6 Ocak’ta Trump taraftarlarının ‘demokrasinin mabedi’ Amerikan Kongresi’ni basması, sırf kaybetmekten hoşlanmayan bir başkanın koltuğu bırakmamak için taraftarlarını sokağa dökmesiyle açıklanamaz. Dünyayı şoke eden bu baskının ardında on yılların birikmiş ve iç içe geçmiş krizleri var.
İşte bu krizleri, Texas Üniversitesi öğretim üyesi ve Yeni Amerika düşünce kuruluşu araştırmacısı Prof. Michael Lind, 7 Ocak’ta Tablet dergisi için kaleme aldığı “Amerikan Rejiminin Beş Krizi” başlıklı yazısında değerlendirdi.
Lind yazısına başlarken “Son sekiz ayda iki Capitol Hills düştü. İki şok edici olay da Amerika’nın yönetici sınıfının yetkilerini kullanmayışını sembolize ediyor; bu yetkilerinden el çekme, -abartılı olmakla birlikte- ABD’nin bugünkü haliyle ağır çekim parçalanması olarak nitelenebilecek sürece yol açtı.” diyerek biri ülkenin kuzeybatısında Seattle’da, diğeri ülkenin doğusundaki başkent Washington D.C.’de bulunan iki Capitol Hills’te yaşananları şöyle anlatıyor:
“İlki, 8 Haziran 2020’de Seattle polisi, Capitol Hill semtindeki East Precinct binasını tahliye ettiğinde meydana geldi. Solcu isyancılar polis merkezlerine baskın düzenleyip yağmalamıştı,” diyerek, 25 Mayıs’ta George Floyd’un polis tarafından öldürülmesi üzerine ülke çapında başlayan protestolar sırasında Seattle yönetiminin 24 gün boyunca kendilerini devrimci olarak tanımlayanların -‘polisi lağvetme’ düşünün dışavurumu olarak (…)- anarşist bir komün oluşturmalarına izin verdiğini hatırlatıyor.
“6 Ocak 2021’de ABD’nin seçkinleri bir başka Capitol Hill’i isyancılara terk etti. Başkan Donald Trump’ın, Joe Biden’in başkanlığı kendisinden çaldığını iddia ettiği kışkırtıcı konuşmasında tabanını galeyana getirdikten sonra sağcı radikal bir çete, Kasım ayındaki seçim sonuçlarının onaylanmakta olduğu ABD Kongre Binası’na zorla girdi. Tıpkı Haziran’da Seattle liderlerinin yaptığı gibi, Kongre liderleri de makamlarını bırakıp kaçtı.”
Yazar, her iki olayda da meşru otorite ve zorlayıcı düzen güçlerinin bir süreliğine kayıplara karıştığını belirtiyor. Demokratlar da, Cumhuriyetçiler de birbirini cumhuriyeti yıkmakla suçluyor. Lind ise her iki parti liderlerinin de rakiplerine karşı anarşist çeteleri bir silah olarak kullandığını ve çetelerin şiddetini hoş gördüğünü vurguluyor.
“Bir bina, uzunca bir süre kendi içinden çürüyebilir, ta ki bir deprem veya yangın yapısal çürümenin derinliğini ortaya dökene kadar. COVID-19 küresel salgını ve müteakip sokağa çıkma yasaklarının ürettiği iktisadi felaket, hiç şüphesiz Amerikan rejiminin mevcut krizinin zamanlamasını etkiledi.” diyen Prof. Lind, bugünkü krizin gerçek nedenini ise tek tek ele aldığı şu beş ayrı krizin kesişmesinde görüyor: Siyasi kriz, kimlik krizi, toplumsal kriz, demografik kriz ve iktisadi kriz.
Siyasi kriz
Yazar, siyasi krizin iktidarın az sayıdaki hırslı seçkin hizbin ve zümrenin elinde merkezileşmesinden kaynaklandığı görüşünde. 1970’lerde Amerikan siyasi sistemini demokratikleştirmek için kabul edilen önseçim reformunun ‘geri tepmesi’yle birlikte yaşanan dönüşümü şöyle anlatıyor:
“1830’lardan 1970’lere kadar iki büyük parti, her biri birer eyalet ve yerel parti örgütleri federasyonu olan daha küçük de facto partiler koalisyonuydu. Partilerin çoğulcu taban federasyonlarından müteşekkil doğası, ulusal düzeyde siyaset yapanların özerkliğini sınırlıyordu. Aynı zamanda parti patronları tarafından seçilen ve oybirliğiyle yönetmek zorunda olan başkanların ve kongre liderlerinin gücünü de sınırlıyordu.
1970’lerde yanlış varsayımlarla parti içi önseçimlerin benimsenmesi yüzünden (…) bugün Amerikalı siyasetçiler, parti ön seçimlerinde oy kullanmak için boy gösteren çeşitli türden az sayıdaki fanatik tarafından seçilme eğiliminde. Ulusal partilerin kendileri, artık işleyen örgütler değil, Donald Trump’ın başarıyla ele geçirdiği ve bir başka aykırı tip olan (kendisini demokratik sosyalist olarak tanımlayan ve iki kere başkanlık ön seçimlerine giren) Bernie Sanders’ın da ele geçirmesine ramak kalan birer markadan ibaret. (…)
Aynı zamanda partiler taban federasyonlarından oluşma vasfını yitirdiğinden ABD’de siyaset ulusallaşmış durumda. Artık muhafazakâr Alabama Demokratları veya liberal Connecticut Cumhuriyetçileri yok. Her partideki resmî görüş ulusal liderler ve bağışçıları, kamuoyunu yönlendiren akıl hocaları ve gözde gazeteciler tarafından belirleniyor. Yerel gazeteciliğin çöküşü, çoğu Amerikalının artık şehir ve eyalet yönetimleri hakkında haber almaması anlamına geliyor. Şehir meclisi veya eyalet yasama meclisleri yarışlarında ulusal partizan kimlikler giderek daha fazla belirleyici oluyor.”
Lind, artık her iki partideki siyasetçilerin artan güçlerini, diğer partinin varlığını -ulus için bir tehdit varsayarak- gayrimeşru kılmak için kullanmayı tercih ettiğini de anlatıyor. “Tırmanma döngüsünü 1990’larda Cumhuriyetçiler başlattı.” diyen yazar, iki parti uzlaşısı fikrini reddedip Cumhuriyetçileri Demokratların tercih ettiği her şeyin tam zıttı olarak sunan ve Demokratları tamamen engellenmesi gereken düşmanlar olarak gören Newt Gingrich’i bundan sorumlu tutuyor. Bugün Demokrat Nancy Pelosi ve Chuck Schumer’ın da cumhuriyetin nezaket normlarını tıpkı Gingrich kadar tahrip ettiğini; Demokrat tabanı, Trump’ın Beyaz Saray’a Rusya Devlet Başkanı’nın 2016 seçimlerine müdahalesiyle yerleştirildiği komplo teorisine inanmaya teşvik ettiğini hatırlatıyor. Nasıl ki 1990’larda Cumhuriyetçiler Monica Lewinsky skandalını Bill Clinton’ı azletmek için bir silah olarak kullandıysa bugün de bir benzerini Demokratların Trump’a karşı yaptığını belirtiyor.
Yazar “Amerikan toplumunun tepesinde elinden geleni ardına koymayan bir seçkinler arası kan davası döngüsü tırmanırken, Trump’ın kitlesel seçim sahtekarlığına ilişkin yalanları ve mafyavari eylemi dolaylı olarak teşvik etmesi, Demokratların Cumhuriyetçilere karşı kullanabileceği yeni bir silaha önayak oldu.” diyor.
Kimlik krizi
ABD dendiğinde zihinlerimizde çeşitli ırklardan ve milletlerden insanların kaynaştığı bir ülke canlanıverir. Yazar Lind ise ABD’nin on yıllardır yaşadığı kimlik krizini, Amerikan toplumunu bir arada tutan tutkalın yokluğunu, kurgusal milliyetçiliklerin kışkırtılmasının sonuçlarını şöyle anlatıyor:
“Amerika’nın partizan liderleri de, onların militan takipçileri de artık ortak partiler arası dayanışma duygusu ve Amerikan vatanseverliği ile dizginlenemiyor. On yıllardır Rush Limbaugh ve Pat Buchanan gibi Cumhuriyetçi demagoglar Cumhuriyetçi seçmene Demokratların Amerika’yı yıkmak isteyen ‘sosyalistler’ ve [feministleri Nazilere benzeterek aşağılamak için kullanılan] ‘feminaziler’ olduğunu söylediler. Demokratlara gelince, onların pek çoğu da (…) Cumhuriyetçilere oy veren seçmenin yarısını mütemadiyen ‘diktatörlük yaratmaya ve beyaz olmayan insanlara yeniden ayrımcılık yapmaya niyetli beyaz milliyetçiler’ olarak tanımlıyor.
Her iki elitin propagandası, -ortak bir Amerikan anlatısının yokluğunda- halk arasında takipçi buluyor. Siyah Amerikalıların, Hispaniklerin, Yerlilerin ve Asyalı Amerikalıların yok sayıldığı eski uzlaşılmış Amerikan tarihi anlatısı, [1950’ler ve 1960’larda yaşanan] Sivil Haklar Devrimi ile birlikte artık ırkçı-ayrımcı toplum sonrasının (post-apartheid society) ulusal hikayesi olarak işlev göremezdi. Ne yazık ki her iki partinin de paylaşabileceği herhangi bir yeni ulusal hikaye eski anlatının yerini alamadı.
(Her ikisi de Trump yanlısı, dini tv programları yapan rahipler) Jerry Falwell ve Pat Robertson ile ittifak halinde ana akım sağ, bir nesil boyunca, eski moda Anglo-Amerikan veya beyaz milliyetçiliğini Hristiyan birliği yahut tek tanrıcı dini milliyetçilikle değiştirmeye çalıştı. Gerçek Amerikalılar ‘inanç ehli’ idi. Ancak aşikâr ki bu, örtülü bir Güneyli beyaz Protestan evanjelik kimlikçiliğinden ibaretti ve Katolikleri, Yahudileri ve diğer dinî grupları yahut beyaz olmayan Amerikalıları cezbedemedi.
1970’lerde, liberal sol ise ortak bir ulusal kimlik fikrini terk ederek keskin hatları olan ırksal çok-kültürlülüğü benimsedi. Bu anlayışa göre ABD, -hiçbir zaman samimi, yüz yüze ve sahici olmamış- mensupları sadece ve sadece solculuk ortak paydasında buluşan ‘kadınlar’ veya ‘LGBTQ’ gibi soyut kategorilerden müteşekkil, birbirinden yalıtılmış ‘milliyetler’den ve ‘topluluklar’dan oluşmakta. (…)
Entelektüeller tarafından üretilen ve -toplumsal bakımdan kendi takipçilerinden ziyade birbirleriyle çok daha fazla benzerliğe sahip olan zengin, iyi eğitimli, hırslı seçkinler tarafından utanmazca manipüle edilen bu kurgusal milliyetçilikler, birbirini kışkırtıyor ve güçlendiriyor. Kampüs solunun zehirli dilini benimseyen ana akım ilericiler, yaşlı beyaz Amerikalıları ‘yerleşimciler’ olarak anlamsızca karalamaya başladıklarında buna karşı genç beyaz erkek sağcı radikallerin kovboy şapkaları veya geyik derisi giymeye başlamaları an meselesiydi. Boşaltılmış Kongre salonunda üstü çıplak dövmeli bir erkek isyancının adeta Roma harabelerinde kafası hayvan kürklü bir Cermen barbarını andıran çarpıcı fotoğrafı, vatanseverlik sonrası (post-patriotic) ikonografi savaşlarının tırmanmasının mantıksal bir sonucu.”
Toplumsal kriz
Yazar Lind, ABD’deki toplumsal krizin kökenleri ve yabancılaşmış genç kitlenin zengin siyasetçiler tarafından nasıl birer silaha dönüştürüldüğü konusunu anlatırken önemli noktalara parmak basıyor:
“Kökleri gerçek topluluklara -yani geniş ailelere, mahallelere, meslek odalarına, dinî cemaatlere- dayanan insanlar, devlet dairelerinin kontrolü için savaş veren uzak seçkinler tarafından konuşlandırılan partizan ordularında iyi birer nefer olamazlar. (…)
Siyasi orduların doğal kaynakları, soyutlanmış bireyledir. İdeolojileri çeşitlilik göstermesine ve farklı siyasi savaş ağaları tarafından devşirilmelerine rağmen, Siyahların Hayatı da Değerlidir (BLM) adına mağazaları ve ofisleri kırıp döken gençler, militan MAGA [ABD’yi Yeniden Büyük Yapın sloganını benimseyen Trumpçı] emsalleriyle ortak bir toplumsal köksüzlüğü sıklıkla paylaşıyorlar. Evli ve çocuklu, istikrarlı işleri ve ipotekli kredi ödemeleri olan 20’li yaşlardakilerin Seattle’daki veya Washington’daki Capitol Hill’i basmaları muhtemel değildir.
Sosyal anominin yükselişi sosyal (aslında antisosyal) medyayla birleştiğinde, savaşan siyasi hiziplerimiz, ülkenin herhangi bir yerindeki yabancılaşmış, çoğunlukla genç militan çetelerini kısa sürede seferber edebilir durumda; tıpkı alenen Trump’ın ya da sahne arkasından ihtiyatlı bir şekilde Demokrat bağışçıların ve siyasetçilerin finanse ettikleri yerel STK’lar üzerinden yaptıkları gibi… Başlangıçta zevk için kullanılan ama bir anda kalabalıklaşan bu güruh, şimdilerde malikaneleri, apartman daireleri veya ofislerinin konforunda iş tutan Demokrat ve Cumhuriyetçi parti liderleri tarafından sokak savaşı için birer silaha dönüştürüldü. Demokrat sokak orduları -kıyı şeridinde yaşayan zenginlerin ülke çapında sahnelenen protestolarda gözaltına alınan solcu isyancıları ve yağmacıları hapisten çıkarmasını sağlayan ulusal kefalet fonu ağları sayesinde- çok daha sofistike olup daha az gelişmiş ve fakat giderek militanlaşan sağcı alternatiflerine kıyasla çok daha fazla şirket ve finansal sektör desteğine sahip.”
Demografik kriz
Yazara göre, “Sınırsız partizan savaşı için soldan ve sağdan harekete geçirilebilen 20’li ve 30’lu yaşlardaki evlenmemiş ve çocuksuz genç Amerikalıların yükselişi, çok daha büyük bir demografik krizin parçası.”
Demografik kriz bağlamında yazar, nüfusun azalmasını ve göç konusunu ele alıyor. Nesillerin azalmaması için bir milletin kadın başına 2,1 çocuk doğurganlık oranına sahip olması gerektiğini, ABD’de genel doğurganlık oranının 2007’de 2,12 iken 2017’de 1,77’ye düştüğünü, pandemi ve iktisadi sonuçlarının bu oranı daha da düşürebileceğini belirtiyor. Ve bunun sadece bir bireysel tercih meselesi olmadığını vurguluyor.
Göç konusuna gelince yazar özetle diyor ki “Teorik olarak göç, her nesilde yerli (ve vatandaşlık almış göçmen) doğumlarındaki eksikliği ikame edebilir. Ancak göçmenlikle ilgili meşru ve gayrimeşru endişeleri istismar eden Trump gibi demagogların yükselişinin de gösterdiği üzere geniş ölçekli göç siyaseti tahrik edicidir.”
İktisadi kriz
İktisadi kriz bağlamında Lind, Amerikan iş dünyasını ve takip edilen neoliberal politikaları şöyle eleştiriyor:
“Değerler de bir rol oynamakla birlikte, ABD’de çiftlerin niyetlendiklerinden daha az çocuğa sahip olmasının başlıca nedeni, geciken evlilikler olup bunun da başlıca müsebbibi gençlerin yaşadığı iktisadi güvensizlik. Maalesef Amerikan iş dünyası, erken yaşta evliliği ve aile kurmayı ve bundan mütevellit toplumsal istikrarı zorlaştırmak için elinden geleni yapıyor.
1970’lerden beri gerek neoliberal Demokratlar gerekse liberter muhafazakâr Cumhuriyetçiler tarafından teşvik edilen Amerikan işletme stratejisi, işçiler için emek tasarrufu sağlayan teknoloji ikamesiyle değil, -maliyetleri azaltmak amacıyla üretimi diğer ülkelerdeki düşük ücretli işçilere yaptırmak ve et paketleme, inşaat ve tarım işçiliği gibi bazı sektörlerde düşük ücretlerle çalışmaya razı vasıfsız göçmenlere dayanan bir sistem oldu. Amerikan iş dünyası ayrıca (…) özel sektördeki sendikaları tarumar ederek ücretleri düşürdü. Bir başka ücret baskılama taktiği ise ilave sosyal destekler verilen tam zamanlı çalışanları, daha düşük ücretli ve sosyal desteksiz yarı zamanlı sözleşmelilerle veya geçici işçilerle değiştirmek oldu. (…)
Geçtiğimiz on yıllarda ABD ekonomisinin ürettiği işlerin çoğu düşük ücretli olageldi. Bu durum kısa sürede değişmeyecek. (…) 1990’larda imalat sektöründe iyi ücretli sendikalı işleri kaybedenlerin çoğunlukla ‘bilgi ekonomisi’nde yeni ve daha iyi ücretli işler bulacağına dair tahminleri hatırlıyor musunuz? İşler böyle yürümedi.
Dengesiz, berbat, düşük ücretli işleriyle yeni ekonomiden kadınlar da, erkekler de muzdarip. Ancak günümüz Amerika’sında ataerkilliği suçlamak kronolojik bakımdan hatalı. LinkedIn’e göre, kadınların işe alınma ihtimali erkeklerden %16 daha fazla ve yine kadınların yeni işinin mevcut konumundan daha yüksek olma ihtimali %18 daha çok. Bugün üniversitedeki kadınların oranı (%57) erkekleri (%43) geçiyor. Amerikan yönetici sınıfının yeni norm olarak teşvik ettiği çift gelirli ailelerde boşanmayla bağlantılı temel faktörlerden biri, kadının kocasından daha fazla para kazanması.
Hangi gelişmişlikte olursa olsun pek çok farklı toplumda, siyasal şiddet ile işsiz veya hak ettiği işlerde istihdam edilmeyen genç erkeklerden oluşan nüfusun payı arasında bir korelasyon vardır. Federal hapishanelerdeki mahkûmların %93,2’si erkek ve yalnızca %6,8’i kadın; bu oranlar eyaletler ve yerel düzeyde de benzer. İlerici söylem polisine bakılırsa cinsiyet farklılıkları hakkında konuşmamalıyız; ancak erkeklerin daha büyük şiddete başvurma doğal eğilimini görmezden gelen hiçbir toplum fazla uzun süre ayakta kalamaz. (…)”
Michael Lind yazısının sonunda “Peki ne yapmalı?” sorusuna şu cevabı veriyor: “Son kitabım Yeni Sınıf Savaşı: Demokrasiyi Yönetici Elitten Korumak (The New Class War: Saving Democracy from the Managerial Elite) ve diğer yazılarımda da tartıştığım üzere, çökmüş olanın yıkıntıları üzerinde yeni bir Amerika’yı nasıl inşa edeceğimiz konusunda kendime ait düşüncelerim var. Ancak ABD’nin zahmetli yeniden inşası, -tabii eğer gerçekleşirse- birkaç neslin çabasıyla olacak ve meydan okuma, on maddelik planlar ve Powerpointlerle çözülecek türden değil. Her şeyden evvel, bir dizi tarihî önemi haiz Amerikan rejimindeki en son çöküşün nedenleri üzerinde bir mutabakata varmalıyız. Bu makale işte bu tartışmaya bir katkı.”
Bu yazı ilk kez 14 Ocak 2021’de yayımlanmıştır.