yansıtan tercihlerini oluşturuyor.
Bölgede özellikle 2010 sonrasında halkların demokratik özlemlerini kalıcı kazanımlara dönüştürme çabalarını destekleyen ve bu anlamda politikalarını yoğunlaştıran Türkiye’nin, Ortadoğu’da belirli ülkelerin hedefi haline gelmesi, Türk halkı ile söz konusu ülke halklarının arasında husumet olmasını gerektirmiyor.
Nitekim, politika farklılığı dolayısıyla polemikler tarafından yoğun olarak gündeme gelen ikili siyasi ilişkilerin yanında, Türkiye’nin söz konusu ülkeler açısından halen önemli bir turizm merkezi olması, yabancılara yapılan konut satışlarının bu ülkelerin vatandaşları tarafından domine edilmesi gibi gelişmeleri de engellenemiyor.
Kısacası, tarihsel sembollerin yok edilmesi, tarihin yok edilmesi ile eş anlamlı değil. Rejimlerin ortaya koymak istediği politikaların meşruiyetini yok etme çabaları toplumların kolektif hafızalarını yok edemiyor ve bu yolla da sadece siyasi elitlerin dönemsel heveslerini yansıtan hamleler olmaktan uzağa gidemiyor.
Twitter: @numanis
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 23 Haziran 2020’de yayımlanmıştır.