ABD’de yaklaşan başkanlık seçimlerinin sonucu dış politika uygulamaları sebebiyle sadece Amerikan vatandaşlarını değil, tüm dünyayı ilgilendiriyor.
2. Dünya Savaşı’nın bitiminden günümüze kadar geçen sürede dünya siyasetine yön veren en önemli ülke ABD, takip ettiği/edeceği büyük stratejiyle dünyanın ne yöne evrileceğini belirleme potansiyeline ve gücüne sahip.
ABD’nin tercihlerini diğer küresel ve bölgesel aktörler de yakından izleyecek. Zira geleceğin ‘iş birliği ve gelişme’ üzerinden mi yoksa ‘rekabet ve çatışma’ üzerinden mi şekilleneceğini bu karşılıklı etkileşime bağlı.
Kasım 2020’deki seçimlerin sonucunda ABD’nin hangi yola sapacağının izlerini, Başkan Donald Trump ile Demokratların başkan adayı Joe Biden’ın politikalarına ruhunu veren Amerikan düşünce okullarında sürmek mümkün.
Amerikalıların dünyaya bakışını ne belirliyor?
Amerikalıların dünyaya bakışını belirleyen farklı düşünce okulları var ve bunlar genelde iki eksende birbirlerinden ayrılıyorlar. Ulusalcılık ve uluslararasacılık tartışması birinci ekseni oluştururken, Amerikan değerlerinin başkaları tarafından benimsenebileceğine olan inanç noktasındaki görüş ayrılığı da ikinci ekseni oluşturuyor.
Ulusalcı olarak tanımlanan bakış açıları aynı zamanda izolasyoncu ya da içe kapanmacı olarak da adlandırılıyorlar. En önemli ulusalcı bakış açısı, ABD’nin ilk başkanlarından ve kurucu babalarından Thomas Jefferson’un adıyla özdeşleştirilen Jefforsonculuk yaklaşımı. Bu görüşe göre, her ne kadar Amerikan değerlerinin biricikliği ve ahlakî üstünlüğüne (Amerikan istisnacılığı) inanılıyorsa da ABD bu değerleri ülke dışında yaymaya çalışmamalı. Amerikalıların yapmaları gereken, bu değerleri kendi içlerinde en ideal şekilde yaşamak ve bu sayede başkalarına dolaylı yoldan rol modeli ve ilham kaynağı olmak. ABD, başkalarının iç işlerine karışmamalı ve diğer devletlerle uzun sureli stratejik ittifak ilişkileri kurmamalı. Amerikan milliyetçiliğini liberal ve laik temeller üzerinde tanımlayan Jeffersoncular Amerikan değerlerinin başkaları tarafından benimsenebileceği noktasında iyimserler.
Yol haritalarını şöyle özetlemek mümkün: ABD kendi biriciklik algısını korumalı, güvenlik odaklı bir garnizon devletine dönüşmemeli, başkalarına iç işlerine karışması noktasında fırsatlar vermemeli, insanî, askeri ve ekonomik kaynaklarını uzak coğrafyalarda tüketmemeli.
Jeffersonculuk güçlü bir federal devlet yerine olabildiğince âdemi merkeziyetçi bir devlet yapılanmasını ve en ileri düzeyde bireyciliği savunan bir anlayış. Kuruluşundan 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar ABD’nin dünyaya yönelik büyük stratejisi, arada yaşanan dönemsel kopukluklara rağmen, genelde Jefforsoncu izolasyoncu bir karakter sergiledi. Bu bakış açısını ABD siyasetinde daha çok Cumhuriyetçi Parti benimsiyor.
Amerikalılığı tanımlayan temel unsurlar neler?
İkinci ulusalcı bakış açısı, ki son 4 yıldır ülkeyi yöneten Başkan Trump’ın dünyaya yönelik algısıyla büyük oranda örtüşen Jaksonculuk olarak tanımlanan düşünce okulu. 19. yüzyılın ortalarında başkanlık yapan Andrew Jackson’ın adıyla müsemma bu yaklaşıma göre, ABD aslında çok da istisnai bir ulus değil, o da diğer ulus devletler gibi tipik bir ulus devlet.
Bu düşünceyi savunanlar, Amerikalılığı tanımlayan ana unsurları ‘beyaz, Protestan ve Anglo-Saxon köklerden (White, Anglo-Saxon, Proteston – WASP) gelmiş olmak’ şeklinde tanımlıyor. Jacksonculuk, Amerikan ulusal kimliğini ve milliyetçiliğini etnik, dinî ve ırkî temeller üzerine inşa ediyor. Buradan hareketle de, ABD’nin diğer devletlerin iç işlerine karışmaması ve ulus inşası projelerinden uzak durması gerektiğini öne sürüyor. Kontrol edilemeyen küreselleşme, önü alınamayan göç hareketleri ve ülke içinde takip edilen çok-kültürlü kimlik politikaları, bu bakış açısına göre çok tehlikeli zira bunlar WASP vurgusunu zayıflatacak gelişmeler.
Jacksonculuk görüşüne göre, ABD dış politikada tek-taraflılık yöntemini benimseyip, dış ticarette korumacı ekonomi politikaları takip etmeli; egemenliğin diğer devletler ve uluslararası örgütlerle paylaşılması ise asla düşünülmemeli. Küreselleşme, Jacksoncuların inanmadığı bir olgu. Ulusal çıkarları, toprak bütünlüğü ve ekonomik refahın devamı şeklinde tanımlayan Jacksoncu yaklaşım, bu çıkarları savunma adına en sert ve acıtıcı güç unsurlarını kullanmayı meşru görüyor. ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın ama dokunursa da başını ezmek için her şeyi yaparım’ diyen Jacksoncular dış politikada kaba ve hoyrat bir tavrı daha doğru buluyorlar. Onlara göre, başkalarına akıl öğretmek ya da küresel hegemonya peşinde koşup sonu gelmeyen savaşlar yapmak doğru değil, diğer coğrafyalarda ulus-inşası projelerinden de uzak durulmalı. Jacksoncular değerleri etnik, dinî ve ırkî temeller üzerinde tanımladıklarından Amerikan değerlerinin başkaları tarafından benimsenebileceği noktasında da kötümserler. Jacksoncu bakış açısını Amerikan siyasetinde daha çok Cumhuriyetçi Parti’ye gönül verenler destekliyor.
Her iki yaklaşım da uluslararası örgütlere ve ittifak ilişkilerine soğuk bakıyor. Onların gözünde diğer devletleri dost ya da düşman diye ayırmak, hele bunu ortak kimlik ve değerler üzerinden yapmak, beyhude bir çaba. Haliyle ABD’nin geleneksel müttefikleri gözündeki imajının Trump yönetimi süresince neden kötüleştiğini anlamak hiç de zor değil.
ABD’nin içe kapanmasına karşı çıkan üç düşünce
Ulusalcı bakış açılarının karşısında üç tane uluslararasıcı bakış açısı bulunuyor. Liberal uluslararasıcılık, realist/gerçekçi uluslararasıcılık ve yeni-muhafazakârlık. Bunların vazettiği büyük stratejiler birbirinden farklı olsa da paylaştıkları ortak varsayım, uluslararasıcı bir strateji benimsemenin ve izolasyoncu akımlardan uzak durmanın ABD’nin ulusal kimliği ve çıkarıyla daha uyumlu olacağı yönünde. Bu yaklaşıma göre, dünyadan kopma, içe kapanma, ölçek küçültme gibi stratejiler asla uygulanmamalı.
Gerçekçi uluslararasıcılık, ABD’nin bir diğer kurucu babası olan Alexander Hamilton’un adıyla anılıyor. Hamiltoncu bakış açısına göre, ABD diğer devletlerle ticari ilişkiler kurmalı ve dünyanın farklı bölgelerindeki ticari ve ekonomik çıkarlarını savunmak için güçlü bir donanmaya sahip olmalı. Başka ülkelerin iç işlerine karışmak ve nasıl yönetilmeleri gerektiği noktasında onlara akıl vermek ABD’nin işi olmamalı. Küresel ekonomik çıkarlarına zarar gelmemesi için dünyanın önemli coğrafyalarındaki güçler dengesini yakından takip etmeli ve hiçbir devletin bölgesel hegemonya tesis etmesine müsaade etmemeli. ABD, küresel hegemonya peşinde koşmadan ve başkalarını kendine benzetmeye çalışmadan küresel ekonomik çıkarlarını takip etmeli. Dış politikada değer ve ahlak odaklı söylemlerden uzak durulmalı. Hamiltoncu yaklaşım, güçlü bir donanmayı ve diğer ülkelerle kurulacak ekonomik bağlantıları önemli gördüğünden bunları mümkün kılmak adına güçlü bir federal hükûmet ister. Bu bakış açısını Amerikan siyasetinde hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat başkanlar zaman zaman destekledi.
Amerikan küresel hegemonyasının kaynağı
Liberal uluslararasıcılık ve yeni-muhafazakârcılık ise ABD’nin büyük stratejisinin küresel hegemonya olması gerektiğini savunur. Bu hegemonyanın nasıl tesis edileceği noktasında iki okul arasında ciddi farklar olsa da, her ikisi de ABD dış politikasına yön vermesi gereken temel itici dinamiğin Amerikan istisnacılığı ve ABD’nin evrensel değerleri olması gerektiğine inanır. Bu anlayışın en ideal örneğini 1910’larda ABD Başkanı olan Demokrat Woodrow Wilson’un pratiklerinde görürüz. ABD’nin Meksika İç Savaşı’na müdahil olması, 1. Dünya Savaşı’na katılması ve savaş sonrasında kurulan Milletler Cemiyeti’nin oluşmasında kilit rol oynaması, bu yaklaşımın somut örneklerindendir.
Wilsonculuk bakış açısına göre Amerikalılar Tanrı tarafından seçilmiş bir ulustur ve başkalarına medeniyet götürmek ABD’nin ilahi misyonudur. En iyi yönetim modeli ve en ulvi değerler ABD’de yaşandığından başkalarını bu değerler etrafında dönüştürmek ABD’nin hem ahlaki sorumluluğu hem de en önemli dış politika çıkarıdır. Diğer uluslara liberal demokrasi götürmek ve onları küçük Amerikalara dönüştürmek Amerika’nın uzun vadeli güvenliğini de artıracaktır. Küresel rakiplerinin Amerikan imajı etrafında dönüştürülmeleri, bu devletlerin ABD’nin liderliği altında şekillenen liberal dünya düzenine entegre olmalarını mümkün kılacak ve onları potansiyel düşman ve rakip olmaktan çıkartıp ABD ile iş birliği yapan ortaklara dönüştürecektir. 1970’li yılların sonundan önceki Başkan Barack Obama’nın ikinci dönemine kadar ABD’nin Çin’e karşı izlediği dış politika tamamen olmasa da büyük oranda bu anlayışı yansıtır. Bu görüşe göre, 2. Dünya Savaşı benzeri yıkımların tekrar yaşanmaması ve uzun vadeli Amerikan askeri ve ekonomik çıkarlarının korunması için liberal hegemonya stratejisi tek çıkar yoldur. Dünyada orman kanunlarının yeniden işlerlik kazanmaması için dünyanın ABD’nin küresel jandarmalığı altında bir hayvanat bahçesine dönüştürülmesi gerekir.
Liberal hegemonya nasıl kurulmalı: Güç kullanarak mı örnek olarak mı?
Liberal hegemonyanın nasıl kurulması ve Amerikan değerlerinin nasıl yayılması gerektiği noktalarında, liberal uluslararasıcı yaklaşım ile yeni-muhafazakârcı bakış açısı birbirlerinden ayrışır.
İlkinde esas olan, Amerikan hegemonyasının rızaya ve çok-taraflı karşılıklı bağımlılık ilişkilerine bağlı olmasıdır. Her ne kadar en önemli kural koyucu ve düzen kurucu kendi olsa da liberal uluslararası düzenin norm ve kurallarına uymak en başta ABD’nin görevi olmalıdır. ABD değerlerini örnek olmak, karşılıklı bağımlılık ilişkileri geliştirmek ve ikna etmek üzerinden yaymaya çalışmalı, bu süreçte sabırlı olmalı ve düzenin diğer üyelerine kendilerini ifade edebilecekleri kurumsal mekanizmaları sunmalıdır. Uluslararası düzenin kurucu değerleri ve uluslararası hukuk ABD dahil bütün devletlerin üzerinde olmalıdır. Kendi iç pazarını diğer devletlere açmalı ve korumacı ekonomi politikalarından uzak durmalıdır. 1945’ten günümüze ABD dış ve güvenlik politikasına yön veren ana bakış açısı liberal uluslararasıcılık olmuştur.
Yeni-muhafazakârcılık ise çok-taraflılık yerine tek-taraflılığı öne çıkarır, diplomasi ve karşılıklı ekonomik bağımlılık ilişkileri yerine zorlayıcı askerî güç unsurlarını kullanmayı salık verir. Çok-taraflı mekanizmalar ve uluslararası örgütlerin ABD’nin egemenliğini ve kendi başına karar alma kapasitesini sınırlandırdığına inanan yeni muhafazakârlar, Amerikan değerlerinin gerektiğinde askerî güç unsurları kullanılarak yayılmasını meşru görürler. Dış politikaya daha ideolojik ve kimliksel bakarlar; ‘biz ve onlar’ ayrımını yapıp karşı kampta yer alan ülkeleri şeytanlaştırmak, sıklıkla başvurulan pratikler arasındadır. Şeytanlara karşı ancak ‘Haçlı’ seferleri düzenlenebilir, ‘şer eksenleri’ tanımlamalarıyla devletler ABD’nin yanında olanlar ve olmayanlar şeklinde ayrılabilir ve olmayanlar gerektiğinde kaba güç kullanarak dönüştürmeye çalışılabilir. 2003 yılında, ABD’nin Irak’ı işgali sürecinde tüm bu örnekler yaşadı.
Seçimlerde hangi politikalar yarışacak?
Bu arka plandan bakıldığında, Kasım 2020’deki ABD başkanlık seçimleri Trump’ın politikalarına ruhunu veren Jacksoncu/izolasyonist bakış acısıyla Biden’in siyasi geçmişini şekillendiren Wilsoncu/liberal uluslararasıcı yaklaşım arasında geçecek.
Ancak tüm bu düşünce okullarını ABD’nin önümüzdeki dönem olası politikasına dair fikir sahibi olmak amacıyla irdelerken, unutulmaması gereken çok önemli bir husus var: Bu düşünce biçimleri kolaylıkla birbirinden ayrılamaz. Kategorik olarak ‘Cumhuriyetçi başkanlar böyle, Demokrat başkanlar şöyle davranır’ diyemeyiz. Bazen bir başkan başkanlık döneminin farklı zamanlarında farklı dış politika vizyonları benimser ya da bir Demokrat başkanla bir Cumhuriyetçi başkan aynı bakış açısını dış politikalarının merkezine koyabilir.
İster Trump ister Biden kazansın ABD’nin uçlarda bir büyük strateji benimseme lüksü artık yok. Zira son yıllarda yaşanan çok-kutuplu düzene geçilmesi, Çin’in alternatif bir güç bloğu olarak belirmesi, Amerikan halkının daha çok kendi içine dönüp kendi sorunlarına odaklanmayı tercih etmeye başlaması, sonu gelmeyen savaşların bir an önce sonlandırılması noktasında Obama’yla başlayıp Trump’la devam eden küresel hegemonya karşıtı izolasyoncu bakış açısının zemin kazanması, COVID-19’un büyük güçler arası rekabet ilişkilerini körüklemesi ve küreselleşmeye yönelik kuşkuları arttırması, siber güvenlik ve ulus-aşırı göç gibi küresel sorunlarla ilgilenirken küresel koordinasyonun hiç olmadığı kadar önemli olmaya başlaması gibi gelişmeler dünyayı farklı bir yere götürüyor.
Hangi dış politika ne tür sonuçlar verir?
Önümüzdeki dönem ABD için ne aşırı uluslararasıcılık ne de aşırı izolasyonculuk bir alternatif olabilir. Trump kazanır ve aşırı izolasyoncu ve ulusalcı bir çizgi takip etmeye devam ederse, bunun ABD’nin küresel meşruiyetini erozyona uğratacağı, Çin’in yükselişini hızlandıracağı, bölgesel istikrarsızlık ve çatışmaları arttıracağı kesin.
Eğer Biden kazanır ve Trump dönemi hiç yaşanmamışçasına Amerikan hegemonyasını diriltmeyi hedefleyen bir strateji izlerse, bu sefer de ABD altından kalkamayacağı maliyetlerin altına girebilir ve ABD’nin çöküşü daha da hızlanabilir.
İki uç arasında bir büyük strateji benimseneceğini öngörmek mümkün. Çıkarlar ve değerleri arasında optimum dengeyi bulmadan ABD’nin başkalarına pusula sunmak şöyle dursun kendi pusulasını kaybetme ihtimali çok yüksek.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 13 Ekim 2020’de yayımlanmıştır.