Krizler ve çatışmalarla dolu küreselleşmiş bir dünyada “sınırlarımı kapar, huzura ve güvenliğe kavuşurum” anlayışı çoktan anlamsızlaştı. Dünyanın bir yerinde yaşanan kritik gelişmeler çevre coğrafyaları da sarsıyor. Buna en iyi örnek, Avrupa’nın önce 2008’de ABD’de patlak veren finansal krizden, birkaç yıl sonra da Ortadoğu’da yaşanan isyan sürecinden derinden yara alması.
Ortadoğu konusunda serbest çalışan bir TV muhabiri ve yorumcu olan Anchal Vohra, 24 Aralık 2020’de yazarları arasında olduğu Foreign Policy dergisi için “Arap Baharı Avrupa’da Her Şeyi Değiştirdi” başlıklı yazısında da bu gerçeğe işaret ediyor ve yazısına şöyle başlıyor:
“Arap Baharı’ndan on yıl sonra Ortadoğu diktatörlerine karşı duran ve daha iyi bir hayat isteyenlerin kaydettiği iyileşme bir arpa boyu. İktisadi zorluklar tüm şiddetiyle devam ederken protestoların ve ardından şiddetin patlak verdiği ülkelerin çoğu hâlâ baskı ve yolsuzluğun sıradanlaştığı despot rejimlerce yönetiliyor. Buna mukabil Avrupa, 2011 öncesine kıyasla farklı bir kıta ve bu, kapı komşusundaki başarısız devrimlerle doğrudan bağlantılı.”
Peki, Arap dünyasındaki gelişmeler Avrupa’yı nasıl etkiledi? Yazar şöyle özetliyor: “Öncelikle Avrupa bölünmüş durumda. İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılma kararı, -kısmen- Suriye’deki ayaklanmanın ve akabinde patlak veren iç savaşın tetiklediği mülteci krizine bir tepkiydi. Avrupa çapında popülist siyasi partiler, artan İslam ve aşırıcılık korkusunu kıyasıya kullanmak suretiyle yıllardır yükselişte.”
Avrupa ülkelerinin kıtanın güney sınırlarında ortaya çıkan yeni diktatörleri gitgide daha fazla sahiplenmesiyle birlikte Avrupa dış politikasının bariz bir şekilde değiştiğini belirtiyor, hem de bir zamanlar davet ettikleri liberal ahlakçılık kılıfı bile olmadan… “Özetle, Arap Baharı olayları, Arap ülkelerini daha istikrarlı hale getirmeyi başaramadığı gibi, Avrupa ülkelerini de çok daha zayıf bir hale getirdi.”
Yazar, 2015’te Almanya Başbakanı Angela Merkel’in evleri ve şehirleri Esed rejiminin bombardımanlarıyla yerle bir edilen bir milyona yakın Suriyeli sığınmacıya ülkesinin kapılarını açmasının geniş kapsamlı etkileri olduğunu belirtiyor.
Arap Baharı Avrupa’da popülistlerin güçlenmesine sebep oldu
Vohra yazısında bazı araştırmacı ve akademisyenlerin görüşlerine de yer vermiş. Bunlardan biri de Yale Üniversitesi Jackson Enstitüsü’nden kıdemli araştırmacı Emma Sky. Göçün sınırlandırılmasının İngilizlerin Avrupa Birliği’nden ayrılma kararının temel itici gücü olduğunu belirten Sky, popülistlerin güvensizlikleri kendi lehlerine nasıl körüklediğini, İngiltere’deki aşırı sağcı Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi lideri Nigel Farage örneği üzerinden anlatmış.
Anchal Vohra, yüzbinlerce kişi güvenliğe kavuşmak için teknelere binerken ve sıkış tıkış kamplarda aylarını ve yıllarını geçirirken, şimdiye kadar Avrupa siyasetinde kenarda kalan popülistlerin bunu nasıl fırsat bilip kullandıklarını şöyle anlatıyor:
“Birçok Avrupalının işlerinin mültecilere verilebileceği veya bambaşka kültürlerden -ve ağırlıklı olarak da İslam dininden- insanların mevcudiyetinin hayat tarzlarını değiştirebileceği korkusunu kullandılar. Mültecilere düşmanlık, birçok Avrupalının zihninin derinliklerine yerleşik İslamofobiden kaynaklanıyordu. Ancak Irak ve Suriye’de IŞİD’in ortaya çıkışı ve grubun Avrupa’daki mensupları veya destekçileri tarafından gerçekleştirilen bir dizi terör saldırısı da popülistlerin ekmeğine yağ sürdü. Göç, aşırılıkçıların saldırısı korkularını şiddetlendirdi ve Avrupa siyasetinin çehresini belki de sonsuza dek değiştirdi.”
Vohra şöyle devam ediyor: “Avrupa’da kahve masalarında, hatta Paris ve Berlin gibi liberal fikirlerin merkezi sayılan şehirlerde bile günlük sohbetler genellikle yabancı düşmanı. Hükümet politikaları, mültecilere yardım etmeye ahlaken meyilli olanlar ile onları bir yük olarak görenler ve ayrıca İslam ile İslamî aşırılığı birbirinden gayretle ayıranlar ile açıkça İslamofobik olanlar arasında derinden bölünmüş durumda.”
Kendi değerleriyle çelişen Avrupa
Yazar, son on yılın Avrupa’nın kendi ilan ettiği dış politika değerlerini de test ettiği görüşünde. “Avrupa, özgürlüğü ve demokrasiyi savunuyor; ancak bu değerleri yurtdışında teşvik etme iradesini giderek yitiriyor. Avrupa’ya hayranlık beslemiş pek çok Arap genci artık hayal kırıklığına uğramış durumda ve Avrupa hükümetlerini giderek daha fazla salt kendi çıkarına hizmet eder görüyorlar.”
Avrupalı devler Fransa ve Almanya’nın uzun süredir Mısır’ın diktatörü Abdülfettah es-Sisi ile iş tuttuğunu belirten yazar, aralık ayı başında Fransa’nın Sisi için kırmızı halı serdiğini ve onu en yüksek devlet nişanı Legion d’Honneur ile onurlandırdığını hatırlatıyor.
Avrupa Dış İlişkiler Konseyi Ortadoğu ve Kuzey Afrika programı direktörü Julien Barnes-Dacey, Arap Baharı’nın sahadaki gelişmeleri yeniden şekillendirmek için bir fırsat sunduğunu, ancak Avrupa’nın bunu değerlendiremediğini söylemiş. Direktör demiş ki, “Avrupa’nın Ortadoğu’nun siyasi düzenini daha olumlu bir yöne çekebileceğine dair inancının azalmasıyla birlikte Avrupa ülkelerinin odağı güvenlik ve göç meydan okumalarına takılarak giderek daraldı. (…) Ayaklanmalardan on yıl sonra bazı Avrupalılar, -Mısır’da Cumhurbaşkanı Sisi’yi giderek daha fazla bağırlarına basmalarıyla sembolleşen- otoriter istikrar fikrini artık yeniden benimsiyorlar.”
Libya’da olanları görmezden gelen Avrupa
Ardından yazar Vohra konuyu Libya’ya getiriyor: “Libya’da Fransa ve İngiltere önderliğindeki NATO müdahalesi Muammer Kaddafi’yi devirdi. Ancak iktidar boşluğu -İslamcılar, aşırılık yanlıları, kabileler, Kaddafi’nin oğlu Seyfülislam ve Mareşal Halife Hafter gibi- farklı paydaşlar arasında savaşa yol açarken Libya kaosa atıldı. Kaddafi sonrası dönemde Avrupa’nın beklenmedik kötü neticeleri yönetmesi ve Libya’yı demokratik bir siyasi geçişe yönlendirmesi bekleniyordu. Ama ülkeyi istikrara kavuşturma noktasında bir çıkarı da planları da olmadığından etkisiz kaldı; başını öte tarafa çevirerek basitçe olan biteni görmezden geldi.”
Yazar, Libya’daki çatışmanın artık siyasi İslamcılar tarafından da desteklenen uluslararası alanda tanınmış hükümete arka çıkan Türkiye ve Katar ile siyasi İslamcıları baş düşman sayan Hafter’le müttefik Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan arasında bölgesel bir rekabet alanına dönüştüğünü hatırlatıyor. Peki, bu kamplaşmada Avrupa nerede duruyor?
Yazara göre “Avrupalılar, görünüşte BM arabuluculuğundaki barış sürecini destekliyor; ancak uyguladıkları bazı politikalar iç savaşı uzatıyor. Mesela Almanya’nın Libya ihtilafında savaşan iki tarafa da silah sattığı haberleri var; buna mukabil Berlin, tıpkı İtalya gibi siyaseten her ikisini de desteklemiyor. Fransa ise Hafter’in güçlerini gizli kapaklı silahlandırmakla suçlanıyor. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, diktatör Hafter’in Avrupa’ya gitmeye çalışan aralarında aşırılık yanlılarının da olduğu göçmenleri kontrol altına alacağı bahsine oynuyor. Fransız analistler, Fransa’daki iç istikrarsızlığın eski Fransız sömürgeleri olan Sahra-Sahel kuşağındaki bazı Afrika ülkelerinde mevcut İslamcı militanlıkla bağlantılı olduğunu söylüyor.”
Yazar, Avrupa’nın -tıpkı şu an Sisi ve Hafter ile kurduğu gibi- Kaddafi’yle de benzer bir ilişki biçimine sahip olduğunu, ancak bunun istenen sonuçları üretmediğini hatırlatıyor. 2010’da Kaddafi’nin yasadışı Afrikalı göçünü durdurma ve ‘siyah Avrupa’ olmayı önleme karşılığında Avrupa ülkelerinden yıllık 5 milyar avro talep etse de sonunda isyana, iç savaşa ve Avrupa’ya kitlesel göçe yol açan şeyin onun uyguladığı baskı olduğunu belirtiyor. Ve ardından şöyle devam ediyor:
“Akdeniz’deki diktatörler, Avrupa’ya karşı bir şantaj olarak iktisadi göçmenlerin ve aşırılık yanlılarının önünü açma tehdidini bir kez daha kullandılar ve kıtanın sınırlarını korumak için kendilerini vazgeçilmez olarak sundular. Arap Baharı, diktatörlük rejimleriyle yola devam etmenin Avrupa için yenilgiyi kabul eden bir politika olduğunu gözler önüne serdi. Yine de pek çok Avrupa ülkesinin bir kez daha benimser göründüğü yaklaşım tam da bu.”
Avrupa Arap Baharı’nı yanlış okudu
Ardından Uluslararası Kriz Grubu’nun Ortadoğu programı direktörü Joost Hiltermann’ın görüşlerini aktarıyor. Hiltermann, Avrupa’nın -bir demokrasi hareketi olarak algıladığı- Arap Baharı’nın doğasını daha baştan yanlış anladığını şöyle anlatmış: “Meydanlardaki insanlar öncelikle demokrasi için harekete geçirilmemişti; ancak Avrupalılar onların öyle olmasını istedi. Protestocular, çarpıcı biçimde daha iyi bir yönetişim, bunun gerçekleşmemesi halinde duyarsız ve yozlaşmış rejimlerin devrilmesini istediler. Protestolar şiddetli ve kaotik sonuçlara yol açtığında Avrupalılar daha temkinli hale geldi, demokratik ilerlemenin olmayışından İslam’ı sorumlu tuttular ve aralarında Avrupa’ya ulaşmaya çalışan cihatçılar olduğu şüphesiyle mültecilere ve göçmenlere karşı sınır kontrollerini sıkılaştırdılar. Sonunda Avrupa hükümetleri, ilk başta halk ayaklanmalarına yol açan istikrar paradigmasını (‘bildiğimiz şeytan’ olan otokratik rejimleri destekleyerek) yeniden benimsedi.”
Ardından yazar Suriye konusuna geçiyor ve şunları söylüyor: “Avrupa, resmiyette birleşmiş durumda ve isyancıların Suriye siyasetine dahil edilmesi, siyasi mahkumların serbest bırakılması ve savaş suçlarından hesap sorulması çağrısı yapan BM’nin 2254 sayılı kararı doğrultusunda, yeniden inşa için finansman sağlanmasını siyasi dönüşüm şartına bağladı. Ancak kapalı kapılar ardında İtalya’daki ve diğer birçok ülkedeki popülistler, Esed rejimiyle bağların yeniden kurulmasını savunuyor. İtalya, sınırlarına girmiş olabilecek aşırılık yanlıları konusunda Esed’in istihbarat servisleriyle bağlantı kurup birlikte hareket etmek isterken, Almanya’nın muhalefet partisi Almanya İçin Alternatif de Suriyelilerin Esed yönetimi altında güvende olduğunu ve mülteciler için ayrılma vakti geldiğini savunuyor. Avrupa, beklentilerini rejim değişikliği yerine rejimin davranışında bir değişiklik olarak yumuşattı.”
Avrupa, Afrika ve Ortadoğu’daki hükümetlere danışmanlık yapan bir güvenlik şirketinin başkanı Olivier Guitta, Avrupa’nın Suriye’ye askeri müdahaleyi reddetmesinin Müslüman Batılıları IŞİD’in kollarına iten ölümcül günahı olduğunu söylemiş. (…) Guitta “Avrupalı güvenlik servisleri bana bugün tehdit seviyesinin Avrupa’da büyük saldırıların görüldüğü, IŞİD’in en parlak dönemi olan 2015’tekinden daha yüksek olduğunu söylüyor.” demiş.
Ancak Vohra, diğer uzmanların Libya’nın çöküşünü hatırlatarak Suriye’de askerî harekâtın doğru bir hareket tarzı olmadığı kanaatini dillendirdiklerini paylaşıyor. Zira “Suriye’nin savaş alanı (…) her türden grupla dolup taştı ve dahası, demokratik ve liberal protestocular dağınık bir güçtü. Ayrıca Baas rejimi demir yumrukla yönetmekte ve hiçbir zaman anlamlı bir siyasi muhalefetin ortaya çıkmasına izin vermemekteydi. Sahanın gerçekleri, Avrupa ve ABD’nin Esed rejimine karşı sonuç alıcı bir askeri operasyon yürütmesini zorlaştırdı.” diyor.
“Avrupa, tüm başarısızlıklarına rağmen, milyarlarca dolarlık yardım gönderdi ve Arap Baharı’ndan doğan bazı sivil toplum hareketlerini -önderleri sürgünde olsa bile- canlı tutmakta kararlı davrandı.” diyen yazar, son sözü Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nden Barnes-Dacey’e vermiş: “Gerçek ders, anlamlı bir reformun daha uzun vadeli bir değişim vizyonunu gerektirdiği oldu… ki bu da görevdekilerin ayaklarının altındaki halıyı aniden çekmek yerine, aşağıdan yukarıya dönüşümü pekiştirmeye odaklanmalı.”
Bu yazı ilk kez 22 Ocak 2021’de yayımlanmıştır.
https://foreignpolicy.com/2020/12/24/the-arab-spring-changed-everything-in-europe/