7 Ekim saldırıları sonrasında meydana gelen çatışmalarda Batı medyasında genel olarak İsrail’in “teröre” karşı “meşru müdafaa hakkı” olduğuna yönelik söylemler yer aldı. Peki, uluslararası hukuk İsrail ve Filistin arasında 75 yıldır süregelen çatışmaları ne kadar tarafsız bir bağlamda ele alıyor? Yoksa Batı tarafından tesis edilen bu hukuk yalnızca İsrail’in haklarını korurken işgal altındaki Filistinlilerin kendilerini savunma hakkını görmezden mi geliyor?
İngiltere’de Kent Üniversitesi’nde uluslararası hukuk dalında dersler veren Shahd Hammouri, Al Jazeera haber sitesi için kaleme aldığı yazısında, uluslararası hukukun İsrail-Filistin çatışması bağlamında nasıl yanıltıcı ve taraflı bir şekilde ele alındığı hakkındaki düşüncelerini aktarıyor.
Yazının öne çıkan bazı kısımlarını paylaşıyoruz:
“İsrail 7 Ekim’de “savaş halinde” olduğunu duyurdu. İsrail’in güneyindeki kasaba ve yerleşim yerlerine yapılan saldırıların ardından İsrail hükümeti “İsrailli sivilleri savunmak için geniş çaplı bir operasyon” başlattığını ilan etti. İki gün sonra Savunma Bakanı Yoav Gallant, Gazze’nin tamamen abluka altına alındığını, elektrik, yakıt, su ve gıda kaynaklarının kesildiğini duyurdu.
O tarihten bu yana İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik hava saldırılarında üçte birinden fazlası çocuk olmak üzere 17 bin 700’den fazla Filistinli hayatını kaybetti. Bölgede 1,7 milyondan fazla insan yerinden edildi ve sivillerin kaçabileceği güvenli bir bölge kalmadı.
Bu ölüm ve yıkımın ortasında, Batı medyası ve siyasi çevrelerindeki hakim söylem, bunun bir “savaş” olduğu, İsrail’in “terörizme” karşı “kendini savunma hakkı” olduğu ve Filistinlilerin içinde bulunduğu durumun “insani” bir mesele olduğu yönünde. Uluslararası hukuktan ödünç alınan bir dille desteklenen bu çerçeveleme, sahadaki gerçekliği tamamen çarpıtıyor.
Şu anda İsrail-Filistin’de yaşanan her şey, uluslararası hukuka göre yasadışı olan sömürgeleştirme, işgal ve apartheid bağlamında gerçekleşiyor. İsrail sömürgeci bir güçtür ve Filistinliler de sömürgeleştirilmiş yerli halktır. Bu koşulları göz önünde bulundurmadan uluslararası hukuka yapılan her atıf gerçeği çarpıtmaktır.
Bir sömürgeci olarak İsrail
İsrail’in sömürgeci bir devlet olarak statüsü Birleşmiş Milletler’in ilk günlerinden beri belliydi. Filistin örneğinin alamet-i farikası ve dolayısıyla çarpıtılmaya ve manipüle edilmeye yatkınlığı, Küresel Güney’in toplu halde sömürgeleştirilmesinin teoride sona erdiği bir dönemde kolonileştirilmiş olması.
Örneğin, Siyonist projenin hayata geçirilmesindeki başlıca aktörlerden biri olan Yahudi Ajansı temsilcisi Ayel Weizman, İsrail devletinin tanınmasının görüşüldüğü 1947 yılında BM Filistin Özel Komitesi’nin oturumları sırasında, o dönemde yaşananları Yahudilerin “Filistin’i kolonileştirmesi” olarak tanımlamıştı.
1950’lerden 1970’lere kadar BM Genel Kurulu tarafından alınan kararlar Filistin’i diğer sömürgeleştirilmiş uluslarla bir tutma eğilimindeydi. Örneğin, 1973 tarihli 3070 sayılı Karar, BM Genel Kurulu’nun “Halkların, özellikle de halen sömürge tahakkümü altında bulunan Afrika halklarının ve Filistin halkının kendi kaderini tayin ve bağımsızlık hakkını tanımayan tüm hükümetleri kınadığını” ilan etmişti.
Benzer şekilde, Filistin’deki durum da apartheid Güney Afrika’daki duruma benzetildi. Örneğin, 1971 tarihli 2787 sayılı kararda Genel Kurul’un “özellikle Güney Afrika’da ve özellikle Zimbabve, Namibya, Angola, Mozambik ve Gine [Bissau] halklarının yanı sıra Filistin halkının Birleşmiş Milletler Şartı’na uygun tüm mevcut araçlarla kendi kaderini tayin etme ve sömürgeci ve yabancı tahakkümünden ve yabancı boyunduruğundan kurtulma mücadelesinin meşruluğunu teyit ettiği” belirtildi.
1967 savaşının ardından İsrail’in Batı Şeria, Doğu Kudüs, Gazze, Sina Yarımadası ve Golan Tepeleri’ni işgal etmesi, BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararına yol açtı. 242 sayılı kararda, giriş bölümünde, “savaş yoluyla toprak kazanımının kabul edilemezliğini” vurgulandı ve “İsrail silahlı kuvvetlerinin son çatışmalarda işgal edilen topraklardan çekilmesi” çağrısında bulunuldu.
Ancak karar metninin İngilizce versiyonunda “işgal altındaki topraklar” ifadesinin kasıtlı olarak muğlak bırakılması, İsrail tarafından yarım yüzyılı aşkın bir süredir işgal ve ilhakını meşrulaştırmak için kullanılıyor. Aynı zamanda İsrail’in yerleşim yerleri inşa etmeye başlamasının da önünü açan bu karar, Filistin topraklarındaki insan haklarının durumuna ilişkin BM Özel Raportörü Francesca Albanese’nin A/77/356 sayılı raporunda Batı Şeria’yı “kolonileştirmek” olarak tanımladığı bir durum.
Sömürgeleştirme ve işgal bağlamı, 1993 yılında imzalanan ve uluslararası anlaşmaya “Filistin-İsrail çatışmasını” sona erdiren bir “barış anlaşması” olarak sunulan Oslo Anlaşmaları ile bir kenara itildi. Elbette sömürgeleştirme ve işgal sona ermedi.
Filistin halkının İsrailli sömürgeciler tarafından baskı altında tutulması ve mülksüzleştirilmesi devam etti.
Savunma hakkı ve direnme hakkı
Sömürgecilik ve işgal bağlamının göz ardı edilmesi, Filistinlilerin yalnızca iki grup olarak, insani bir krizin “kurbanları” ya da “teröristler” olarak sınıflandırılmasını kolaylaştırdı.
Bir yandan, Filistinlilerin içinde bulunduğu kötü durumu insani bir mesele olarak çerçevelemek, bunun temel nedenlerini örtbas etmektedir. Çok sayıda BM ve insan hakları örgütü raporunun da dikkat çektiği üzere, İsrail işgali ve apartheid politikası Filistin ekonomisini harap ederek Filistinlileri yoksulluğa itti. İnsani yardım unsuruna odaklanmak Filistinlilerin dış yardımlara bağımlılığını devam ettiriyor ve hesap verebilirlik ve tazminat taleplerini göz ardı ediyor.
Öte yandan, Filistinlileri “terörist” olarak sunan söylem, İsrail ordusunun amacının her zaman etnik temizlik, tahakküm altına alma ve yerinden etme de dahil olmak üzere mümkün olan her yolla “Filistin sorununu” ortadan kaldırmak olduğu gerçeğini gizliyor. Ayrıca Filistin halkının uluslararası hukukta belirtilen direnme hakkını da inkâr ediyor.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, giriş bölümünde “eğer insan son çare olarak tiranlığa ve baskıya karşı isyana başvurmak zorunda bırakılmak istenmiyorsa, insan haklarının hukukun üstünlüğü tarafından korunmasının şart olduğunu” vurgular. Esasında bu, insan haklarının güvence altına alınmadığı durumlarda tiranlığa ve baskıya karşı isyanın kabul edilebilir olduğu anlamına gelir.
Benzer şekilde, 1950-1970’li yıllara ait birçok BM Genel Kurul kararı, Cenevre Sözleşmelerinin Birinci Protokolü ve Uluslararası Adalet Divanı içtihadı, halkların kendi kaderlerini tayin etmek için ellerindeki tüm araçları kullanarak mücadele etmelerinin meşruiyetine dair kanıtlar sunar.
Elbette, hangi şekilde olursa olsun direnen Filistinliler, uluslararası insancıl hukukun çatışmaların yürütülmesine ilişkin kurallarına tabidir.
Filistinlilerin direnme hakkının inkâr edilmesi, İsrail ve müttefiklerinin sürekli olarak İsrail’in “kendini savunma hakkını” dile getirmeleriyle aynı doğrultudadır. Ancak meşru müdafaa adına silahlı saldırıyı meşrulaştıran BM Şartı’nın 51. maddesi, tehdit işgal altındaki bir topraktan kaynaklandığında kullanılamaz.
Uluslararası Adalet Divanı, İşgal Altındaki Filistin Topraklarında Duvar İnşasının Hukuki Sonuçlarına ilişkin tavsiye kararında (2004) bu ilkeyi yeniden teyit etti.
İsrail’in 2005 yılında askerlerini ve yerleşimlerini Gazze’den tek taraflı olarak çekmiş olmasına rağmen, bölgeyi hala fiilen kontrol altında tuttuğunu belirtmek gerekir. Bu gerçek, İsrail’in son iki aydır Gazze halkının yaşaması için elzem olan gıda, su, tıbbi malzeme, elektrik ve yakıtı kesmesiyle açıkça ortaya çıktı.
Uluslararası insancıl hukuka göre Gazze İsrail tarafından işgal altında ve İsrail fiilen kontrol ettiği bir bölgeden kaynaklanan bir tehdide karşı meşru müdafaayı saldırganlığının meşru bir gerekçesi olarak ileri süremez.
Bu bağlamda İsrail, Gazze’de “meşru müdafaa” bağlamında değil, işgal bağlamında savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve soykırım suçu işliyor. İsrail ordusu ayrım gözetmeksizin ve ölçüsüz bir şekilde patlayıcı silahlar kullanıyor, Gazze’de 1.7 milyondan fazla insanı zorla yerinden ediyor, yakıt, elektrik, gıda, su ve tıbbi malzemelerin tedariğini engelleyerek Gazze halkını toplu bir şekilde cezalandırıyor.
Geçerliliğini yitirmiş savaş kanunları
İsrail ve destekçileri Gazze’deki şok edici sivil ölümlerini meşrulaştırmaya çalışırken sık sık savaş hukukuna atıfta bulunarak “gönüllü canlı kalkanlar” ve “ölçülülük” gibi terimler kullandılar.
Bu iddialar, kusurlu argümanlar ve kanıt eksikliğinin yanı sıra, sömürgeci güçler tarafından oluşturulan ve son derece çağdışı olan bir dizi norma da dayanıyor.
Savaş kanunları sömürge dönemlerinde egemen devletler arasında güç kullanımını kontrol etmek üzere bir araya getirilmişti. Sömürgeler açıkça egemen devletler ile eşit sayılmıyordu ve yasalar yerli halklar, topraklar ve kaynaklar üzerindeki egemenliği sürdürmek üzere tasarlanmıştı.
Bu yasalar çatışmanın tarafları arasındaki güç asimetrisini hesaba katmıyor. Savaş alanındaki teknolojik değişimlere cevap veremiyor. Savaşı şekillendiren ekonomik ve siyasi çıkarları hesaba katacak şekilde tasarlanmadılar. Son 75 yılda, bu eksikliklere meydan okumak için önemli çabalar sarf edildi, ancak Küresel Kuzey devletleri sistematik olarak bu çabaları baltaladı.
Günümüzdeki savaşların çoğunun Küresel Kuzey dışında gerçekleştiği ve savaş endüstrisinden elde edilen kârların ağırlıklı olarak Küresel Kuzey ekonomilerini beslediği düşünüldüğünde bu durum şaşırtıcı değil.
Bu yasaları sahadaki gerçekliğe uygun bir şekilde güncellemek güçlü devletlerin çıkarına değil. Son 20 yılda Küresel Kuzey, savaş yasalarını sömürgecilikten arındıracak şekilde güncellemek yerine, kendi “terörle savaşına” uygun yeni bir çerçeve dayattı.
Bu nedenle, İsrail Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinlileri yok ederken, uluslararası hukukun ana akımda verdiği tepkinin, çarpıtmaları ve yanlış tasvirleri göz ardı eden ve olayları olduğu şekliyle, yerleşimci sömürgeciliği, direniş ve halkın kendi kaderini tayin hakkı olarak nitelendirmeyi reddeden süregelen bir sömürgeci tutumu yansıtması şaşırtıcı değil.
Acımasız şiddet sarmalından kurtulmanın tek yolu, Filistin’deki sömürgeci koşulların tam ve kesin olarak kabul edilmesidir. İsrail, Filistin’deki sömürgecilik, işgal ve apartheid uygulamalarına son vermeli, uzlaşma ve tazminat yoluna gitmelidir.”
Bu yazı ilk kez 13 Aralık 2023’te yayımlanmıştır.