Kudüs’ün 35 km güneyindeki El-Halil şehri adını Hazreti İbrahim Halilullah’tan alıyor. Halilullah, Allah’ın dostu demek. Şehrin İbranice adı Hebron, kelime anlamı ‘dostun evi’.
Hz. İbrahim’in gömülü olduğuna inanılan mağaranın üzerindeki yapının bir kısmı İbrahim Camii, bir kısmı da sinagog. Yılda bir kere, iki taraf ibadet mekânlarını değiştirir ve bir gün boyunca burayı kullanır.
Günümüzde şehrin bir kısmında Filistin Ulusal Yönetimi’nin sınırlı bir otoritesi var, bir kısmını da İsrail yönetiyor.
Bu ibadethane değiş-tokuşu geleneğinin var olması ve adının anlamı, şehrin birbiriyle dost iki topluluğa ev sahipliği yaptığı anlamına gelmiyor.
Tam tersine, tek otorite altında yaşarken bile, şehir katliamlara ve çatışmalara sahne oldu. Şehrin kime ait olduğu ve asıl haksızlığı kimin kime yaptığı konusunda her iki topluluğun da, kuşaktan kuşağa aktardığı anlatıları var. Bu anlatılarda neyin tarihsel gerçek olduğunun ise bir anlamı yok.
Kim haklı, kim haksız, hakça ve adil çözüm nasıl sağlanır gibi konulardan bile önce, en temel sorunu dillendirmek gerek: Uluslararası toplumun ve anlaşmaların önerdiği, Türk dış politikasının da savunduğu iki devletli çözüm gerçekten mümkün mü?
Şehirdeki çatışma, İsrail 1967’de işgal ettiğinden beri daha da içinden çıkılmaz bir biçimde büyüyor ama artık bir fark var; 2000’li yılların ortalarına kadar, uluslararası medya, El Halil’deki çatışmaları haberleştirmek üzere şehri mesken tutardı. Son zamanlarda ise pek uğradıkları söylenemez, zira konu epeydir uluslararası gündemde öncelikli değil.
Bu topraklarda çatışmanın birden fazla nedeni var. El-Halil de tüm bu nedenleri bir araya getiren, çatışmanın yapısını ve arka plandaki derinliğini açıklayan iyi bir örnek.
Zira Filistin sorunu, birden fazla olgunun bir araya gelerek artık birbirinden ayrı değerlendirilemez ve içinden çıkılamaz bir hal aldığı karmaşık bir mesele.
Bu yüzden, kim haklı, kim haksız, hakça ve adil çözüm nasıl sağlanır gibi konulardan bile önce, en temel sorunu dillendirmek gerek: Uluslararası toplumun ve anlaşmaların önerdiği, Türk dış politikasının da savunduğu iki devletli çözüm gerçekten mümkün mü?
ABD’de Trump yönetimi ve özellikle de Başkan’ın damadı ve başdanışmanı Jared Kushner Filistin sorunun çözümü için ‘yüzyılın anlaşması’ adını verdiği, detaylarını henüz açıklamadığı bir öneri üzerinde çalışıyor. Filistin’in başka Kudüs olmak üzere haklarını hiçe sayan ABD’nin bu çalışması da şimdiden tepki çekti. Zaten asıl soru da şu: Filistin sorununun çözümü için iki devletli çözüm öneren planlar mevcut koşullar altında ne kadar gerçekçi?
Niyet olsa bile, icra edecek politik ortam var mı?
İki devletli çözüm, Filistin Yönetimi’nin Batı Şeria ve Gazze’yi içine alan bir devlet olması ve İsrail devletiyle birlikte var olması için geliştirilmiş bir öneri.
Sorunun ve dolayısıyla çözümün temel üç sac ayağı var: Filistin devletinin sınırları, İsrail’in işgalleri nedeniyle yurdundan olmuş Filistinli mültecilerin ne olacağı ve Kudüs’ün statüsü.
Bugüne kadar bu konularla ilgili onlarca öneri yapıldı. Bunların adil olup olmadığı, kimin haksızlığa uğradığı, çatışmayı gidermek için gerçekten bir niyet olup olmadığı sorusunu bir kenara koyalım çünkü burada başka bir gerçek var:
Niyet olsa bile bunu icra edecek politik ortam kesinlikle yok. Zira tarafların birbirine güveni yok, bu da her türlü uzlaşı ve pazarlık ihtimalini daha en başından ortadan kaldırıyor.
Bunun ötesinde İsrail, Netanyahu yönetiminde, dünyadaki trendi takip ederek günden güne muhafazakârlaşıyor ve ülkede milliyetçilik artıyor. Bir zamanlar yalnızca radikallerin söylemi olarak bilinen, İsrail’de bugün artık neredeyse kalmamış olan barış yanlısı kesimlerin tepkisine neden olan, ‘[eğer bir] Filistin varsa, [o da] Ürdün’dür’ tezi, yani, Batı Şeria’ın değil, ama -Şeria nehrinin öte yakasının- Doğu Şeria’ın asıl Filistin olduğu iddiası hüküm sürüyor. Batı Şeria’daki Filistin’in haklarını hiçe sayan bu tez artık on sene öncesine göre daha çok kişi tarafından kabul ediliyor.
Filistin tarafına baktığımızda ise parçalanmış bir yapı görüyoruz. Bir yanda Fetih örgütünün başını çektiği, birçok Filistinli örgütü şemsiyesi altında toplayan, Ebu Mazen (Mahmud Abbas) sonrasında kimin başa geçeceğini bilemedikleri, Arafat’ın mirası bir siyasi yapı var. Diğer yanda da Hamas yönetimi var.
İsrail, Netanyahu yönetiminde günden güne muhafazakârlaşıyor, ülkede milliyetçilik artıyor. Bir zamanlar yalnızca radikallerin söylemi olarak bilinen ‘Filistin varsa, Ürdün’dür’ tezi, artık neredeyse genel kabul görüyor.
Hamas ve Fetih arasındaki anlaşmazlığın sürekli bozulan ve yeniden kurulan bir uzlaşma olduğunun da altını çizmek gerek. Bütün bu politik katmanlara bir de hem Batı Şeria hem de Gazze’deki aşiretleri ve diğer küçük grupları eklediğinizde,mesele bir sorun yumağı haline geliyor.
Yahudi yerleşimciler ve derinleşen sorun
İsrail’deki önemli bir insan hakları örgütü olan B’tselem, Batı Şeria’da 623 bine yakın Yahudi yerleşimci olduğunu tahmin ediyor. İsrail nüfusu her yıl %2 büyürken, Batı Şeria’daki bu nüfus %3,5 büyüyor.
Yerleşimciler İsrail’in nüfus mücadelesindeki önemli araçlarından birisi. İsrail hükümeti yerleşimcilerin işgal ettikleri Filistin bölgelerinde tehdit ve güvenlik problemi olduğunu iddia ederek, bu bölgelerdeki Filistinlilerin hayatlarını zorlaştırıyor ve kendi kontrol alanını genişletiyor.
Yerleşimcilerin günlük olarak takip edildiği haritalara bakıldığında (http://peacenow.org.il/en/category/settlements) Batı Şeria’nın topraklarının her geçen gün nasıl daha da fazla yutulduğu net olarak görülür.
Nüfus politikalarına ilaveten eğitim de her iki toplumun birbirine karşı sertleşmesinde önemli bir role sahip.
Her iki taraf da eğitim sisteminde “biz ve diğerleri” imgesinin altını sürekli olarak çiziyor. Özellikle İsrail’deki koalisyonlarda eğitim bakanlığının dindar partilerin elinde olması sebebiyle bu durum daha da keskinleşiyor.
Orta Doğu’da zihinlerdeki engelleri yıkmak, fiziksel olanı ortadan kaldırmaktan daha zor olabiliyor. Bu da gelecek nesiller açısından iki devletli çözümün gerçekleşmesi ihtimalini azaltıyor.
Çözümü gerçekten istiyorlar mı?
Çatışma çözümlerinin en önemli adımlarından birisi, tarafların çatışmanın bitmesini gerçekten istiyor olmasıdır. Oysa hem İsrail hem de Filistin çatışmanın getirdiği bazı avantajları kullanıyor.
Mesela İsrail, bu çatışma sayesinde ordusu ve diğer bazı kuruluşları için dikkate değer bağışlar alabiliyor. İsrail ekonomisinin önemli kaynaklarından birisi olan silah endüstrisinin ürünleri de çatışmayla birlikte avantaj kazanıyor. Siber alanda faaliyet gösteren firmaların çoğunun temelinde de İsrail ordusundaki tecrübeler yatıyor.
Tüm bunlara rağmen iki devletli çözüm görüşmeleri, bir kez daha başlarsa, konu üzerine uzun yıllardır yaptığım çalışmalara dayanarak söyleyebilirim ki, şaşırmam. Zira savaş ve çatışma konusunda barış ihtimalini göz ardı etmenin yıkıcı bir etkisi de olduğu muhakkak. Ama engelleri de göz ardı edemeyiz.
Filistin ise farklı ülke ve organizasyonlardan yüklüce miktarda bağış sözü alıyor. Bağışların bir kısmı gelmiyor ya da yolsuzluk koridorlarında kayboluyor ama yine de bu bağışlar, Filistin’in çok da büyük olmayan bütçesinin %80’ini oluşturuyor.
Tüm bunlara rağmen iki devletli çözüm görüşmeleri, bir kez daha başlarsa, konu üzerine uzun yıllardır yaptığım çalışmalara dayanarak söyleyebilirim ki, şaşırmam. Zira savaş ve çatışma konusunda barış ihtimalini göz ardı etmenin yıkıcı bir etkisi de olduğu muhakkak. Ama engelleri de göz ardı edemeyiz.
Çözümün önündeki engeller neler?
Kudüs’ün statüsü, yerleşimlerin ve yerleşimcilerin ne olacağı, Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı gibi büyük meseleleri bir yana bırakalım. Filistin Devleti’nin sınırları söz konusu olduğunda, hava ve deniz sahalarının kullanımı, gümrük meselesi gibi konularda İsrail, Filistin’e özgürlük tanımayacaktır. Deniz ve hava sahasının kullanımı sadece seyahatle ilgili değil, ticaret ve ekonomik bağımsızlık için de gerekli.
Ekonomik bağımsızlığı sağlayabilmenin önemli başka bir adımı da insan sermayesinin eğitilmesidir. Hâlbuki Filistin’deki örgün eğitim kalitesi ve bunun işgücüne dönüştürülmesi oldukça sınırlı.
Ayrıca ideolojik mücadele birçok insanın eğitim sürecini de etkiliyor. Örneğin Batı Şeria’da bulunan Birzeit Üniversitesi, sıcak çatışma ya da büyük bir gösteri olasılığı ortaya çıktığında İsrail’in ilk kapattığı yerlerden birisidir.
Ekonomik bağımsızlık için gerekli olan başka bir unsur da alt yapı. İsrail, yıllardan beri tam bir kolonileştirme mantığıyla, Filistin’in başta enerji olmak üzere, altyapısını da kendisine bağımlı hale getirdi. Sanayileşmesine izin vermedi.
İsrail, yıllardan beri yaptığı gibi, Filistin’in dış ticaretini de sürekli denetim altında tutmak isteyecektir.
Filistin’in önemli ekonomik kaynaklarından birisi de zirai üretim. Özellikle Batı Şeria’da birçok çiftçi, topraklarına erişmek ve üretim yapabilmek için ciddi çaba göstermek zorunda kalıyor (https://youtu.be/mWEBQxyxHcQ) . Hasat, bakım ve sulama gibi en temel işler bile bürokratik izinlerle gerçekleştiriliyor. Birçok Filistinlinin tarım arazisi farklı yöntemlerle yerleşim haline getiriliyor.
Son olarak hem Batı Şeria’nın hem de Gazze’nin yeraltı kaynaklarına erişim hakkı meselesi, özellikle su alanında ciddi bir problem teşkil ediyor.
Temel altyapılarda her iki Filistin bölgesi de İsrail’den ayrılıp kendi ihtiyaçlarını en temel anlamda karşılayabilmeli. Batı Şeria’dan Gazze’ye ulaşımı sağlayacak bir çözümün de inşa edilmesi şart. Böyle bir ayrışmanın İsrailli Arapların durumunu nasıl etkileyeceğini bugünden kestirmekse zor.
Bu devasa düğümde bu yazıda değinilmemiş çok konu var. ABD Başkanı Donald Trump’ın Golan ve Kudüs kararlarıyla altüst olan dengeler bunlardan biri. Filistinlilerin, Kudüs olmadan ikili devlet çözümünün adını bile anmayacağını akılda tutmak gerek.
Bu durumda yapılabilecekler sınırlı ama sonuç olarak şunu söylemek mümkün:
Politik iradelerin tercih seçenekleri sahadaki gerçekliklerle sınırlıdır. Niyet, motivasyon ve güven varsa çözüm inşa edilebilir. Kısıtlamalara rağmen ayakta durabilmek de kapasite meselesidir. Kapasite inşa edilmeden motivasyon yaratmaya çalışmak da, boş heves olmaktan öteye geçmeyecektir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 26 Temmuz 2019’da yayımlanmıştır.