Anlık ve sığ okumalarla dünyaya ve Ortadoğu’ya bakanlar, 2013’te Mısır’da Sisi darbesi ve Suriye iç savaşıyla Arap dünyasındaki devrim dalgasının ilanihaye bastırıldığını ve karşı-devrimlerle sözde “otoriter istikrar”ın yeniden tesis edileceğini zannetmişlerdi. Oysa dünya tarihini bilenler ve sahaya odaklanarak Ortadoğu’nun iç siyasi, iktisadi ve toplumsal yapısına vâkıf olanlar, ne kadar bastırılmaya çalışılırsa çalışılsın, statükonun sürdürülemezliğinin ve sosyoekonomik krizlerle malul bölgenin tekrar tekrar patlayacağının farkındaydılar. Nitekim 2019’a gelindiğinde ilk dalgayı sağ salim atlatabilmiş Sudan, Cezayir, Irak ve Lübnan ikinci isyan dalgasının merkez üssü oldular. Önümüzdeki aylarda ve yıllarda küresel ve bölgesel sistemsel krizlerin ağırlaşmasıyla bunlara yenilerinin ekleneceği de aşikâr.
Arap halk hareketlerinin tekrar yaşanacağını düşünen bölge uzmanları arasında iki Fransız gazeteci Alain Gresh ve Jean-Pierre Sereni de vardı. Kasım ayı sonunda yayınladıkları “Tarihsel Perspektiften Arap Devrimleri” başlıklı yazılarında konuyu ele alıp geleceğe yönelik tahminlerde bulundular.
Arap Devrimleri’nin muhtelif nedenleri olsa da deneyimli yazarlar, neoliberal iktisadi politikaların iflası ve yeni bir iktisadi ve toplumsal düzen tahayyülsüzlüğü üzerinden meseleyi ele aldılar.
Geçmişte Le Monde Diplomatique gazetesinin baş editörlüğünü yapmış, halihazırda dört dilde yayın yapan Orient XXI adlı online derginin kurucusu ve yayın müdürü, ayrıca Ortadoğu Uzmanı Fransız Gazeteciler Derneği Başkanı Alain Gresh ve Kuzey Afrika, Körfez ülkeleri, enerji ve işletme alanlarında uzman gazeteci, L’Express dergisi Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Jean-Pierre Sereni makalelerinde, öncelikle Aralık 2010’da başlayan ilk Arap halk ayaklanmaları dalgasının akabinde 2013’te gelen karşı-devrimlerin nedenlerini şöyle açıklıyorlar:
“O dönemde hem baskı hem de (Körfez ülkelerinden veya petrol gelirinden) sıcak para akışıyla ve az çok da şeklî tavizlerle eski düzenin dirençliliği teyit edilirken, iç savaş tehdidi her kesimden protestocu için bir caydırıcı unsur olmuştu.”
Protestocuların geçmişten aldığı ders ne?
Yazarlar, 2019’a gelindiğinde bölgede devrimin kıvılcımının yeniden alevlenmesiyle başta Batı olmak üzere ‘istikrar’ın geri geldiği yanılsamasını besleyenlerin ağız değiştirmek zorunda kaldığına dikkat çekiyorlar.
Yazarlara göre, ikinci dalgayı tetikleyen saikler ilkiyle aynı:
“Otoriter güç yapılanmalarının halk üzerinde hâkimiyet kurması, böylelikle her an herkesin -illa siyasi nedenler olması gerekmez- tutuklanabilmesi, hapse atılması, merhametsizce muamele ve işkence görmesi; özellikle gençler arasında iyice artan işsizlikle ve gün geçtikçe derinleşen muazzam eşitsizliklerle katlanılamayacak hale gelen toplumsal şartlar.”
Uygulanan baskının gaddarlığına rağmen silahlı mücadele reddediliyor, protestocuları mezhepsel temelde bölme girişimleri boşa çıkarılıyor ve ‘yabancı komplolar’ heyulasının maskesi düşürülüyor. Protestocular, hakiki cepheleşmenin sözde laik gruplar ile sözüm ona İslamcılar arasında olmadığının da artık farkına varmış durumdalar.
Öte yandan “Ortadoğu dünyadaki en eşitsiz bölge! Toplumsal adaletsizlik, 2011’dekinden çok daha fazla bu dalganın tam merkezinde,” diyerek durumun vahametine de dikkat çekiyor ve protestocuların geçmişten ders aldığını da ekliyorlar:
“Irak ve Sudan’da, uygulanan baskının gaddarlığına rağmen silahlı mücadele reddediliyor, protestocuları mezhepsel temelde bölme girişimleri boşa çıkarılıyor ve ‘yabancı komplolar’ heyulasının maskesi düşürülüyor. Yine protestocular hakiki cepheleşmenin sözde laik gruplar ile sözüm ona İslamcılar arasında olmadığının da artık farkına varmış durumdalar.”
Yeni bir iktisadi ve toplumsal düzen mümkün mü?
Ancak yazarlara göre protestocular “Bir büyük zorlukla, 2011-2012’de etrafından dolandıkları bir engelle yüzleşiyorlar: Yeni bir iktisadi ve toplumsal düzen tahayyülü.” İşte Arap Devrimleri’nin baştan beri karşı karşıya olduğu, ancak gerek entelektüel gerekse siyasal çevrelerde bir türlü hakkıyla gündeme gelmeyen ve tartışılmayan en kritik mesele de bu.
Gresh ve Sereni, yazının devamında bu kritik meselenin geçmişine şöyle ışık tutuyor:
“Bu işin zorluğunu kavramak için İkinci Dünya Savaşı sonuna, sömürgelerin bağımsızlığa kavuşması ve -Batı’nın askeri üslerinden kurtuluş ve Batı nüfuzunun sona ermesi talebinin eşlik ettiği- hakiki siyasi bağımsızlık mücadelelerine geri gitmek lazım.
Eski sömürgeler veya ‘himaye altındakiler’ kendi doğal kaynaklarını ellerine almaya, güçlü bir kamu sektörü kurmaya ve tarım reformunu hayata geçirmeye kararlıydılar. Bu proje, Mısır’dan Irak’a, Cezayir’den Suriye’ye kadar fiilen uygulandı. Okullaşma ve sağlık sisteminin yayılması, nüfusun en fakir kesiminin hayat şartlarını ciddi şekilde iyileştirdi. Bu seçenekler dönemin iki süper gücünden bağlantısızlığı hedefleyen bağımsız bir dış politikayla da desteklendi. Sıklıkla -her yerde hazır ve nazır olan polis aygıtı ve sivil hürriyetlerin sertçe kısıtlanması şeklinde- ödenen ağır bedele rağmen, 1960’lar ve 1970’lerde -ister iktidar isterse muhalefet olsun- epeyce bir siyasi aktör bu programı benimsedi.”
Yazarların sözünü ettiği bu dönemde, yani 1950’lerden 1970’lere kadar -çoğunlukla askeri bürokratlar eliyle- Arap milliyetçiliği ile sosyalizmin karışımı politikalar uygulanmış; bu politikalar, bağımsızlığını yeni kazanan Arap ülkelerinde bir kısım meseleleri çözse de hızla yaşanan iç göç ve kentleşme, siyasal temsil sorunu, baskı politikaları, gelir eşitsizliği gibi yeni birtakım problemler doğurmuştu. Orta ve uzun vadeli sonuçları düşünülmeden popülistçe uygulanan politikalarla sorunların katlanarak büyümesi de sonunda sistemin tıkanmasına yol açmıştı. Bu tıkanıklığı aşma adına 1980’lerde uygulamaya konan ekonomik neoliberal reçetelerse sorunları iyice içinden çıkılmaz bir hale getirmişti.
Bugün yeni bir demokratik siyasi kültür ortaya çıkmaya başladı; ama ‘borçlarını öde’ ve ‘piyasanı aç’ şeklinde özetlenmeyecek iktisadi programlar gerekli.
Yazarlar, bu tıkanma ve geçiş sürecinde dönüm noktalarından biri olarak Haziran 1967’de Arap ülkelerinin İsrail’le savaşta aldığı mağlubiyeti zikrediyorlar. Onlara göre, diğer dönüm noktaları, Arap milliyetçiliğinin güçlü ismi Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır’ın 1970’te ve ülkesini hızla kalkındıran ama kurduğu tek adam rejimiyle de siyasal tıkanıklığa yol açan Cezayir Cumhurbaşkanı Huari Bumedyen’in 1978’de ölümü ve SSCB’nin temsil ettiği ‘sosyalist sistem’in derinleşen krizi. 1973’te petrol kriziyle Körfez monarşilerinin bölgede nüfuzlarının artmaya başlaması da önemli bir köşe taşıydı.
Gresh ve Sereni, özellikle 1980’lerden itibaren Batı’nın bütün dünyaya dayattığı neoliberal iktisadi düzene de değiniyor:
“Uluslararası alanda iktisadi küreselleşme ve neoliberalizmin zaferi, [ABD’nin desteğiyle IMF ve Dünya Bankası arasında zımni bir anlaşma olan ve gelişmekte olan ülkelere ancak belirli şartlarda mali yardım yapılmasını içeren] ‘Washington Uzlaşması’nı dünyanın geri kalanına yutturdu ve böylelikle IMF’nin kavramları kalkınmanın tek yolu haline geldi. Dönemin İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher ‘Başka alternatif yok’ diyordu. IMF’nin hazırladığı, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği’nin desteklediği planlar toplumsal sonuçlar dikkate alınmaksızın uygulandı.”
Uygulanan ekonomik model ve felakete dönen yaşamlar
1970’li yıllardan itibaren Mısır başta olmak üzere, Ortadoğu’ya da yavaş yavaş giren bu iktisadi liberalleşme dalgası, 1990’lı ve 2000’li yıllarda sosyoekonomik hayatı derinden sarstı.
Gresh ve Sereni, bu modelin sonuçlarını ve sıradan insanlar için nasıl bir felakete dönüştüğünü şu şekilde anlatıyor:
“İnfitah adı verilen iktisadi açılım politikasıyla Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat, ülkesini kısa süre sonra diğerlerinin de takip edeceği bir yola soktu. Kamu sektörünün faaliyetleri askıya alındı, bazen de özel çıkarlara satıldı. O andan itibaren seçkinler yüzlerini Washington’a, sırtlarını ise Filistinlilere ve ‘eski’ milliyetçi taleplere döndüler. Sivil hürriyetler bakımından bu dönüşümden hiçbir kazanım sağlanamadı; zira muhtelif kolluk kuvvetleri her türlü siyasi faaliyeti bastırıyordu.”
“Serbest ticarete dayalı bu neoliberal model sıradan insanlar için bir felakete dönüştü. Özel sektör, kamunun görevlerini üstlenmediği gibi yağmalarının tüm meyvelerini vergi cennetlerine yatırdı. Milyonlarca iyi eğitimli genç, ülkelerinde doğru düzgün işler bulamadı ve birçoğu, hayatlarını riske atma pahasına yurtdışına göçtü. 2008’de piyasanın çöküşü, -salt Arap dünyasıyla sınırlı olmayıp Yunanistan veya Şili’de de görülen- krizin doğasını teyit etti. Dahası, bütün bu sürece küresel ısınmanın kimi bölgeleri yaşanmaz kılma tehdidi eşlik etti.”
Ortaya çıkan yeni demokratik siyasi kültür
Hâlihazırda sistemsel krizlerle boğuşan Ortadoğu’da ve dünyada hem siyasal hem sosyoekonomik yeni bir düzene acilen ihtiyaç olsa da ortada uygulanabilecek doğru düzgün bir model yok. Yazarlar da makalelerinde şu noktaların altını çiziyor:
“Bugün yeni bir demokratik siyasi kültür ortaya çıkmaya başladı; ama ‘borçlarını öde’ ve ‘piyasanı aç’ şeklinde özetlenmeyecek iktisadi programlar gerekli. Ancak artık Çin tarzı devlet kapitalizmi dışında elde mevcut başka bir model yok. Çin modeli de dış kaynak kullanımı (outsourcing) ve yerel iş gücünün acımasızca sömürülmesi gibi gayriinsani taktikleri içerdiğinden, -piyasaların kapanması ve göçün her geçen gün daha tehlikeli hale gelmesi nedeniyle dış kaynak kullanımının artık demode olduğu- günümüz dünyasında öyle kolayca uygulamaya geçemez.”
Yazarlar, “Peki, ne yapılmalı?” sorusu altında önemli tespitlerde bulunuyorlar:
“Birçok Batılı liderin düşündüğünün aksine, istikrar, derinlemesine siyasi dönüşümler olmadan yeniden tesis edilemez. Mevcut seçkinleri iktidarda tutmak, kaosun ağırlaşması anlamına gelir ki bu da doğrudan el-Kaide, IŞİD ve henüz daha doğmamış benzer başka hareketlerin ekmeğine yağ sürer. Dar, dik ve engellerle dolu diğer yol ise yeni filizlenen çoğulcu kültürü ve insanların gerçek ihtiyaçlarını karşılamaya dayalı milli ekonomilerin gelişmesini içeriyor. Ve bu da neoliberal mantıktan ve dizginlenmeyen serbest ticaretten kopuşu zorunlu kılıyor.”
Bu tespitlerin ardında Gresh ve Sereni, Fransa ve Avrupa Birliği için şu kritik soruyla yazıyı tamamlıyorlar: “Bu seçeneklerin yanında olacak mıyız, yoksa -bizim de ağır bir bedel ödemek zorunda kalacağımız bir istikrarsızlığı sadece ve sadece daha da derinleştirecek- modası geçmiş dogmalara yapışıp kalacak mıyız?”
Bu yazı ilk kez 12 Aralık 2019’da yayımlanmıştır.