İsrail’in Gazze’ye yönelik son saldırıları, ilk bakışta 2008-09, 2012 ve 2014’teki geçmiş büyük çaplı saldırılar ile aynı gibi görünüyordu. Hamas, İsrail tarafına çok sayıda ilkel roket fırlatmış, bunlar da ya düştüğü yerde kimseye zarar vermemiş ya da İsrail’in hava savunma sistemi Demir Kubbe tarafından etkisiz hale getirilerek ufak tefek hasara neden olmuştu. İsrail ise buna cevaben çaresiz durumdaki Gazze halkının üzerine tam on bir gün boyunca kara, deniz ve havadan aralıksız bomba, top mermisi ve füze yağdırarak çok sayıda insanın ölümüne ve büyük yıkıma neden oldu.
Daha önceki saldırılarda olduğu gibi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) dahil hemen her merci, katliamın son bulması için ateşkes çağrısı yaptı. Daha önce olduğu gibi, bu talepler İsrail tarafından reddedildi, ABD tarafından da engellendi. Arap ülkeleri yine İsrail’in saldırılarını kınamaktan öteye gitmedi. ABD, her zamanki sudan bahanesine sığınıp “İsrail’in kendini savunmaya hakkı var” diyerek, dünya kamuoyunun karşısında saldırıların devamı lehine İsrail’e kalkan oldu. Dahası, zaten Gazze, Batı tarafından “terör örgütü” kabul edilen Hamas’ın yönetiminde olduğu için her şey mübahtı.
Gazze semalarını kaplayan dumanlar dağılırken, evleri yıkılan on binlerce Filistinli yerlerinden olmuş, 2 binden fazlası yaralanmış, en az 255 kişi de yaşamını yitirmişti. Değişen bir şey yok gibiydi. Gazze’nin yönetimi hâlâ Hamas’ın elindeydi. Nüfusu iki milyonu aşan yoksul halkı, daimi bir hapis hayatı yaşıyordu. Sınırın İsrail tarafı, silahlı askerler tarafından korunuyordu. Filistinlilerin neredeyse hiçbiri, işsizliğin yüzde 50’leri bulduğu, nüfusun yüzde 80’inin insani yardımlar sayesinde hayatını idame ettirdiği, dört bir yandan abluka altına alınmış bu küçük toprak parçasının sınırları dışarına bile çıkamıyordu.
Baktığınızda ortada yeni bir şey yok gibiydi. Sanki tek yapabileceğimiz, bir sonraki şiddet dalgasının ne zaman geleceğine dair tahminde bulunmaktı. Fakat bu kez her şey aynı gibi görünen bu manzara yanıltıcı olabilir.
Meselenin özü
Filistin, son birkaç ayda siyasi mücadele kanadında önemli bazı sembolik zaferler kazandı, ki sanılanın aksine bu sahada elde edilen başarılar, nihai kazananın belirlenmesinde savaş meydanlarına kıyasla çok daha etkilidir.
Uluslararası Ceza Mahkemesi Ön Soruşturma Dairesi, mahkeme savcılığının İsrail’in, İşgal Altındaki Filistin Toprakları Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’de 2014’ten beri işlediği uluslararası suçlarla ilgili resmî bir soruşturma başlatabileceğine hükmetti. Savcının elinde, 2014 yılında Gazze’ye düzenlenen saldırıda, 2018’de İsrail sınırındaki Büyük Dönüş Yürüyüşü sırasında ve Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerinin yayılmasıyla ilgili olarak orantısız ve aşırı şiddet kullanıldığına dair epey bir kanıt olduğu açıktı.
Bugüne dek Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından tek bir İsrailli yetkili hakkında bile kovuşturma yapılmamış olsa da, bu karar, Filistinlilerin İsrail’in suçlarına ilişkin iddialarının doğrulanması anlamına geliyor ve dahası, İsrail de bunun farkında. Yoksa Netanyahu niçin böyle bir kararı “saf Yahudi düşmanlığı” diyerek basite indirgeyerek karşılasın ki? İsrail tarafı zaten uzun süredir BM’nin taraflı olduğu konusunda ısrar ediyordu, ama daha önce hiç kendisi hakkında yasal bir kovuşturma yürütürken iyi niyet karinesi çerçevesinde hareket eden uluslararası bir kurumu karalamamıştı.
Filistin açısından daha da büyük bir zafer ise İsrail’in yetkisi altındaki Filistinlilere ayrımcı davrandığının tespit edilmesi oldu. Hem İsrail’in önde gelen insan hakları kuruluşlarından B’Tselem, hem de insan hakları alanında dünyanın en önemli sivil toplum kuruluşu kabul edilen İnsan Hakları İzleme Örgütü, İsrail’in politika ve uygulamalarının ayrımcılık teşkil ettiğini ortaya koyan raporlar yayınladı. Her ikin raporun da tavsiye bölümleri, uluslararası hukukun uygulanması çağrısında bulunurken, tüm ülkelere, bu ayrımcılığın önlenmesi yönünde adımlar atma sorumluluğu da yüklüyor.
Meşruiyet Savaşı neden önemli?
Bu gelişmeler, benim çatışmanın Meşruiyet Savaşı olarak adlandırdığım boyutu açısından büyük zaferler. 1945’ten bu yana yaşanan sömürgecilik karşıtı savaşları incelediğimizde, hukuki ve ahlaki üstünlük sağlamak ve kamuoyunun onayını almak için verilen bu tür meşruiyet savaşlarında galip gelen tarafın, genellikle siyasi sonucu da belirleyen taraf olduğu açıkça görülüyor. Fransızlar, silah üstünlüklerine rağmen Çinhindi ve Cezayir savaşlarını kaybettiler. ABD, Vietnam’da savaş meydanına tamamen hakim olduğu halde yine de savaşı kazanamadı.
Meşruiyet konusunda Filistin’e en yakın örnek, Güney Afrika’daki ırkçı rejimin, tekelinde bulunan tüm o güvenlik imkanlarına rağmen çökmesi olabilir. Rejimin çöküşünde, kaynağını ırkçılık karşıtı sivil toplum girişimlerinden alan pasif direniş ve küresel dayanışma çabalarının apartheid yönetimini seçeneklerini yeniden değerlendirmeye sevk etmesi etkili oldu. Yönetim, uluslararası toplum tarafından dışlanmış bir devlet olarak yaşamaya devam etmek yerine, ırkçı rejimi feshedip anayasal demokraside şansını denemeye karar verdi.
Filistin’in sembolik zaferlerinin geleceğe etkileri
İsrail’in kısa bir süre önce son bulan Duvarların Muhafızı adlı askerî operasyonu, Filistin’in kazandığı bu sembolik zaferlerin birtakım etkilerini de gözler önüne serdi. En çok dikkat çeken etkiler arasında şunları sayabiliriz:
- İsrail içinde, önceki askerî operasyonlarda hiç görülmemiş bir bölünmenin işaretleri;
- Halkın yüzde 72’sinin ateşkesin çok erken ilan edildiğini, yani İsrail’in Washington dahil uluslararası baskılara boyun eğdiğini düşündüğünü gösteren kamuoyu araştırması sonuçları;
- İsrail kentlerinde Filistinli Arap-Yahudi toplulukları arasında yaşanan şiddet olaylarının daha fazla gündeme getirilmeye başlaması;
- Batı medyasının şiddet meselesine daha dengeli yaklaşarak, Filistinlilerin işgal altında yaşadığı sefaleti daha önce örneği görülmemiş biçimde haber yapması;
- Gazze’de abluka altında yaşayan sivil halkın, COVID salgınının ortasında, üstelik tıbbi hizmetler ve sağlık sistemi iyice bitik durumdayken topluca cezalandırılmasına yönelik geniş çaplı kınama;
- İsrail’in Kudüs’te Ramazan ayında ibadet edenleri hedef alan saldırıları gibi şiddet eylemlerine ve sağ görüşlü yerleşimcilerin İsrail polisinin himayesinde gerçekleştirdikleri şiddet içerikli provokasyonlara karşı Filistinlilerin ortak tepki göstermeye başladığına dair yeni işaretler ve Filistinli mültecilerin Lübnan ve Ürdün sınırında toplu halde düzenledikleri gösteriler;
- İsrail’e yönelik desteğin zayıflaması ve ABD’nin İsrail’e olan koşulsuz desteğinin giderek daha fazla eleştirilmeye başlaması;
- Pek çok ülkede Boykot, Tasfiye ve Yaptırım kampanyası ile diğer sivil toplum girişimlerine ve yanı sıra Filistinliler için adil bir barış isteyen işçi sendikaları ve dini cemaatler tarafından başlatılan, boykot ve yaptırım yanlısı dayanışma hareketlerine yönelik desteğin giderek artması.
Son saldırılar Filistinliler için bir dönüm noktası olabilir mi?
Pek çokları için Güney Afrika’daki apartheid rejiminin sonunu getiren dönüm noktası, Sharpeville Katliamı idi. Olay, Afrikalıların ayrımcılığa neden olan ve insanların hareket özgürlüğünü kısıtlayan geçiş yasalarını protesto etmek için Sharpeville karakolu önünde bir protesto eylemi düzenlemesiyle patlak verdi. Polisin açtığı ateş sonucunda 69 kişi hayatını kaybederken, pek çok kişi de kaçmaya çalışırken sırtından vuruldu. Yaşanan bu olayla tüm dünya, ırk ayrımcılığının ne olduğunu görmüş oldu.
Tabii tarih ileride bizlere Duvarların Muhafızı operasyonunun bir dönüm noktası olduğunu gösterecek olsa bile, bu, İsrail ayrımcılığının çökmenin eşiğinde olduğu anlamına gelmiyor. Sharpeville Katliamı 1960’da gerçekleşti, ama aparthed rejiminin yürürlükten kalkması 1990’ların başını buldu. Bu tür öngörülerin gerçeğe dönüşmesi çoğunlukla uzun zaman alır.
Filistinlilerin çilesi de elbette henüz bitmedi, ama bugün ilk kez bitme ihtimalini tahayyül edebiliyoruz!
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 9 Haziran 2021’de yayımlanmıştır.