Rusya-Ukrayna savaşının başlamasının üzerinden neredeyse 5 ay geçti. Savaşın ilk günlerinde, çatışmaların aylar, belki de yıllar sürebileceğini konuşmuştuk. Beklenildiği gibi oldu; savaş devam ediyor, her iki taraf da bir hayli yorgun. Bununla birlikte şu ana kadar geri adım atan yok. Ukrayna yönetimi haklı direnişini sürdürürken, Rusya Donetsk ve Luhansk’taki toprak kazanımlarını olabildiğince geniş tutup, Doğu Ukrayna’da kalıcı olma peşinde.
Sonuç olarak Ukrayna yerle bir ve Avrupa’nın doğusu ile Baltık bölgesi uzun zamandır ilk kez bu kadar gergin ve endişeli. Şu ana kadar en az 35 bin askerini kaybeden Rusya’nın gösterdiği görece düşük askeri performans ise ayrı bir tartışma konusu.
NATO’nun sorunlarına yara bandı
Haziran sonunda Madrid’de yapılan NATO liderler zirvesiyle açıklanan 2030 Stratejik Konsepti’ne göre, Rusya, ittifak üyeleri için artık “en önemli ve doğrudan tehdit”. Soğuk Savaş’ın sona erişinin ardından yaşadığı kimlik bunalımlarıyla oldukça bocalayan; hayatta kalabilmek için yeni tehditlerle mücadeleye odaklanan NATO, Ukrayna kriziyle beraber adeta aradığı can suyunu buldu. İttifakın mimarı ve lider ülkesi ABD, birlik içindeki çatlakları şimdilik sıvamış görünüyor. Başını Almanya ve Fransa’nın çektiği, NATO’dan ayrı bir Avrupa Ordusu kurma fikri şu sıralar rafa kalkmış durumda. Türkiye’nin İsveç ve Finlandiya’nın üyelik başvurusu önündeki engeli de beklenenden daha kısa sürede aşılacak gibi.
Bununla beraber, kanaatimce Rusya-Ukrayna Savaşı NATO’nun konsolidasyonu için ancak belirli bir süreliğine çare olacak. Rusya olmazsa bile bir başka revizyonist güç odağı, ABD ve NATO merkezli mevcut güvenlik mimarisine er ya da geç karşı çıkacak ve bölgesini ya da dünyayı yeniden şekillendirmeyi deneyecek.
Güç kaybının uzun zamandır farkında olan ABD’nin bugün yapmaya çalıştığı, öncelikle Atlantik’te, ardından Basra Körfezi ve Asya-Pasifik’te Batı yanlısı safları sıklaştırmak. Ukrayna-Rusya Savaşı ile Avrupa özelinde bunu belirli oranda gerçekleştirmiş olsa da, örümcek ağı gibi iç içe geçmiş ve bağımlı ilişkilerle bezeli yeni dünyada, enerjiden güvenliğe, ticaretten kültürel hegemonyaya, her alanda tek bir gücün belirleyici olması artık mümkün değil. Uzun bir aradan sonra yeniden uyanan Doğu, ejderhasıyla, ayısıyla, Amerikan kartalına güçlü bir meydan okuma peşinde. Ukrayna krizi kırılan fay hatlarından sadece birisi; onu başka sorun alanları takip edecek.
Bununla beraber, çok sayıda aktörü ilgilendiren bu meselenin gidişatı, artçı sarsıntıların nerede ve hangi şiddette yaşanacağını etkileyecek güçte. Gelin, farklı aktörler açısından, Ukrayna-Rusya krizinin evrildiği son noktaya bir göz atalım:
Batı yolundaki Kiev ne umdu; ne buldu?
Ukrayna Lideri Volodimir Zelenski’yi bu süreçte neredeyse tüm dünya tanıdı. Ukrayna halkının direnişi, onun da güçlü duruşu ile, uluslararası camiadan takdir topladı. Bununla birlikte, Zelenski’nin ülkesini Batıyla “kurumsal anlamda” bütünleştirme çabaları, savaş nedeniyle büyük bir yara aldı.
Şu an Ukrayna; AB ve NATO üyesi olmak yerine, AB ve NATO’dan ekonomik ve askeri destek alan; Batı ile Rusya arasında bir tampon bölge olarak konumlanmış durumda. Daha da kötüsü, Ukrayna; ABD’nin Obama’dan bu yana sürdürdüğü “uzaktan kumandalı” ve “minimum bedel, maksimum çıkar” odaklı liderlik politikasında kendisini, öyle ya da böyle araçsallaştırmış durumda. Son 5 ayda ortaya çıkan resim bize, Ukrayna sayesinde ABD’nin NATO’yu (uzun vadeli olmayacaksa bile) güçlendirdiğini; Rusya’yı yeniden büyük tehdit olarak tanımla(t)dığını; Karadeniz havzasında ve Doğu Avrupa’daki askerî varlığını arttırdığını gösteriyor. Yılların tarafsız ülkeleri İsveç ve Finlandiya NATO’ya kabul edilme pazarlıkları başlatırken, Ukrayna’nın adı artık, olası üye ülkeler arasında geçmiyor. AB üyesi olmasının önü prensipte kapalı olmasa da, bunun kısa vadede gerçekleşeceğinin bir garantisi yok.
Zelenski, ülkenin yeniden inşası için milyarlarca dolarlık dış yardım sözü almış olsa da, “ba’de harabi’l-basra” (“Basra harap olduktan sonra”), bunun ne kadar önemi var? Ukrayna darmadağınken; milyonlarca Ukraynalı göç etmiş ve binlercesi ölmüşken, gelinen nokta, en azından Batıya duyulan güven ve Batılı kimlik için ödenen bedel açısından oldukça düşündürücü. Elbette bu durum, Putin’in gayrimeşru yöntemlerle yakın çevresini tahakküm altına alma ve irredentist hedefler için zor kullanma çabasını, en azından bizim gözümüzde, asla haklı çıkarmaz. Ancak bu durum, Rusya – Ukrayna Savaşı’nın dünyanın her bölgesinde aynı şekilde yorumlandığı anlamına gelmiyor. Asya’da özellikle Çin ve Hindistan’da Putin’in Batı’nın baskılarına karşı haklı bir hamle yaptığı kanısı dikkat çekiyor.
Putin gerçekten kaybetti mi?
Sahada yaşanan tüm iniş çıkışlara ve tarafların çelişkili ifadelerine rağmen Rusya lideri Putin, Ukrayna konusunda Batı’ya kafa tutmaya devam ediyor. Rusya, ABD ve İngiltere’yi Ukrayna’ya silah ve askerî eğitim vermeleri nedeniyle “hibrit savaş” yöntemleri uygulamak ve çatışmaları uzatmakla itham ediyor. Kiev yönetimi son günlerde sadece ABD’den 400 milyar dolarlık bir ek askeri yardım sözü almış durumda. Ukraynalıların Rus vatandaşlığına geçişini kolaylaştıracak yasal düzenlemeleri kabul eden Putin ise Batı’nın Rusya’yı hafife aldığı kanısında. 8 Temmuz’da yaptığı konuşmada “henüz büyük çaplı bir operasyon gerçekleştirmediklerini; Ukrayna’da her şeyin daha yeni başladığını” söyledi.
9 Mayıs 2022’de sınırlı bir zafer ilan ederek, Doğu Ukrayna’daki kontrolünü sağlamlaştıracağını ve savaşın ölçeğini küçülteceğini düşündüğümüz Putin, bu yeni söylemiyle sadece Batıya ve Ukraynalı güçlere gözdağı vermeye mi çalışıyor; orası henüz net değil. Net olan şu ki, savaş her iki tarafa ödettiği ağır bedele rağmen uzuyor. Üstelik bu uzayış, Ukrayna’yla meşgul olan Rusya’nın Suriye’de güç kaybetmesine rağmen yaşanıyor. Kanaatimce Putin, savaşı bir an önce bitirmeyerek, Batı ile pazarlık kartını masada tutuyor. Elinde enerji ve gıda güvenliği gibi iki büyük koz var, ki her iki koz da ABD’yi özellikle Avrupa ile ilişkiler bağlamında hassas bir noktada tutuyor.
AB ekonomisinin lokomotifi Almanya’da şu sıralar resesyon beklentileri konuşuluyor. Ukrayna krizi ile birlikte, ABD’nin Berlin’in Rus doğalgazına bağımlılığından kurtulması yönündeki baskıları arttı. Almanya’nın Rus doğalgazına bağımlılığı Ukrayna savaşının başından bu yana alınan tedbirlerle %55’lerden %35’lere çekilmiş durumda. Rusya’nın “düşman ülkelere”, Almanya’dan ancak Ruble ile doğalgaz alabilecekleri yönünde çağrı yapması, Berlin’i iyice köşeye sıkıştırdı. Yaklaşık 11 milyar Euro harcanarak yapılan Kuzey Akım 2 doğalgaz boru hattı, kriz nedeniyle, aktif hale geçirilemiyor. ABD, Almanya’ya kendi kaya gazını satmayı teklif ediyor. Bununla beraber, ABD’den sıvılaştırılarak Avrupa’ya yollanacak kaya gazının, Avrupa’da tekrar gaza dönüştürülmesi ve farklı ülkelere dağıtılması Rusya’dan alınacak doğalgaz kadar verimli değil. Almanlar bu kışın bir hayli zorlu geçeceği beklentisinde. Doğalgaz tasarrufu ile azalan girdi dengelenmeye çalışılsa da, dışarıdan alınacak doğalgazın öncelikle hanelere verilecek olması nedeniyle, sanayiinin üretim kapasitesinin düşeceği, bunun da ekonomik durgunluğu tetikleyeceği yönünde senaryolar var.
Savaşın başından bu yana bir nokta dikkat çekici. ABD liderliğindeki Batılı ülkeler, Rusya’nın bu savaştan zararla çıktığı; Putin’in iktidarının zayıfladığı; ülkenin uluslararası camia içindeki prestijinin yerle bir olduğu kanısında. Türkiye’deki genel kamuoyu da bu yönde bir düşünce eğilimine sahip.
Oysa Doğu’ya doğru gittikçe, Putin Rusya’sı ile ilgili bakış açısı bu kadar net değil. Yükselen Çin ve Hindistan için Putin, bir çırpıda “Kaybedenler Kulübü” üyesi ilan edilemeyecek kadar değerli. Batı’nın ambargo baskısı altındaki Hindistan bir yıllık doğalgazını şimdiden Rusya’dan alıp depolamış durumda. “Ne olursa olsun Rusya ile stratejik işbirliğini güçlendireceğini” açıklayan Çin ise, yeni bir uluslararası ilişkiler ve ortak toplum inşası için Moskova ile çalışmaya devam edeceklerini söylüyor. Her iki ülkede son yıllarda artan milliyetçi akımlar, Putin üzerinden güç devşirmeye ve ABD’ye kafa tutmaya çalışıyor. Hindistan’daki Modi Hükümeti; ABD, Japonya, Hindistan ve Avustralya’dan oluşan Dörtlü Güvenlik Diyaloğu – Quad gibi ittifaklar üzerinden bir nebze de olsa Batı’ya yakın bir görünüm verse de, Çin için aynı durum söz konusu değil. Pekin yönetimi, ABD ve müttefikleri tarafından etrafının giderek sarıldığı algısına sahip ve bu açıdan Rusya ile kolaylıkla empati yapabiliyor.
Çin’in olası yayılmacılığına karşı Ukrayna bariyeri
ABD Başkanı Biden, Ukrayna krizinde Batı’nın atacağı adımların Çin’in Tayvan planlarını etkileyebileceğini düşünüyor. Dolayısıyla da beklenen artçı sarsıntılardan en az biri Asya-Pasifik ve Çin odaklı. Bu çıkarım, Ukrayna’nın ABD/Batı için, başından beri bölgesel bir kriz olmanın çok ötesinde; küresel bir anlam taşıdığını gösteriyor. Pek çokları için uluslararası camianın ihmaller zinciri Rusya’nın Kırım’ı işgali ile başladı ve bunun çok geç olmadan Ukrayna savaşı ile durdurulması gerek. Bu açıdan yaptırımların güçlü bir şekilde uygulanması ve Rusya’nın ekonomik olarak darboğaza sokulması; günlük yaşam pratiklerinden uluslararası camiadaki saygınlığa, Rus halkının en az yönetim kadar köşeye sıkıştırılması ve dışlanması temel hedef. Bu sayede Rusya üzerinden Çin’e de Soğuk Savaş sonrası ABD liderliğinde kurulan, liberal uluslararası düzende “dilediği gibi hareket edemeyeceği”; eğer bunu yapmaya kalkışırsa “pabucun pahalı olacağı” mesajı verilecek. Tabii Çin bu mesajı ne ölçüde alır; kendisine çeki düzen vermeyi mi yoksa agresif bir dış politikayı mı tercih eder; o da ayrı bir konu.
Son G7 Zirvelerinde Çin’in “öteki” ilan edilmesi ve “oyunu kurallarına göre oynamaya” davet edilmesi boşuna değil. G7 ülkeleri, dünyanın 2. büyük ekonomisi olmasına rağmen “Gruba” alınmayan Çin’in Kuşak Yol Projesi’ne alternatif olarak, 600 milyar dolarlık yeni bir yatırım/destek planı ortaya koyuyor. Plana göre gelişmekte olan, ihtiyaç sahibi ülkeler Çin’in “borç tuzağına” düşmemeleri için, artık Batılı liberal değerleriyle öne çıkan G7 ülkeleri tarafından finanse edilecek; bu sayede Washington Konsensüsü’ne dayalı, demokrasiye endeksli kalkınma programları varlıklarını devam ettirecek. Dolayısıyla da Batılı kimlik ve değerler çıpasına sadık kalan ülkelerin sayısı mümkün olduğunca yüksek tutulmaya çalışılacak.
Her fırsatta barışçıl bir dış politikaya sahip olduğunu ifade eden Çin için, tüm bunlar G7 ülkelerinin “Soğuk Savaş zihniyetinden kurtulamadığının” ve “hegemonyacı anlayışı” sürdürdüğünün kanıtı. Pekin yönetimine göre, Tayvan, Sincan, Tibet ve Hong-Kong gibi G7’nin dikkat çektiği tüm meseleler, Çin’in toprak bütünlüğünü ilgilendiriyor ve G7 gibi kurumların Çin’in içişlerine müdahalesi anlamına geliyor. Bu noktada Çin’in en yumuşak karnı Tayvan. Pekin, bugüne kadar defalarca Tayvan’ın Çin anakarasının bir parçası olduğunu ve önünde sonunda yeniden Pekin yönetiminin kontrolü altına gireceğini ima etti. ABD, Pekin yönetiminin “Tek Çin” politikasını 1970’lerden bu yana kabul etmiş görünse de, Tayvan’la ilgili saldırgan bir tutumu “savaş sebebi” sayabilir. Diğer bir deyişle, ABD Asya-Pasifik’teki çıkarlarını korumak ve Çin nüfuzunun dünya üzerinde daha geniş alanlara yayılmasını engellemek için, Tayvan’ı bahane ederek, Çin ile savaşabilir.
ABD önderliğinde, G7’den NATO’ya, pek çok uluslararası kurum, gelecek dönemin önemli tehdit unsurlarından biri olarak Çin’e işaret ediyor. NATO 2030 Stratejik Konsepti ile, Çin’i ilk kez bir “tehdit unsuru” olarak tanımlamış durumda. Stratejik Konsept aynı zamanda Rusya ve Çin arasındaki artan stratejik ortaklığı, (Batılı liberal) değerlere dayalı mevcut uluslararası düzeni bozmaya çalışmakla itham ediyor. Tıpkı Rusya gibi, Çin de NATO tarafından dezenformasyon yapmakla; siber saldırılar gerçekleştirmekle ve niyetleri konusunda şeffaf olmamakla suçlanıyor.
Görüldüğü üzere, Rusya-Ukrayna savaşı pek çok açıdan uluslararasılaşmış durumda. Çok aktörlü ve bol katmanlı yapısıyla, dünyanın önümüzdeki yıllarda alacağı şekil açısından hayati bir önem arz ediyor. ABD, Rusya ve hatta Çin, bu savaştan öğrendikleri ile yola devam edecek; yeni stratejiler geliştirecekler. Hibrit savaşlar ve dezenformasyon kavramları ilerleyen dönemde daha çok konuşulacak. Bir yandan sert güç kapsamında İHA ve SİHA gibi, yeni askeri teknolojiler gündemden düşmezken, diğer yandan yumuşak güç kapsamında kültür, kimlik ve dış yardımlar aracılığıyla kimin stratejisinin “kalpleri ve akılları aynı anda kazanmaya” yarayacağı tartışılacak. ABD, rakip Çin karşısında liderlik imajını kaybetmemenin yollarını ararken, Çin de dış dünyayı korkutmadan, dış politika hedeflerinin ne olduğuna dair daha şeffaf ve sorumluluk sahibi bir çizgi tutturmaya çalışacak. Her ikisinin işinin hiç de kolay olmadığını eminim hepimiz görebiliyoruzdur.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 19 Temmuz 2022’de yayımlanmıştır.