Rusya-Ukrayna Savaşı dünyanın muhtelif bölgelerinde geçmişten bugüne bir süreliğine dondurulmuş sorunları yüzeye taşıdı. Batı Balkanlar ise Rusya’nın “uzun elleri” ve “gölgeleri” hasebiyle buzların en hızlı çözüldüğü coğrafya.
Geçmiş günahlarıyla yüzleşmeyi reddeden Sırbistan, siyasi düzlemde her gün besleyip yeniden ürettiği şoven milliyetçiliğinin aynasında alev püskürten bir ejderhayı andırıyor. Her ne kadar şimdilik etraf yangın alanına dönmediyse de rüzgarla savrulan kıvılcımlar eksik değil.
Rüzgarlar Sırp şovenizminin çenesinden topladığı kıvılcımları yaygın olarak iki ülkeye doğru taşıyor: Bosna-Hersek ve Kosova.
Her iki ülkede de etnik ayrılıkçılık metodu üzerinden manevra kabiliyetini pekiştirmeye çalışan Belgrad yönetimine; Rusya önemli ölçüde silah, Çin geniş ekonomik yatırım, Macaristan fiili dayanışma, Fransa ise sessiz himaye desteği veriyor.
“Manevra kabiliyeti”nden kasıt, aslında kadim ve şoven Sırp muhiti nezdinde “kötürüm” bırakılmış bir ideali canlandırma arayışıdır, yani Büyük Sırbistan.
Sırbistan’ın merkezinde bulunduğu Batı Balkanlar denklemi bugün adeta bir matruşkaya dönüştü.
Rekabet içinde rekabet sarmalını tetikleyen bu denklem yalnızca bölgesel veya küresel karakterli rekabeti değil, aynı zamanda Avrupa içindeki rekabeti de kızıştırıyor.
Batı Balkanlar matruşkası: Rekabet içinde rekabet
ABD-Birleşik Krallık ikilisi her ne kadar Boşnaklar ve Arnavutlar lehinde bir profil çizse de iki ülkenin de başlıca hesabı Avrupa’nın derinliklerine yönelik. Gerek Bosna-Hersek gerekse Arnavutluk ile Kosova devletleri, ABD açısından Avrupa’daki askerî varlığını stratejik bir çerçeveye oturtmaya matuf bir ilişkiler yumağını simgeler.
Birleşik Krallık için ise “nüfuz” boyutu belirleyicidir ki, İngilizlerin bu arayışı Batı Balkanlar’da (bilhassa Arnavut aleminde) köklüdür.
ABD, Batı Balkanlar’daki “kontrollü gerilim” statükosundan şikâyetçi sayılmaz. Hatta mevcuttan memnun bile denebilir. Ukrayna Savaşı Avrupa’yı NATO şemsiyesi ve dolayısıyla da Amerikan manevi liderliği altında birleştirdi. Bu anlamda bir sorun yok. Ancak aşağıda da görüleceği üzere Batı Balkanlar Avrupa Birliği (AB) bünyesinde bir fay hattını ete kemiğe büründürmesi bakımından potansiyel kaşımalara açık.
Birleşik Krallık’ın da meselenin bu hususi boyutunu yadsımadığı aşikâr. Ne var ki İngilizler kaba gösteriş yerine incelikli ve titiz icraatı benimsiyorlar. İlaveten, salt pazulara değil zihinlere de çalışıyorlar.
Bana kalırsa bu daha sonuç alıcı bir yöntem – nitekim rüştünü yıllar içinde ispat edebilmiştir.
Gerçekten de Birleşik Krallık’ın 19’uncu yüzyıldan bu yana Arnavut alemindeki propagandası nitelikli ve kudretlidir. Hipnotizma derecesine varırcasına delicidir. Enver Hoca iktidarında diyaloga verdiği “zoraki” arayı 1990’li yıllardan itibaren telafi edebilmiştir.
Bugünlerde ise – ki “Brexit” süreci bunda müthiş bir katalizör işlevi gördü – İngilizler, Boşnakları ve Arnavutları şahince savunur pozisyondalar.
Anglosakson dünyası, Boşnaklara ve Arnavutlara, hem Rusya-destekli Sırbistan’ın dengelenmesi hem Avrupa’nın içlerindeki söz/müdahale haklarının muhafazası hem de kendi askerî-stratejik nüfuz kapasitelerinin bağımsız bir çekim noktası teşkil etmesi için tutunuyor. Dolambaçlı, bencil ve fakat profesyonel bir pragmatizmden bahsedilebilir.
Avrupa Birliği’nde (AB) durumlar biraz daha karışık zira AB’de Berlin-Paris ekseninde bir “tahterevalli” siyaseti işletiliyor. Almanya Boşnaklar ile Arnavutlar, Fransa ise Sırbistan tarafında.
Merkel-sonrası Almanya’nın Batı Balkanlar’da daha çok inisiyatif kullandığı (tıkanmış haldeki Berlin Süreci’nin meşalesini yeniden yaktı) ve atılgan davrandığı biliniyor. Şansölye Olaf Scholz neredeyse göreve başladığı “an”dan itibaren hem Bosna-Hersek ve Kosova hem de topyekûn Batı Balkan 6’lısının AB’ye entegrasyonu başlığında irade koydu.
Koydu koymasına ama AB’nin sınırları, müzakere dengeleri ve sindirebileceği statüko formatı belli. Bunlar zor evrimleşir.
Örneğin AB’de hâlâ Kosova’yı tanımamakta direten devletler var (İspanya, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi bunlardan üçü). Üstelik Avrupa halkları nezdinde böylesi bir girişime şiddetle muhalefet edecek olan kesimler hiç de azımsanmamalı – hele ki “ekonomik fırtına” bu kadar ürkütücü bir mesafedeyken.
Nitekim Scholz heyecanla Batı Balkanlar’ın avukatlığına soyunurken, Fransa Cumhurbaşkanı Macron da boş durmadı ve “AB dışında kalan Avrupalı devletleri” kapsayan bir imtiyazlı işbirliği modeli (“Avrupa Siyasi Topluluğu”) teklif etti.
Demek oluyor ki, Berlin-Paris ekseni uzlaşmaktan ve bir mutabakata varmaktan çok uzak ve “Batı cephesinde yeni bir şey yok”.
“Open Balkan”: Arnavut liderlerin çıkmazı
Bu dağınıklığa bir de “Open Balkan” garabeti eklenince, iş içinden çıkılmaz bir hale geliyor. Kâğıt üzerindeki “Open Balkan” Sırbistan, Arnavutluk ve Kuzey Makedonya’nın kendi aralarında başlattığı ve fakat Batı Balkanlar’daki diğer üç devletin de (Kosova, Karadağ ve Bosna-Hersek) iştirakini sağlamak istediği bir platform.
Batı Balkanlar’da bir “mini-Schengen” inşasını hedefleyen platform, bölgede insanların ve malların serbest dolaşımını önceliyor ve AB’ye tam üyeliğin altyapısını oluşturduğunu iddia ediyor.
Open Balkan’a görünürde Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic ile Arnavutluk Başbakanı Edi Rama rehberlik etse de içyüzü puslu.
Open Balkan; Arnavutluk Cumhurbaşkanı Ilir Meta Open tarafından bir “dayatma”, eski Başbakanlardan Sali Berisha tarafından ise bir “Soros projesi” addediliyor. Kosova Başbakanı Albin Kurti platformu “Büyük Sırbistan’a giden yol” kabul ediyor. Karadağ Cumhurbaşkanı ile Bosna-Hersek’in bazı yöneticileri de benzer tonlarda tepki gösteriyorlar.
Kendi payıma, bu eleştirileri haklı buluyorum. Rama, Open Balkan’a itiraz eden Arnavutları “bağnaz ve turbo-kasaba milliyetçileri” olarak yaftalasa da nesnel verilere ve projeksiyonlara nispetle söz konusu inisiyatiften aslan payını (diğerlerininkiyle ölçülemeyecek bir oran farkıyla) Sırbistan’ın alacağı, bu vesileyle bölge devletlerini mutlak bir anlamda “yörüngesine” katacağı su götürmez bir gerçek.
Adı konulamayan sorun: Sırp şovenizmi sorunu
Doğrusu, bölgeden kimsenin (bilhassa da Boşnak ve Arnavutların) Yugoslavya kadavrasının canlandırılmasında herhangi bir çıkarı yoktur, olamaz.
Oysa ne Rama ne Karadağ’ın yeni Arnavut asıllı Başbakanı Dritan Abazovic (kendisi yakın zamanda ülkesinin Open Balkan’da yerini alabileceğini belirtti) ne AB ne de ABD Sırp şovenizminin konturlarını, muhteviyatını doğru idrak etmiş gözükmüyor.
Ortada ağız birliği edilmişçesine yarıştırılan bir “Arnavut milliyetçiliği kritiği” var ancak ne hikmetse Sırp milliyetçiliğinin şoven fıtratını irdeleyen yok.
ABD’de son aylarda/yıllarda yayımlanan raporlarda (RANE-Stratfor, SAIS FPI vs.) “Arnavut birleşimciliği” yaptırımlarla tehdit edilirken ve hatta mahkûm edilirken, Sırp şovenizmine dair eleştirel tek bir satıra rastlanmıyor.
AB’nin tavrı da benzer. Avrupa liberalizmi bütün kurumları ve sözcüleriyle Sırp şovenizmine engin bir müsamaha dairesi çizerken, Arnavut milliyetçiliğine ve Boşnak özgüvenine “vebalı” muamelesi yapıyor.
Gerçek şu ki, Sırp anlayışı “Çetniksizleştirilmedikçe” ve Sırbistan Rusya güdümlü Ortodoks pan-Slav siyasetin güney kolunun temsilinden vazgeçmedikçe Batı Balkanlar’a kalıcı barışın gelmesi imkânsız.
Son olarak Aleksandr Dugin’in “Sırbistan’ın yeri Rusya için ayrıdır. Vakti geldiğinde Batı Balkanlar’da başladığımız işi bitireceğiz, bundan kimsenin endişesi olmasın” ifadelerinde billurlaşan Rus hamiliğindeki “Büyük-Sırp” emellerin dogru tanımlanması, bölge uluslarının nasıl bir tehlikeye muhatap olduğunu saptamak açısından elzem.
Sırp şovenizminin bölgede hakiki bir sorun olduğu tespiti içtenlikle yapılmadan yol yürünemez.
Fakat ilk elden gelen tehditleri göğüslemek mecburiyetindeki iki devlet haricinde – ki bunlar Kosova ve Bosna-Hersek’tir (çoğunlukla Müslüman yöneticileri) – teşhisi olduğu gibi koyabilen yok. Oportünizm, kariyerizm, romantizm, nostalji… Her şey var, esas ihtiyaç olan gerçekçilik ise kayıp.
İşte tam bu noktada Türkiye için bir pencere açılabileceğini kayda geçmeli. “Açılabilir” diyorum zira Türkiye mevcut doğruları “doğru” olarak koruyabilmeli, kimi yanlışları ise “doğrulara” evirebilmeli.
Türkiye ne yapmalı?
Türkiye’nin Batı Balkanlar’a mahsus bir doktrinle kuşanması zaruri. Saha gerçekleriyle uyumlu, yükselen talep ve beklentileri reel-politikle buluşturabilecek, anakronizmden arındırılmış ve siyasi, ekonomik ve askerî cihetleri eşitçe gözeten stratejik bir doktrin gerekli.
Şüphesiz ki “tarih” etmeninin uluslararası ilişkilerde bir rolü ve fonksiyonu var. Ancak bunlar “zamanın değişken koşullarına uygun” olarak güncellenebildiği ölçüde fayda verebilir. Aksi takdirde geçmişin kalıplarıyla ne çağ yakalanabilir ne de çağa istikamet biçilebilir.
Bugün bölgede çıkarı olan bütün devletlerin/kuruluşların Batı Balkanlar’a üst-düzey yetkilerle donattığı “Özel Temsilciler” atadığı bir evreden geçiyoruz. Oysa Türkiye hâlâ kendi zaviyesinden ahenkli (ve en önemlisi güncel) bir Batı Balkan anlatısı yoğurmuş değil.
Bir süredir tatbik edilen politikanın üç sacayağı var gibi: “Evlad-ı Fatihan”, genel Müslüman nüfus ve kadim Osmanlı hinterlandı algısı.
Bu politika, bilhassa son unsurla birlikte, bir yandan epey hacimli bir “kapsama alanı” sunsa da son tahlilde bir düğüm yaratıyor. Bu düğüm, Batı Balkanlar’da her biri çok farklı ve bazen de birbiriyle taban tabana zıt çıkarlara sahip ulusları tek bir potada değerlendirme sorunsalını açığa çıkarıyor.
Bilhassa son yıllarda iyice hız kazanan Türkiye-Sırbistan ilişkilerinin gerek Boşnaklarda gerekse Arnavut aleminin bir bölümünde endişe doğurduğu söylenebilir.
Dahası, Türk yatırımlarının kahir ekseriyetinin Sırbistan’a yönelmesinin, ağırlığın buraya verilmesinin de bir “kırgınlık” biriktirdiği paylaşılabilir. Ayrıca geçtiğimiz ay çıkan bir haber – Vucic’in Türkiye’den “Bayraktar SİHA” sözü aldığına dair – bölgedeki iki halkta da hayal kırıklığına sebep oldu.
Türkiye Sırbistan’a – daha bundan yalnızca 30 sene evvel yaptığı soykırımlarla dahi yüzleşmemiş bir Sırbistan’a – kesinlikle silah satmamalı. Zira bu, bölgede Türkiye’nin Boşnakları ve Arnavutları kaybetmesi demek olur ki, Balkanlar’ı ikinci kez kaybetmek manasına gelir.
Gerçekten de Türkiye’nin Batı Balkanlar’da “kendiliğinden” ve “doğalından” yaslandığı, yaslanması gereken bir omurga var: Yerli Türklük, Boşnaklar ve Arnavut alemi (kasten sadece “Arnavutluk” demiyorum). Mevzubahis omurga, bu şekil ve isimleriyle, birbirleriyle de kaynaştırılarak bugünkü politikanın kısırlaşan üç sacayağını ikame edebilir.
Elbette bu, kolay bir paradigma değişikliği değil ve hatta “radikal” olarak bile tasnif edilebilir. Osmanlı referanslarını törpülemek (bazılarını rafa kaldırmak) ve dini mirası yegâne kriter olmaktan çıkarmak, onun yerine “ulusal” faktörü siyasi çerçeveye daha çok dahil etmek meşakkatli bir geçiş.
Gelgelelim bu aynı zamanda AB’nin ikircikli tutumlarından usanan, Amerikalıların ve İngilizlerin emredici-küçümseyici pragmatizmine mahkûm olmak istemeyen, Rusya’nın emperyalist tasavvurlarına karşı koruma ve ulusal egemenliğine saygı bekleyen milyonlara verilecek samimi bir ferahlıktır da.
Bosna-Hersek’in toprak bütünlüğünün korunması, Kosova’dan yeni bir Bosna çıkarmaya kenetli “Sırp Belediyeler Birliği” bölücülüğünün engellenmesi ve daha uzun vadede Arnavutluk-Kosova ikilisinin “doğal” sınırlarına erişmesine olanak tanınması gibi meselelerde Türkiye kendi çıkarlarıyla bütünleşen bir siyasi strateji kurgulayabilir.
Keza bugün bölgede Sırbistan lehine bozulan ticaret dengesini diğer ülkelere adilce de yayılacak şekilde ve en mühimi “istihdam” üretici minvalde yeniden tasarlamak icap eder. Bu anlamda gerekirse milli burjuvazi ve müteşebbis sınıf nezdinde de girişimler düşünülebilir.
Nihayet askerî planda silahlandırma, eğitim vb. levhalarda Sırbistan’ı bütünüyle dışlayıcı bir çizgiyi içselleştirmek esastır. Türkiye’nin Kosova’nın NATO üyeliğine verdiği destek, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın hem Bosna-Hersek’e hem de Kosova’ya gösterdiği ihtimam takdire şayan.
Umulur ki, bölgede Bosna-Arnavut alemi tandemi Türkiye’nin askerî yardım konseptinde “münhasır” bir statüde değerlendirilsin.
Velhasıl Batı Balkanlar günden güne ısınırken, Türkiye şimdiye kadar özümsediği politikanın bundan sonrası için yetmeme ihtimalini göz önüne alabilmeli.
Yunanistan’la ilişkilerin uzun müddet toparlanmayacağı hususunu da göz ardı etmeden Bulgaristan’dan başlayarak Adriyatik kıyılarına uzanıp, ardından içlere doğru kıvrılan “vav” harfi benzeri bir hattı “imtiyazlı” kılmak kabildir.
Şayet Türkiye bölgede Yerli Türklük, Boşnaklar ve Arnavut aleminin müşterek sıkışmışlığına nispetle bir “çilingir” misyonu üstlenebilirse, akabinde oluşacak güven Türkiye’yi Batı Balkanlar’da 22’nci yüzyıla taşır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 23 Mayıs 2022’de yayımlanmıştır.