11 Eylül saldırılarının ardından başlayan terörle mücadele amaçlı savaşlar, 20 yılın sonunda, Amerika’nın Afganistan’dan çekilmesiyle sona erdi. Ne ki amaçlananla sonuç örtüşmeyince terörlü mücadelenin başarılı olup olmadığı tartışmaları başladı.
Çoğunluk, Pensilvanya Üniversitesi ile BAV Group’un ortak araştırmasına göre siyasi, ekonomik ve askeri bağlamda dünyanın en güçlü ülkesi olan Amerika’nın yenildiği kanaatinde. Belli bir azınlık ise Washington yönetiminin kısmi bir başarı elde ettiğini düşünüyor. Peki, hakikat ne?
Pakistan’da İngilizce olarak yayımlanan aylık siyasi dergi Newsline’ın kurucularından olan ve hâlâ genel yayın yönetmenliği görevini yürüten Hassan Hassan, Amerika’nın cihatçı grupların düşünme ilkelerini temelden değiştirdiğini düşünüyor. Derginin internet sitesinde yayınlanan yazısında, Amerika’nın terörle mücadelesi neticesinde cihatçı örgütlerin stratejilerini değiştirdiğini ve bunun kısmi bir zafer sayılabileceğini söylüyor.
Hassan, yazısına tanışma fırsatı bulduğu Ebu Maria el Kahtani kod adıyla bilinen Iraklı Maysara bin Ali’nin öyküsüyle başlıyor. Onun, Saddam Hüseyin’in kurduğu gönüllü milis örgütü “Kudüs’ün Kurtuluşu”na nasıl katıldığını anlatıyor. 2006’da IŞİD adını alacak olan Irak El Kaidesi’nde örgütlü bir din adamı ve savaşçı lideri olarak nasıl yükseldiğini izah ediyor. 2011’de Suriye’ye geçişini, Suriye’de Beşşar Esad hükûmetini devirerek bölgede bir İslam devleti kurmak isteyen cihatçı örgüt El Nusra’nın kuruluşuna önayak oluşunu özetliyor.
Söz konusu grupların son 10 yılda büyük değişimlerin merkezinde yer aldığını belirten Hassan, “Maysara bugün cihatçı dünyadaki çarpıcı dönüşümün canlı örneğidir” diyor ve sözlerine şöyle devam ediyor:
“Maysara gibi pek çok cihatçı, Batı’ya karşı küresel bir cihat yürütmeyi tercih etmediler. Daha çok bölgesel olarak gücün elde tutulmasını önceleyen yeni stratejiyi benimsediler. Dolayısıyla hem IŞİD’e hem de El Kaide’ye meydan okudular. Bunun nedeni ideolojilerinin yumuşamış olması değildi. Modern ordulardan ezici misillemeler beklemenin, fetihlerinden vazgeçmenin, nüfuzlarını boşa harcamanın ve her şeye yeniden başlamaya zorlanmanın en hızlı yolu olduğunu öğrenmiş olmalarıydı.”
11 Eylül’den 20 yıl sonra ne değişti?
“11 Eylül’den 20 yıl sonra Amerika cihatçı grupları dağıtamadı veya yok edemedi, ama onların düşünce yöntemini kökten değiştirdi. Cihatçı düşüncedeki değişimin büyük bölümü, ABD tarafından başlatılan askeri harekâtların yanı sıra cihatçıları yerel çatışmalara sokan ve onları kendi ulusal sınırları içindeki meselelere odaklanmaya zorlayan halk ayaklanmaları ile alakalıdır.
Bazılarının ABD’nin Afganistan’dan çekilmesiyle aşırılık yanlılarının Taliban’ın başarısından çıkardığı ders, sadece cihadın işe yaradığı değildi. Sanılanın aksine, diplomasi ve angajmanın da sürecin gerekli bir parçası olduğuydu.
2021 Ağustosunda uzmanlar, Taliban’ın tahliye sırasında Kabil Havalimanı’ndaki ABD güçlerine nasıl yardım ettiğini ilgiyle izledi. ABD askerleri ülkeyi terk ederken Taliban neredeyse kapıyı tuttu. Tuhaf ve paradoksal görünen şey, aslında son 20 yılda şekillenen cihatçılığın önceliklerini nasıl yeniden değerlendirdiğini inceleyen herkes için öngörülebilirdi.
Şimdi soru, ABD’nin bu dönüşümü tam olarak doğru değerlendirip değerlendirmediğidir. ‘Sonsuz Savaş’ları sona erdirme konusundaki abartılı söylemlere rağmen, Biden yönetimi, esasında hâlâ terörle mücadele doktrinine sahip çıkıyor. Teröre karşı küresel savaş, gizlice devam ediyor. Şimdi, 11 Eylül saldırısından sonraki günlerde benimsenen düşmanın kim ve ne olduğuna dair aynı görüşe dayanan görünmez savaşlar çağına giriyoruz. Bu görüşe göre cihatçılık, hem statik hem de ulus ötesi bir olay. Yandaşlarını gökdelenlere uçurmaktan ve Batı şehirlerinde bombalar patlatmaktan alıkoyan şey, bunu yapma kapasitesinin olmaması.”
Cihatçılık yerel köklerine geri mi dönüyor?
Newsline genel yayın yönetmeni Hassan, yazısında, Maysara’nın uyarıda bulunduğunu, IŞİD’in henüz dünyaca bilinmeden önce Ebu Bekir el-Bağdadi ve yakın arkadaşlarının tutuklamasını önerdiğini söylüyor. El Nusra’nın IŞİD’in birleşme teklifini reddettiğini ve iki örgütün fiili olarak Suriye’de çatıştığını anlatıyor. “Bunun aslında küresel cihatçılığa karşı” bir ideolojik farklılığın ürünü olduğunu belirten Hassan, sözlerine şöyle devam ediyor:
“Maysara da münferit bir örnek değil: Bu tür geleneksel görüşler yeniden ön plana çıkıyor. Çünkü IŞİD’in Irak ve Suriye’deki toprak hilafetinin yenilgisi ve Taliban’ın Afganistan’daki yakın zamanda kazandığı zafer, görünüşe göre bu düşünce çizgisini doğruladı.
Küresel terörizm yerine yerel militanlığa yönelen grupların başarısı, yıkıcı küresel savaşlar vermeye odaklanan ideolojilerin kusurlarını açığa vurdu.
Cihatçı hedeflerin yerelleştirilmesi burada kalıcıdır ve Sünni militanlığın bir sonraki aşamasını anlamanın en iyi yolu, onları El Kaide ve IŞİD’ten önce ki yerel isyanlara bakmaktır. Bir bakıma cihatçılar yeni bir şekle bürünmüyor, sadece El Kaide onları ele geçirip küreselleştirmeden önceki hallerine geri dönüyor.
Ulus ötesi cihat ideolojisi, kökleri yerel sorunlara ve çatışmalara dayanan İslamcı militanlığın uzun tarihinde bir sapma olmuştur. El Kaide ve IŞİD ile bağlantılı grupların izi, bu örgütlerden onlarca yıl önce gelen yerli isyanlara veya sıcak noktalara kadar götürülebilir. Bu gruplar artık kendilerini daha da sağlamlaştırmak için eski kökleriyle yeniden bağlantı kuruyorlar.”
Cihatçılık neden yerelleşti?
Cihatçılığın eski köklere dönüş süreci 2011’deki Arap ayaklanmalarından önce başladığını ve bu tür örgütlerin faaliyetlerini kurumsallaştırmasının zaman aldığını belirten Hassan diyor ki:
“Yerel cihada geçiş, cihatçı bölünmelerin açığa çıkması zaman aldığı için daha önce gerçekleşmedi. El Kaide ile IŞİD arasındaki farkları ele alalım. İki örgüt arasında Irak Savaşı’nın başından beri stratejik ve taktik anlaşmazlıkları vardı. Zerkavi öldükten sonra IŞİD, Usame bin Ladin’e biat etmeyi bıraktı ve liderleri kimseye haber vermeden kendini ‘müminlerin lideri’ ilan etti. Ancak bu tür anlaşmazlıklara rağmen, iki taraf medeni bir söylemi sürdürdü. Bu dinamik 2013’ten sonra büyük ölçüde değişti. Bu, onlarca yıldır var olan farklılıklara rağmen ilk kez cihadın keskin bir şekilde parçalanmasına neden oldu.
El Kaide nasıl öldü?
“2011’de Bin Ladin’in öldürülmesi ve halk ayaklanmalarının ardından El Kaide’nin yeniden canlanması gibi görünen şey, tartışmasız bir yanılsamaydı: El Kaide’nin ölümüne neden olan ve onu eski haline getiren grupların ta kendisi, ona öyle görünmesini sağlayanlardı. El Kaide hala güçlüydü çünkü cihatçılar öyleymiş gibi davranıyordu ve dışarıdakiler bölgedeki çeşitli grupların hala ona boyun eğdiğini varsayıyordu. Tozun yatıştığı ve yeni gerçeklerin ortaya çıktığı bu dinamiğin belirginleşmesi birkaç yıl alacaktı. El-Zevahiri yönetimindeki El Kaide kendi kollarını koruyamadı, Irak ve Suriye’deki önemli kollarını kalıcı olarak kaybetti. Yemen ve Afrika gibi diğer El Kaide şubeleri, topraklarının Batı’ya karşı saldırılar için kullanılmasına izin vermeyeceklerini alenen duyurdular.
Bugün çok az kişi El Kaide’nin can çekiştiğinden şüphe ediyor. Örgütünün işlevsizliği ve liderliğinin yokluğundan çok, cihatçılık ve militanlıktaki temel düzeydeki değişiklikler nedeniyle El Kaide’nin kaderini değiştirmesi çok zor.
Ancak bu, El Kaide’nin sonu anlamına gelmiyor. Zaman geçer ve yerel cihatçı deneyimler başarısız olursa, ‘uzak düşman’a saldırma argümanı bazıları arasında yeniden destek bulmaya başlayabilir. Bu senaryo, terörle mücadele adı altında sivillerin üzerine insansız hava araçları ile bomba atılmaya devam ederse de gerçekleşebilir. Ayrıca cihatçılardan ilham alan bazı kişilerin Batı’ya karşı saldırılar düzenlemeye devam edeceklerini tahmin etmek mümkündür. Ama bugünkü cihatçıların El Kaide’nin 2001’de olduğu gibi hırslı ve cüretkâr olmaları birkaç nedenden ötürü pek olası değil.
Birincisi, El Kaide bugün cihatçılar arasında çok az saygı görüyor. El-Zevahiri, cihatçılar arasında dar bir hayran kitlesine sahip ve bunun nedeni çoğunlukla bin Ladin’in yoldaşı ve halefi olması. El Kaide, bir süreliğine Sünni cihatçı harekete liderlik etmek için bin Ladin ve tanrısız Sovyetlere karşı mücadeleden yeni zaferle çıkan diğerleri aracılığıyla kendilerine sembolizmi sağlayan ulus ötesi Sünni cihatçılığın erken benimseyenlerinden biri olma avantajına sahipti. Bu liderlik rolü bin Ladin’in 2011’de ölümü, Arap ayaklanmalarının patlaması ve müteakip eden cihatçı iç çatışmalarla sona erdi.
İkincisi, cihatçılar saflarına katılanlara kendi kitlelerine odaklanmanın gerekliliğini öğretirler. Bunlar artık ‘elitin cihadı’nı reddediyorlar ve yerel ihtiyaçları karşılayan ‘halkın cihadı’nı savunuyorlar. Bin Ladin’in eski tarzının farklı bir döneme ait olduğunu söylüyorlar.
Üçüncüsü, benzer bir küresel-yerel evrimden geçen Şii meslektaşlarından da ilham alıyorlar. Batı’yı hedef almadılar veya küresel bir hilafet arayışında olmadılar, ancak İran’ın yardımıyla birkaç Arap ülkesini kontrol etmeyi başardılar. Bölgenin İslamcı ortamında Şii gruplar, özellikle İran-Irak savaşından sonra 1980’lerde uluslararası terörizm ve intihar bombacılığına öncülük ettiler. Sünniler Afganistan’da Sovyetlere karşı savaşıyor olsalar da, sadece on yıl sonra, doğrudan Hizbullah’tan ve El Kaide’den öğrenilen Filistin İslami Cihad aracılığıyla intihar bombacılığını ve uluslararası terörizmi benimsediler.”
Cihatçıların son 20 yılda öğrendikleri
“Cihatçılık içindeki değişimler sadece yerelleştirilmiş yaklaşım faydalı olduğu için değil, aynı zamanda söz konusu yaklaşımın alternatifinin maliyetinin yüksek olduğu için gerçekleşmektedir. Cihatçılar, son 20 yılda ılımlı ve caydırıcı bir etkisi olan iki ders çıkardılar. Birincisi, yerel kavgalar önceliklidir, yerel çevreye odaklanarak daha fazlasının başarmak mümkündür ve bu, 1990’larda ve 2000’lerin başında var olmayan bir fırsattır. Arap ayaklanmaları, ABD önderliğindeki teröre karşı savaşın on yılında kendini gösteren bir fırsattı ve bu ayaklanmalara dahil olmak, cihatçılara görüşlerini ılımlılaştırmayı, hırslarını gemlemeyi ve görüşlerini ülkeye özgü bağlamlarda temellendirmeyi öğretti. Artık fildişi kulelerden vaaz veren öncüler olarak değil, topluluklar içinde faaliyet gösteren ve yerleşen isyancılar olarak savaşmak zorundalar.
Diğer bir ders ise ‘başa çıkamayacaksan ABD ile uğraşma’ oldu. Irak ve Afganistan örneklerinde cihatçılar ABD ile ‘uzak düşman’ olarak değil, işgalci olarak savaştı. El Kaide ve IŞİD, savaşı Batı’ya taşırken, Taliban savaşını Afganistan ile sınırladı. Taliban başardı, diğer ikisi başarısız oldu.”
ABD cihatçılara karşı yenildi mi?
“Cihatçılardaki bu dönüşüm, ABD’nin benzer şekilde dış politika önceliklerinde terörle mücadeleden uzaklaşıp iç tehditlere veya büyük güç rekabetine odaklanmaya yöneldiği bir dönemde yaşanıyor. Fakat bu iki yönlü değişiklik, iki tarafın birbirini seveceği anlamına gelmiyor.
Afganistan’daki Taliban’da olduğu gibi, ABD de muhtemelen cihatçıların belirli bölgeleri kontrol altında tutması gerçeğiyle birlikte yaşamayı öğrenecek. Son 20 yılda Afganistan, Suriye, Irak, Somali, Libya, Yemen ve Mali gibi pek çok yerde cihatçılara karşı harekatlar düzenleyen ABD, artık buna daha az istekli görünüyor. Bu vakaların çoğunda ABD’nin, sadece cihatçı oldukları için radikal güçlerin söz konusu bölgeleri kontrol altına almasını engellemekten başka özel bir stratejisi yoktu ve anlaşma veya uzlaşmaya yanaşmadılar.
Bu yaklaşım Taliban ile hafifçe değişti ABD’nin 20 yıllık düşmanıyla angajmana girdi, müzakere masasına oturdu ve bir anlaşmaya vardı. Taliban ve ABD’li savaşçıların Kabil Havaalanı’nın dışında birbirinden sadece birkaç santim uzakta durarak çabalarını arabulucular aracılığıyla koordine ettikleri sahneler akla hayale gelmezdi.
Ancak cihatçılığın devam etmesini ABD için bir yenilgi olarak görmek çok basit kaçar.
Cihatçılıktaki davranış değişiklikleri kısmen ABD liderliğinde yürütülen küresel cihatçılığa karşı harekatların bir ürünüdür. Amerikalılar cihatçılığı mağlup etmemiş veya ortadan kaldırmamış olabilir. Ancak onları uluslararası terörizmin öncüleri olmaktan çıkıp, yerel aktörlere dönüşmesine yardımcı oldular.
Ayrıca bu, neden olduğu tüm yıkım ve sefalet bir yana, teröre karşı savaşın cihatçılığı dönüşüme uğratan habersiz bir başarısıdır. ABD, ulus inşası, insan hakları ve kadınların kurtuluşu hakkındaki söylemlere rağmen, temel hedefine cihatçılığı Batılılar için değil, yalnızca yerel nüfus için bir tehdit haline getirerek başardı. Bu anlamda, teröre karşı küresel savaş aslında kazanıldı. Sadece uğruna savaşıldığı yüksek ideallere ulaşılamadı.”
Bu yazı ilk kez 16 Eylül 2021’de yayımlanmıştır.
https://newlinesmag.com/argument/what-the-global-war-on-terror-really-accomplished/