Birkaç hafta öncesine kadar Suriye’ye ilişkin gündemin en önemli maddesi, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde PKK’ya karşı gerçekleştireceği operasyondu. Ancak önce, Suriye’nin geleceğini belirlemeyi amaçlayan Astana sürecinin canlandırılıp İran, Türkiye ve Rusya’nın buluşması ardından da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Soçi’de görüşmesi gündemi değiştirdi. Bir anda Ankara ile Şam arasında uzlaşı olup olamayacağı sorulmaya başladı. Bu yazıda gelişmelerin tarihsel arka planından ya da ikili ilişkilerin yapısal boyutlarından bahsetmeyeceğim, tabir-i caizse kitabın ortasından yazmaya başlayacağım. Çünkü bu soru epey detaylı ve çok boyutlu bir analizi gerektiriyor.
Diyalogdan rejim değişikliğine, rejim değişikliğinden zorunlu diyaloğa
İki başkent arasında yapıcı diyalog olarak nitelenebilecek en son süreç 2011 yılının ortalarında kaldı. Arap Baharı’yla birlikte Suriye’de olaylar başlayınca, 2000’lerin sonunda ilişkilerdeki sıra dışı bahar havasının etkisiyle Türkiye, Suriye hükümetine ne yapması gerektiği konusunda tavsiyeler vermek üzere üst üste ziyaretler gerçekleştirdi. O günlerde Türk yetkililerinin ziyaretlerinin Suriye lideri Beşar Esad üzerinde büyük bir etkisi olacağı ve Suriye hükümetinin bu tavsiyelere uyacağı konuşuluyordu. Sonuç ortada; Suriye’de gösteriler isyana, gösterileri durdurma girişimi de halka karşı kuvvet kullanımına dönüşünce iki ülke ilişkileri koptu. Bu doğrultuda Türkiye uzun bir süre boyunca Esad Yönetimi’nin varlığını kabul etmeyen bir politika izledi.
Türkiye’ye göre Suriye’deki mevcut krizin nedeni, Beşar Esad’ın kişiliğinde sembolleşen Suriye’deki mevcut rejimdi. Ancak bence bu yaklaşım 2017’den beri aşamalı olarak değişmeye başladı. Evet, doğru okudunuz, ne yazdığımın farkındayım. Türkiye, en az 5 yıldır Suriye’de rejimin değişmesine neden olacak politikalar izlemiyor. Suriye hükümeti ise tüm o sert ve uzlaşmaz görüntüsünün altında Türkiye’nin Suriye’deki varlığından fayda sağlıyor. Şu anda “bu ne saçma şey” diyor olabilirsiniz. Karar vermeden önce yazıyı okumaya devam etmenizi öneririm. Şam, Türkiye’nin Suriye’den tamamen çekilmesini şart koşuyor. Bu gerçekleşmezse görüşmeyi bile kabul etmiyor.
Uluslararası ilişkilerde gerçekler, yapılan açıklamalar üzerinden değerlendirilebilse dünya bambaşka bir yer olurdu. O yüzden bu tür söylem ve sözde taleplerin pek bir anlamı olduğunu düşünmüyorum.
Türkiye’nin Suriye politikasında son beş yıl, beş ana neden
Peki, son beş yılda Türkiye’nin Suriye politikasında yaşanan değişimin nedenleri neler? Türkiye’nin politikası değiştiyse niçin beş yıldır gözle görülür bir adım atılmadı? Bu sorulara yanıt vermeye çalışacağım ama önce küçük bir hatırlatma yapayım, iç savaşlar çok hızlı başlayıp, bir anda yayılabilir. Ancak bir iç savaşı sona erdirmek ve hatta sonrası için kalıcı çözüm bulabilmek çok uzun sürer.
Neden bu beş yılda gözle görülür adım atılmadı sorusuna geri dönersek, bunun da beş ana nedeni olduğunu söyleyebilirim. Bu nedenler çerçevesinde Türkiye’nin politikasındaki değişiklik ve iki ülkenin benzer konulardan tehdit algılamaya başlamasını açıklamaya çalışacağım.
Rusya’nın müdahalesi
Rusya, iç savaşın başından beri Şam’ın yanında yer aldı. Bu destek çok uzun bir süre örtülü operasyonlar ve uzaktan sağlanan askerî destek biçiminde gerçekleşti. Fakat, 2014 sonlarına gelindiğinde Suriye hükümetinin ülkenin büyük bir kısmında denetimi yitirmesi, Rusya açısından doğrudan müdahaleyi gerekli kıldı. O tarihlerde muhalifler, IŞİD ve YPG, hükümetin kontrolünü yitirdiği alanlarda kendi hükümranlıklarını kurmuşlardı. Suriye Ordusu tamamen dağılma aşamasına gelmişti. Muhalifler, Halep’i tamamen kontrol etmek ve Şam’a ilerlemek için gün sayıyorlardı. Böyle bir ortamda, dünyanın en büyük askerî güçlerinden birisi olan Rusya, 2015 sonbaharında açıkça ve doğrudan sahaya indi. Bu durum Suriye’deki dengeleri değiştirdi.
Kısa süre içinde önce Şam civarındaki kritik alanları denetlemeye başlayan Rusya, yaklaşık bir yıl sonra Halep’i kontrol altına alarak Suriye hükümetine yönelik varoluşsal tehdidi ortadan kaldırdı. Açıkçası, Rusya’nın sahaya inmesinden bir süre sonra Şam’daki yönetimin devrilmeyeceğini tüm ülkeler anlamıştı. Üstelik, Obama Yönetimi’nin de Şam’daki bir rejim değişikliğini desteklemediği ortaya çıkınca uluslararası dengeler de farklılaşmaya başladı.
2015, Suriye’de sadece Rusya’nın değil ABD’nin de doğrudan ve açıktan görüldüğü yıl oldu. ABD, IŞİD ile mücadele gerekçesi çerçevesinde ülkenin kuzeydoğusunda PYD’nin kontrolünde bir alanı inşa etmeye başladı. Bu süreçte, önce Suudi Arabistan sonra Katar başta olmak üzere Körfez ülkeleri de yavaş yavaş Şam’da bir rejim değişikliği politikasından vazgeçtiler. Tüm bu devletlerin politikasındaki değişiklik elbette Türkiye’ye de yansıdı. Ancak bu süreçte Türkiye’de yaşanan gelişmeler, Suriye’ye yönelik diğer devletlerin politikalarından çok daha etkili bir nedene dönüştü.
Türkiye’de çok önemli değişikliler oldu.
Hepimizin bildiği gibi 2016 yılı Türk siyasi tarihindeki en zorlu yıllardan birisiydi. Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ)’nün darbe girişimi Türkiye’nin sadece iç politikasını değil dış politikasını ve tehdit algılamalarını da değiştirdi. Darbe girişimi sırası ve sonrasında başta ABD olmak üzere Batı ülkelerinin takındığı tavır ve bazı Körfez ülkelerinin Türkiye’deki iç karışıklığı desteklemesi, Ankara-Moskova ilişkilerinin iyileşmesine neden oldu. Oysa, darbe girişiminden önceki yıl Türkiye sınırını ihlal eden bir Rus uçağının düşürülmesiyle iki ülke tam anlamıyla karşı karşıya gelmişti.
Batı dünyasıyla ilişkilerin, darbe girişimi sonrası yara alması, Rusya-Türkiye ilişkilerindeki yakınlaşmayla birleşince Türkiye’nin Suriye politikası da bundan kaçınılmaz olarak etkilendi.
Darbe girişiminin etkisiz hale getirilmesinden iki ay sonra başlayan Fırat Kalkanı Operasyonu (FKO) sürerken, güya IŞİD’e karşı Suriye’de mücadele eden ABD’den destek gelmemesi Türkiye’yi daha çok etkiledi. O dönemdeki tartışmayı hatırlatayım. Fırat Kalkanı Operasyonu IŞİD’e karşı yürütülüyordu. Ancak operasyonun ana stratejik hedefi, Suriye’de YPG terör örgütünün Afrin’dan Kamışlı’ya kadar kesintisiz bir bölge oluşturmasını engellemekti. Bu durum, ABD’nin operasyona son derece eleştirel yaklaşmasına neden olurken Rusya daha pragmatist bir tavır takındı. Fırat Kalkanı Operasyonu’nun karşısında durmadı; tersine operasyona destek için Halep’ten gelen Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) bu bölgelerden çekilmesinden sonuna kadar yararlandı. Nitekim, Ağustos 2016’da Fırat Kalkanı Operasyonu başladı ve Aralık 2016’da Rusya, İran ve Suriye Ordusu Halep’i kontrol etti.
Özetle, 2016’dan itibaren Türkiye’nin tehdit algısı, ülkeyi içeriden karıştırmak isteyenler ile Suriye’nin kuzeyinde PKK güdümünde bir devlet oluşturulmasına odaklandı.
IŞİD’in yerini YPG aldı
IŞİD’in bir terör örgütü olarak Türkiye dâhil tüm Ortadoğu’yu tehdit ettiğine şüphe yok. Ancak onun ortadan kalkış süreci hem Ankara hem Şam için yeni bir tehdit yarattı: IŞİD’in kontrol ettiği bölgelerin bir kısmı İran ve Rusya’nın desteğiyle Şam’ın kontrolüne geçerken, başta Suriye’nin kuzeydoğusundaki petrol sahaları ve Fırat’ın doğusundaki verimli tarım arazileri olmak üzere kritik alanları PYD ele geçirdi. Üstelik, IŞİD’den farklı olarak PYD’nin arkasında dünyanın en büyük askerî ve ekonomik gücü vardı. ABD’nin PYD’ye sağladığı koruma kalkanı hem Ankara hem Şam için kalıcı bir tehdit ortaya çıkmasına neden oldu.
Şam, 2012’da örtülü bir anlaşmayla muhaliflerin kontrol edebileceği Afrin, Ayn El Arab ve Haseke gibi bölgeleri PYD’ye bırakmıştı. O dönemdeki PYD bu bölgelerde bile etki sağlamakta güçlük çekecek kadar zayıftı. Nitekim, IŞİD karşısında tutunamadı. Fakat, ABD’den aldığı destekle örgütlenme, eğitim, silah, teçhizat ve ekonomik güç olarak Şam’a kafa tutacak duruma geldi. Böylece Türkiye’nin güneyinde PKK denetiminde bir devlet ortaya çıkması ihtimali Ankara’yı; Suriye’nin sınırları içinde başka bir devletin desteğiyle ayrı bir devlet arayışına giren PYD’nin faaliyetleri Şam’ı tehdit etmeye başladı.
AB mülteci sorununu görünce geri adım attı
Suriye’de olayların başlangıcında Şam’daki rejim değişikliğini destekleyen Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin tavrı, büyük mülteci akınlarıyla birlikte değişmeye başladı. Milyonlarca Suriyeli, Türkiye’ye gelirken pek çok Avrupa ülkesi bunu Suriye’deki iç savaşın doğal bir sonucu sayıyordu. Ancak, ülkelerinden kaçan insanlar Türkiye’yi bir ara durak olarak görüp Avrupa’ya akın etmeye başlayınca AB’nin önceliği Suriye’de bir an önce çatışmanın sona ermesine dönüştü. Kabaca 2017’den beri AB’nin Suriye konusundaki temel derdi, iç savaşı kimin kazandığı, ülkeyi kimin yönettiği değil. AB ülkelerinin temel yaklaşımı “…mülteci akınına neden olmasın da kim yönetirse yönetsin” şeklinde özetlenebilir.
Özetle; AB, ABD ve Orta Doğu ülkelerinin Şam’daki rejim değişikliği politikasından vazgeçmesi; Türkiye’nin ülke içindeki istikrarsızlık ile Batı ülkeleri arasında bir paralellik kurması ve Suriye’de PKK güdümünde bir devletin ortaya çıkma ihtimali, Türkiye’nin Şam’daki rejim değişikliği politikasından vazgeçmesine neden oldu.
Tehdit değişiminin sonuçları ve Ankara-Şam ilişkisi
Yukarıdaki denklem 2017 sonlarında belirginleşmişti. O halde neden hâlâ ikili ilişkilerde bir değişim olmadı?
Nedeni basit. Çünkü Türkiye için Suriye kaynaklı gelişmeler halen stratejik düzeyde bir güvenlik sorunu. Stratejik düzeydeki güvenlik sorunları birkaç ay veya bazen yılda çözülemez. Üstelik, bu değişimin şu ana kadar hiçbir şey üretmediği de söylenemez. Yani aslında son beş yılda yaşanan bazı gelişmeler, Ankara-Şam düzleminde dolaylı olarak güvenlik alanında “ortak fayda”ya neden oldu. Hemen örnekler vereyim: Örneğin 2018 başında Afrin’de Zeytin Dalı Operasyonu ve 2019’daki Barış Pınarı Operasyonu, ülkemizde sıklıkla konuşulan ancak bence gerçekte anlaşılmamış olan Astana Süreci’nin sonuçlarıdır.
Şam’ın işine gelen
Astana Süreci, temelde ABD’nin Suriye’deki varlığını sınırlamayı ve siyasi uzlaşıyla iç savaşı sonlandırmayı hedefleyen bir süreçtir. Hatırlarsanız, Astana, Suriye’de dört çatışmasızlık bölgesi tanımlıyordu. Bunlar, ülkenin güneyinde Dera, Şam’da Doğu Guta ve civarı, Homs’ta muhaliflerin kontrol ettiği bölgeler ve İdlib idi. Rusya’nın hedefi bu bölgeleri parça parça kontrol etmekti. Bu alanlar kontrol edilince Şam, muhalefete karşı galip bir aktör olarak masaya oturabilecek güce ulaşacaktı. Nitekim 2017 ortalarından itibaren Rusya’nın desteklediği askerî operasyonlar Şam ve Homs’u tam anlamıyla Suriye hükümetinin denetimine soktu. Suriye Ordusu, İdlib’e yaklaştıktan kısa bir süre sonra ise 2018 başında Zeytin Dalı başladı. 2018’in sonlarında Rusya, Dera’yı kontrol altına alıp, tekrar İdlib’e yöneldi. 2019’un ilk yarısında Moskova ve Şam, İdlib’in güney bölgelerini kontrol ederken aynı yılın ikinci yarısında Türkiye, Barış Pınarı Operasyonu’nu yaptı. Yani, nihai süreç için Rusya, Suriye hükümetini güçlendirecek adımlar atarken Türkiye de kendisi için asli tehdit olan YPG’nin Suriye’nin kuzeyindeki varlığına darbe vuruyordu.
Şimdi diyeceksiniz ki; Türkiye, PYD’yi bu alanlardan kovdu ama muhalifler kontrol etti. Bu Şam için kabul edilebilir mi? Evet, kabul edilebilir. Kuru demagojiyi bir yana bırakıp, gerçekleri tartışalım. Suriye Ordusu, Halep, Homs, Hama, Doğu Guta ve İdlib’in güneyini kontrol altına alırken burada yaşayan yüzbinlerce hatta milyonlarca kişiye ne oldu? Buradaki silahlı gruplar nereye gitti? Hepsi sonuna kadar Suriye ordusu ile savaştı mı? Elbette, hayır.
Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde güvenli bölgeler yaratması, Şam’ın işine geldi. Suriye hükümeti istediği kadar “Türkiye’nin bu bölgelerden çıkmasını istiyoruz” desin… Şu anda İdlib ve Türkiye’nin desteklediği muhalif grupların kontrolündeki bölgelerde yaklaşık 5.5 milyon insan yaşıyor. Bu bölgelerdeki silahlı grupların toplam militan sayısı 100 binin üzerinde. Büyük bir ekonomik krizle boğuşan ve ordusu hâlâ toparlanamamış olan Suriye hükümeti, ne 5.5 milyon insana daha bakabilecek durumda ve ne de yüz bine yakın silahlı militanla başa çıkabilecek güce sahip. Bu nedenle Suriye meselesinden kaynaklanan demografik baskıyı sadece Ankara değil Şam da hissediyor.
Ortak tehdit algısında artış
Gelelim ana soruya: Ankara-Şam uzlaşır mı?
Soruya verilecek cevabın iki ana unsuru var. Birincisi hayır, kısa vadede (6 aya kadar) Ankara ve Şam’ın uzlaşması mümkün görünmüyor. O yüzden çok kısa bir süre içinde devasa adımların atılacağını sanmıyorum.
Ancak, tarafların ortak tehdit algılamasında artış olduğu açık. Her iki ülkenin yetkilileri de Suriye’deki sorunları güvenlik perspektifinden ele alıyor. Bu nedenle temaslar temelde güvenlik bürokrasisi tarafından gerçekleştiriliyor. İki ülkenin istihbarat teşkilatları arasında temas olduğunu en az iki yıl önce Cumhurbaşkanı Erdoğan zaten açıklamıştı. Dolayısıyla bir temas olduğu yeni bir haber değil. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun birkaç gün önceki sözleri de temasın bildiğimizden biraz daha fazla olduğunu ortaya çıkardı. Fakat taraflar arasında temas olması, uzlaşı ve anlaşma yapılacağı anlamına gelmiyor.
Yanıtın ikinci unsuru ise temasların artarak devam edeceği yönünde. Bu düşüncemin temel nedeni, Rusya faktörü. Rusya, açık bir biçimde Suriye’de sona gelinmesini istiyor. Türkiye’nin son dönemde karşılaştığı ekonomik zorlukları ve Batı tarafından yalnız bırakılmasını ise kendi lehinde kullanıyor. Yani, Moskova, Ankara-Şam uzlaşısını her zamankinden fazla istiyor ve bunun için baskı yapıyor.
Peki, Rusya’nın bu ısrarlı tavrı sonuç verir mi? Verirse ne zaman verir?
Güvenlik perspektifinin iki önemli unsuru
Bugün, Ankara ve Şam ilişkilerini belirleyen güvenlik perspektifinin iki hayati unsuru vardır: PKK’dan kaynaklanan tehdit ve demografi sorunu.
Şam, en az Ankara kadar ABD’nin PYD’yi desteklemesi sonucunda ortaya çıkan yeni yapıdan rahatsız. Suriye’nin kuzeydoğusunda gün geçtikçe kök salan ve ABD dışında Batı ülkelerinin çoğundan da politik destek görmeye başlayan bir PYD var. Suriye ordusunun tek başına PYD’nin üzerine gidecek gücü yok. PYD’nin üzerine bölgede gidebilecek tek güç Türkiye olduğu için, Ankara’dan gelen her operasyon sinyali Şam için aslında bir fırsat kaynağı. Çünkü, Ankara operasyon yaptıkça veya operasyon sinyali verdikçe PYD, Şam’a yanaşmak zorunda kalıyor. Barış Pınarı Operasyonu sırası ve sonrasında Suriye Ordusu’nun ülkenin kuzeyinde tek bir mermi atmadan birçok köyü kontrol ettiğini unutmayın. Tel Rifat ve Menbiç’e yönelik operasyon gündeme gelince de PYD’nin sözde yetkilileri “Şam ile her türlü işbirliğine açığız” demenin ötesinde, bulundukları kritik yerlere Suriye bayrağı çekmeye başladı. Yani, Türkiye’nin her müdahalesi veya müdahale tehdidi Şam’ı PYD’ye karşı güçlendiriyor. Sizce de bu Şam için bir fırsat değil mi?
Suriye, Suriyelileri geri istiyor mu?
Fakat demografi sorunu için Ankara ve Şam’ın benzer perspektifleri olduğu söylenemez.
Türkiye ülkesinde misafir ettiği Suriye vatandaşlarının artık ülkelerine dönmesini istiyor. Çünkü “misafirlik süreci” ülke içinde her geçen gün büyük politik bir kutuplaşmanın unsurlarından birisi haline gelmekte. Türkiye’deki Suriyelilerin geri dönüşünün temel yolu ise Suriye’de iç savaşın sona ermesi ve güvenli bir ortamın sağlanması olarak kabul ediliyor. Fakat, Şam bu konuda Ankara ile aynı fikirde değil. Hukuki bir temele dayanmasa da Şam’daki yetkililerin mesajlarından özellikle Türkiye ve Avrupa’ya giden Suriye vatandaşlarına yönelik güçlü bir şüphe olduğu anlaşılıyor. Lafı hiç kıvırmayayım; bu insanlara gittikleri ülkenin ajanı gözüyle bakılıyor. Geri dönenlere uygulanan muamelenin hiç de insani ve hukuki olmadığı gelen haberlerden anlaşılıyor. Tabii, bu işin göstermelik boyutu. Şam’ın ülkeyi terk edenlerin geri dönmesini istememesinin asıl nedeni, ekonomik durum.
Şu anda Suriye nüfusu yaklaşık 20 milyon civarında. Bu nüfusun resmî rakamlara göre 3.6 milyonu Türkiye, 2 milyonu diğer Orta Doğu ülkelerinde yaşıyor. Ayrıca, İdlib ve muhaliflerin kontrol ettiği bölgelerde yaklaşık 5.3 milyon kişi bulunuyor. Yani, Suriye hükümeti, şu anda Suriye nüfusunun yaklaşık yarısının ihtiyaçlarını karşılamak durumunda değil. Oysa, sadece İdlib ve muhaliflerin kontrolündeki bölgeleri, yarın yönetmek zorunda kalsa, şu anda kontrol ettiği nüfusun yarısı kadarına daha “bakmak” zorunda kalacak. Üstelik bu insanların önemli bir kısmıyla arasında artık hiçbir “gönül bağı” bulunmuyor. Yani, Ankara ile Şam arasında Suriye vatandaşlarının nerede yaşaması gerektiği konusunda derin bir görüş ayrılığı var. Elbette, bu olguya binlerce silahlı insanın Suriye’deki güvenlik sistemine nasıl eklemlenmesi gerektiği boyutu da eklenmeli.
Özetle; Suriye’de iç savaş sona doğru yaklaşıyor. Sonunda bir gün bitecek. Suriye’de iç savaşın sona ermesi ve sonrasında istikrarlı bir devlet kurulabilmesi için Ankara ve Şam’ın ortaklaşa çalışması son derece önemli. Bu uzlaşıya bir gün mutlaka varılmalı. Fakat, şu anda taraflar, PKK’nın Suriye’nin kuzeydoğusundaki varlığının devletleşme sürecine dönüşmesinin engellenmesi konusunda ortak tehdit algısını paylaşırken, demografik sorun konusunda ise ayrı görüşlere sahipler.
Uzlaşı kapısı aralanır mı?
Şu anda iki tarafın bir an önce uzlaşmasını isteyen itici güç Rusya. Rusya’nın tarafları uzlaştırma çabası elbette küçümsenemez, fakat tek başına yeterli değil. Bununla birlikte, Suriye sahası hep yeni gelişmelere sahne olur. Ortak tehdit algısının bir işbirliği fırsatına dönüşmesi, Ankara-Şam ilişkisinde bir ivme yaratabilir. Bu ise yeni bir askerî operasyona bağlı. Kim bilir; belki kısa bir süre sonra Türkiye YPG’ye karşı Tel Rifat veya diğer yerlerde bir askerî operasyon başlatır. Bu durum Şam’ın YPG’ye karşı elini daha da güçlendirir ve Rakka kuzeyi dâhil bazı alanlarda ilerler. Ortak tehdit algısı, PKK-PYD sorununun ortak hamlelerle çözüleceği beklentisini güçlendirirse uzlaşının kapısı aralanmış olur.
Ancak, üst düzey siyasilerin aynı fotoğraf karesinde buluşması için güven inşası şart. Sanırım bunun için biraz daha zaman gerek. Bu sürecin tuğlaları da sahadaki somut işbirliğiyle döşenecek gibi. Yani, önce somut sonuç üreten adımlar, sonra masada tartışma. Birkaç ay sonra bugünleri hatırlayacak gibiyiz. Ancak biraz daha beklemek lazım.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 15 Ağustos 2022’de yayımlanmıştır.