Etkinliği, yeterliliği ve günümüz koşullarına uygunluğu uzun bir süredir tartışma konusu olan Birleşmiş Milletler, bu sene kuruluşunun yetmiş beşinci yıldönümünü kutluyor ve alışılmışın aksine liderler New York’ta bir araya gelmek yerine online ortamda buluşuyorlar.
Yaşamakta olduğumuz iki önemli gelişme ise Birleşmiş Milletler’in (BM) kuruluş misyonuyla kurumsal yapısını daha fazla tartışmamızı gerekli kılıyor. Bunlardan ilki, dünya siyasetinde büyük aktörler arası güç mücadelelerinin, başta ABD ve Çin rekabeti olmak üzere, tekrardan hız kazanması; diğeriyse Covid-19 salgını ve iklim değişikliği gibi çevresel olayların insanlığın ortak geleceğini her geçen gün daha fazla tehdit ediyor olması.
En başta söylemek gerekirse “Birleşmiş Milletler” örgütü “Birleşmiş İnsanlık” örgütüne dönüşmedikçe, insanlığın uzun soluklu barış ve istikrar iklimine kavuşması mümkün olmayacak.
BM neden zorlanıyor?
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda galip devletlerin Amerika Birleşik Devletleri’nin liderliğinde bir araya gelerek, insanlığın bir daha dünya savaşı benzeri bir yıkımı yaşamaması için temelini attıkları BM kuruluşundan bu yana önemli zorluklarla karşılaştı.
ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş, kolonileşme çağının sona ermesiyle bağımsızlıklarını kazanıp BM’ye üye olan devletlerin dile getirdikleri güvenlik ve ekonomi sorunları, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) beş daimi üyesi arasında ortaya çıkan görüş ayrılıkları, Soğuk Savaş’ın bitiminden gümümüze uluslararası ilişkiler ve siyasetin dinamiklerinde yaşanan devrimsel değişiklikler, son on sene zarfında dünya siyasetinde etkili olan milliyetçilik, popülizm, korumacılık ve reelpolitik nüfuz mücadeleleri, en önemlisi de başta Çin olmak üzere Batılı olmayan devletlerin artmakta olan maddi güç imkânlarına paralel olarak dünyanın yönetiminde daha fazla söz sahibi olma arzuları BM’nin kurumsal yapısı ve misyonunu zorladı, zorlamaya devam ediyor.
Kuruluş metninde her ne kadar evrensel insan hakları vurgusu yer alsa da, BM aslında ulus-devletlerin merkezinde olduğu ve güçlü devletlerin dünya siyasetinde daha fazla söz sahibi olmasını mümkün kılan bir anlayış üzerine oturuyor.
Olası bir dünya barışının, en başta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi arasında bulunacak uzlaşılar olmak üzere, üye devletler arasında bulunacak ortak çıkarlar ve bu çıkarların çok-taraflı mekanizmalar içinde tartışılması üzerinden gerçekleştirebileceği varsayımı, BM’nin misyon ve vizyonunu belirleyen temel düşünce oldu. BM’nin reformu bağlamında dile getirilen birçok öneri de aslında BM organlarının devletlerarası değişen güç dengelerini dikkate alarak daha fazla temsil kabiliyetine sahip olacak şekilde yeniden tasarlanmalarını öngördü. BM bunu becerebildiği ölçüde meşru görüldü ve dünya barışına hizmet eden bir örgüt olarak algılandı.
BM’nin iliklerine sinmiş sorunlu mantık
“Ulusçuluk” ve “uluslararasıcılık” kavramları BM’nin iliklerine kadar sinmiş durumda. Egemen ulus devletleri en meşru aktör olarak gören, insanların temel aidiyetlerinin onların devletleri nezdinde sahip oldukları vatandaşlık bağı olduğunu kabul eden, yöneten ve yönetilenlerin temel sorumluluklarının yaşadıkları ülkelerin karasal sınırları tarafından çizildiğini varsayan anlayış BM’ye hayat veren temel düşünceyi oluşturuyor.
Hâlbuki kanaatimce bu sorunlu bir mantık çünkü ortak çıkarlara sahip olmadıkları durumlarda egemen ulus devletlerin barış içinde yasayabilmelerinin garantisini sunmuyor. Ayrıca, ne “ulusçuluk” ne de “uluslararasıcılık” devletleri ahlaki anlamda eşitliyor. Son kertede BM güçlülerin güçsüzler üzerinde tahakküm kurup dünyayı kendi nüfuz bölgelerine ayırmalarını ve dünyanın kaderine ‘büyük güçler arası diplomasi’ üzerinden yön vermelerini mümkün kılıyor. ‘Egemen eşitlik’ kulaklara hoş gelen bir kavram olmanın ötesine geçemiyor.
Bizahati ulusçuluk ve uluslararasıcılık kavramları farklıkları, ayrıştırmaları, kutuplaştırmaları ve rekabet odaklı ilişkileri meşrulaştırıcı bir etki doğuruyor. Neredeyse her bir devlet kendi ulusçuluğu zemininde kendini diğerlerinden farklı, ayrıcalıklı ve üstün görme eğiliminde. Ulusçuluk, biz ve diğerleri ayrımını küresel ölçekte meşrulaştıran ve ulus-devletler arasındaki ilişkileri sıfır-toplamlı bir oyun olarak görmemizi sağlayan bir kavram aynı zamanda.
Uluslararasıcılık da ulusçuluğun bir seviye atlamış hali. Ondan farklı gibi görünse de uluslararasıcılık ulusçuluğu aşamıyor, sadece dünya siyasetinin ulus-devletlerarasındaki ilişkilere indirgenmesini ve son kertede her bir ulus-devletin kendisi için neyin iyi neyin kötü olabileceğine kendisinin karar vermesi gerektiğini vazediyor.
Şüphesiz ki kurulmuş olan birçok bölgesel ve uluslararası örgüt dünyanın daha istikrarlı ve barışçıl bir ortama everilmesi yönünde ciddi katkılar sunuyor. Savaşların azalmasında, azgelişmişliğin bir kader olmaktan çıkartılmasında, ihtiyacı olan ülkelere kalkınma yardımları yapılmasında ve genel olarak insan hayatının daha kaliteli ve dünyanın daha yaşanası bir yere dönüşmesinde şüphesiz birçok uluslararası örgüt önemli roller oynadı.
BM nasıl reforme edilmeli?
Ama şu anda yaşamakta olduğumuz zaman dilimi bizleri daha farklı düşünmeye ve başta BM olmak üzere birçok uluslararası örgütü sil baştan tasarlamaya zorluyor. BM’nin reformundan temelde BM Güvelik Konseyi üyelerinin, özellikle de veto yetkisini sahip daimi üyelerin, sayısının arttırılmasını ve çeşitlendirilmesini ve bu sayede bu kurumun daha temsili bir hale gelmesini anlarsak ulusçuluk ve uluslararasıcılık mantığını aşamamış oluruz.
Benzer şekilde, ABD’nin yerine Çin’in yeni hegemonik güç olarak geçmesi ya da dünyanın tek-kutuplu bir sistemden yeniden iki-kutuplu ya da çok-kutuplu bir sisteme everilmesi, ulusçuluk ve uluslararasıcılık kavramlarıyla çatışan gelişmeler değil.
İhtiyacımız olan, “ortak insanlık” ve “dünyalılık” kavramlarını daha fazla merkeze çekerek daha görünür kılmak. Nedeni çok basit aslında. Şu anda insanlığın geleceğini en fazla tehdit eden sorunlar hiç bir devletin kendi başına ya da kendisi gibi düşünen devletlerle yapacağı işbirlikleri üzerinden çözülemez. İklim değişikliği, çevresel felaketler, salgın hastalıklar, göç hareketleri vb. birçok sorun devlet merkezli değil, insanlık ve çevre merkezli düşünmeyi zorunlu kılıyor.
Küreselleşmeye karşı yüksek perdeden dile getirilen eleştiriler ve dünyanın birçok farklı yerinde ulusal egemenliğin yeniden geri kazanılması yönünde ortaya çıkan korumacı-milliyetçi akımlar bir gerçeği görmemize engel olmamalı. O da şu: Dünya giderek küçülüyor ve insanlar nerede yaşıyor olursa olsunlar, birbirlerinin yaşamlarından anlık olarak haberdar oluyorlar. Bu yakın temas, her zaman fiili dünyada mümkün olmasa da en azından dijital alemde, aslında birbirimizden pek de farklı olmadığımızı ve ne kadar benzer hayatlar yaşadığımızı gösteriyor. Farklı ülkelerde yaşayıp farklı vatandaşlıklara sahip olsalar da insanlar aslında benzer istek, beklenti, mutluluk, kaygı, endişe ve korkulara sahipler. Uzak coğrafyalar olarak adlandırdığımız yerlerde ortaya çıkan gelişmeler kısa süre içinde kendi lokalimizde yaşadığımız hayatlarımızı yakından etkileme kapasitesine sahip.
Sınırlarımızın dışında ortaya çıkan salgın hastalıklar, çevresel felaketler, finansal krizler, insani trajediler, vb. birçok durum kısa surede “bizim” oluyor. İnsanlar giderek – ülkelerindeki yönetim sistemi ne olursa olsun – yöneticilerini benzer talepler üzerinden hesaba çekiyorlar. Daha müreffeh yaşamları artık canlı olarak görüyor ve aynısını talep ediyoruz. Açık denizlerde yan yana seyahat eden yolcu gemilerinde değiliz. İşin aslı, farklı kamaralarda yolculuk etsek de hepimiz aynı gemideyiz. Gemi batarsa hepimiz öleceğiz.
Bu açıdan bakıldığında ‘aşı milliyetçiliği’ üzerinden puan kazanamaya çalışan siyasetçiler aslında eski dünyanın insanları. Benzer şekilde köprüleri kaldırıp korunaklı kale duvarlarının arkasında kendisine benzemeyenle temas etmek zorunda kalmadan yaşanabileceğini düşünen siyasetçi de eski.
Az gelişmiş ülkelerin kalkınma ve refah sorunları çözülmeden zengin ülkelerin kendilerini göçmen ve mülteci akınlarından koruyabileceklerini düşünmeleri sadece bir hayal.
Ortak insanlık nedir?
“Ortak insanlık” tasavvuruyla herkesin birbirinin tıpatıp aynısı olmasını kastetmiyoruz şüphesiz. Önemli olan “ben-merkezli” kimliğimizi genişletip önce “diğer-merkezli” sonra da “biz-merkezli” kimliğe geçebilmek. “Sana yapılmasını istemediğini sen de başkalarına yapma” ve “sana davranılmasını istediğin şekilde sen de başkalarına davran” prensiplerini esas almış ahlak anlayışı söz konusu burada.
“Ortak insanlık” olarak adlandırabileceğimiz bu bakış açısı “dünyalılık”la birlikte düşünülmeli. Farklı canlı türlerinin içinde hep birlikte yaşadıkları dünyamızın odak noktasına konulması gerekiyor.
Doğadaki diğer canlı türlerini kontrol ve tahakkümü altına almak isteyen insanlık kendisinin de bu ekosistemin bir parçası olduğunu bir an önce kabul etmeli. Sürdürülebilir kalkınma ve yeşil enerji devrimleri bu yönde atılmış olumlu çabalar hiç şüphesiz. Ama yetersiz. Ulusçuluk ve uluslararasıcılığın bize dayattığı ben-merkezci ve dışlayıcı bakış açısını bir an önce terk etmeli insanoğlu. Kimlikler ve aidiyetler noktasında bizlere dayatılan bazı ön kabuller ve ulus-devlet temelli uluslararası ilişkiler yaklaşımlarını değiştirmeden Birleşmiş Milletler’i Birleşmiş İnsanlık Örgütü’ne dönüştürmek mümkün olmayacak.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 28 Eylül 2020’de yayımlanmıştır.