Gazze hakkında yazmak neden zor?

Hamas-İsrail Savaşı, ‘insani mola’ ve ‘esir takası’ sürecine girse de başta Filistin’de, sonrasında tüm çevre coğrafyada derin izler bırakacak gibi. Salt kan ve yıkım değil; sosyal ve kültürel izler de… Tarih boyu sürecek bir ‘yas’ süreci bekliyor insanlığı… Jeopolitik entrikaların her zamankinden daha fazla belirleyici olduğu bir çağda sömürgecilik karşıtı direniş mümkün mü?

7 Ekim’den bu yana Orta Doğu’da kan gövdeyi götürüyor. Gazze’de saatte beş çocuk ölüyor. Abluka altındaki bu yerleşim, dünyada en kısa sürede en fazla çocuğun öldürüldüğü yer olarak tarihe geçti.

Peki, acının tarihi yazılır ve pek çok kültürel değer yerle yeksan eylenirken, bir entelektüelin duruşu ne olmalı? Böylesi hazin manzara karşısında düşünen kişi için etik olan nedir? Siyasi şiddeti anlamak ile buna göz yummak arasındaki fark ne?

Avustralya’daki Melbourne Üniversitesi’nde Gelecek Nesil Antropoloji ve Sosyal Teori Profesörü olan Ghassan Hage’nin Allegre Lab adlı site için kaleme aldığı yazı, bu ve daha farklı sorulara yanıt arayan bir yazı.

Yazıdan öne çıkan bölümleri aktarıyoruz:

“Katliam gerçekleşirken katliam hakkında ‘ilginç’ bir şeyler yazmak etik midir? Kendime bunu sorup duruyorum. ‘Bu, çürüyen bedenlerden edebiyat üretebilmek için ölü sömürmenin bir biçimi değil mi?’ Levi-Strauss’un (Asdiwal’in Hikâyesi’nde) yaşam ve ölüm arasındaki aracılar olarak hilebaz ve ölü yiyiciler hakkındaki analizini düşünmeye başlıyorum.

‘Her halükarda’ diyorum kendi kendime, ‘etik olsun ya da olmasın, pratikte daha da temel bir sorun var. ‘Katliam gerçekleşirken yazmak mümkün mü?’ Ben bunu yapmakta kesinlikle zorlanıyorum.

Aynı dönemde Julie Billaud (Allegra için) ve Fadi Bardawil (Megaphone için) Gazze hakkında bir şeyler yazıp yazamayacağımı sordular. Yaşananlar karşısında duyduğum üzüntünün yanı sıra boşluk ve faydasızlık hissi de ağır basıyordu. Kendimi yazmaya bir türlü ikna edemiyordum. ‘Yararsız akademisyenin unutulmaz figürü: Koronavirüs zamanında eleştirel düşünme’ (European Journal of Cultural Studies, vol. 23, no. 4) isimli makalemi yazarken mücadele ettiğim fikirlerden bazıları yazma ufkumu kapatıyordu. ‘Katliam zamanı’, bir entelektüele etrafta en son ihtiyaç duyulan kişi olduğu hissini vermeye ‘Koronavirüs zamanı’ndan bile daha yatkındır.

Ölüleri gömerken kim entelektüel ahkâm kesenleri dinlemek ister ki?

Siyasi şiddeti anlamak ile buna göz yummak arasındaki fark nedir?

Deja vu ile entelektüel karşılaşmaların getirdiği bir gereksizlik duygusu da vardı. Hamas’ın İsrailli sivilleri katletmesiyle ilgili olarak ortalıkta dolaşan bazı argümanları dinliyorum. Birçoğu daha önce intihar bombacıları ile ilgili olarak tartışılmıştı. Terörizm ile teröristler arasındaki fark nedir? (Bence Hamas’ın saldırısı bir terör eylemiydi, ancak bunun onları terörist bir örgüt yaptığını düşünmüyorum). Terörizm bir tür siyasi şiddettir. İsrail de terörizmle uğraşıyor. Siyasi şiddeti anlamak ile buna göz yummak arasındaki fark nedir? Bir keresinde intihar bombacılarıyla ilgili olarak bir kelime türetmiştim: “ekzighofobi” (exighophobia), yani sosyo-tarihsel açıklama korkusu. Şu anda etrafta bolca dolaşan bir kavram. Mantıklı argümanlar mantıksız politikaları alt etseydi şu anda bulunduğumuz yerde olmazdık. Ve ben sadece Orta Doğu politikalarından bahsetmiyorum. Aşırı sağ politikaların, ırkçılığın, cinsiyetçiliğin vs. yeniden yükselişinden bahsediyorum.

Pek çok şey düşünüyorum, ama pek çoğu yazmaya değer değil. Arada sırada aynı argümanları tekrar ettirmeyen bir şey ortaya çıkıyor ve yeni düşünceleri tetikliyor. Arkadaşım Abbas El Zein ile bir Zoom sohbeti yapıyorum (o Avustralya’da, ben Almanya’dayım) ve bu durumdan bahsediyorum. O sırada üzerinde düşünmeye değer bulduğum ilginç bir yorum yaptı: Hamas’ın saldırısı FKÖ’nün (Filistin Kurtuluş Örgütü) ilk uçak kaçırma eylemlerini anımsatan daha fazla şey içeriyor. Saldırı, sanki onlar, hakları ve çektikleri acılar yokmuş gibi ortaya çıkan bir gerçeklik (Arap rejimleri ve İsrail arasındaki pasifikasyon) karşısında Filistin halkının ve Filistin davasının varlığını ortaya koymanın bir yoludur. Ancak benzerlikler sadece bunlarla sınırlı. Operasyonel karmaşıklık, stratejik niyetler ve sivillerin katledilmesinin korkunç derecede farklı olması ve ölçeği bizi başka bir yere götürüyor. Gerçekten de bizi başka bir yere götürdü. Hamas ve İran siyasetinin iç içe geçmişliği düşünüldüğünde ilginç bir soru daha ortaya çıkıyor: Jeopolitik entrikaların her zamankinden daha fazla belirleyici olduğu bir çağda sömürgecilik karşıtı direniş mümkün mü?

Hamas, işlediği cinayetlerin yasını tutabilecek kapasitede mi?

Sağcı bir İngiliz gazetecinin Piers Morgan’a ‘Gazze halkının pek de barış yanlısı olmadığını’ söylediğini duydum. Bazı Batılıların sömürgeleştirilenlerin kendi rafine zevklerine göre fazla kaba, şiddet yanlısı ve sofistike olmadıklarından yakınmaları her zaman ilginçtir. Sanki yıllar ve yıllar süren sömürgeci vahşetin güzel bir liberal kozmopolit kültür üretmesi gerekiyormuş gibi (komik). Yirmili, otuzlu ve kırklı yaşlarında, Gazze’de büyümüş, İsrailliler tarafından sürekli bombalanan, hapsedilen ve aşağılanan, her yıl ve bazen her ay burada bir akrabasını, orada bir arkadaşını, şurada bir uzvunu ve arada ruhunun bir parçasını kaybeden birçok Filistinli var. Hamas’ın 7 Ekim’de işlediği cinayetlerin kurbanlarının yasını tutacak kapasiteye neden sahip olmadıklarını hayal etmek çok mu zor?

Siyonist etno-milliyetçi projeye karşı olmamıza rağmen, sosyal ve coğrafi konumumuzun rahatlığı ve çoğul bağlılıklarımız nedeniyle Hamas’ın cinayetlerinin kurbanlarının yasını tutmayı içimizde hissedenlerimiz elbette var. Yine de, yasımızı İsrailliler ve onların Batılı müttefikleri tarafından tutulan yasla paylaşamadık. Çünkü İsrail’in Filistinlilere yönelik katliamı, Hamas’ın katliamının boyutunu ve öldürülenlerin ırkçı bir şekilde değersizleştirilmesini hızla gölgede bırakmaya başladığında, bunun sıradan bir ölü yası olmadığı açıkça ortaya çıktı. Bu üstünlükçü bir yastı: dünya, her zaman öldürülen Filistinlilerin aksine, öldürülen İsraillilerin özel olduğunu kabul etmeye davet ediliyordu. Onlar, herkese, ama özellikle de katillere ne kadar üstün olduklarını hatırlatacak şekilde intikam alınması gereken üstün ölülerdi.

Sömürgeciler ‘çok kıymetli’ ölülerinin yasını nasıl tutarlar?

Sömürgecilik tarihini bilen herkes için İsrail’in Gazze’ye yaptığı intikam saldırısının sömürgeci cezalandırma seferlerinin tüm özelliklerini taşıdığı çok açıktır. İstisnasız her sömürgeleştirilmiş alanda ve her sömürgeci güç tarafından tekrarlanan iyi kurulmuş bir senaryoyu takip ediyorlar: sömürgeciler bir bölgeyi işgal eder, ele geçirir, yerlileri topraklarından ve evlerinden kovar, geçim kaynaklarını ve yaşam biçimlerini yok eder. Ardından, sömürgeleştirilenleri yavaş yavaş sürerler ya da toplarlar ve dayanılmaz koşullarda yaşamalarını sağlarlar.

Sömürge mağdurları, Fanon’un deyimiyle ‘nefes alamayacakları’ noktaya geldiklerinde, isyan eder, saldırır ve sömürgecilerden bazılarını öldürürler- bazen bunu gerçekten korkunç bir şekilde yaparlar. Burada sömürgeciler, bu cinayet davranışının ardında hiçbir neden yokmuş gibi kendilerini öfkeli ilan ederler. ‘Kendilerini savunma hakları’ olduğunu ileri sürerler ve bir ‘cezalandırma seferi’ başlatırlar. Cezalandırmaları her zaman yargı dışıdır, hakların yasal dilini kullanırlar, ama intikam peşindedirler. Tamamen yasadışı bir şekilde mümkün olduğunca çok sayıda yerliyi öldürmeyi amaçlarlar. Sömürgeciler, askeri açıdan çok daha az yetenekli bir güce karşı en son öldürme teknolojilerini kullanır ve yerlilere ‘asla unutamayacakları’ bir ders vermeyi amaçlayan topyekûn bir soykırım katliamına girişirler.

Sömürgeciler “çok kıymetli” ölülerinin yasını tarih boyu böyle tutmuşlardır. ABD, Fransızlar ve İngilizler bu konuda uzmandır. Hepsinin geçmişteki sömürgeciliğin kefaretini ödemiş olmaları gerekirken, bu sömürgeciliğin ortaya çıkmasını teşvik eden uluslar ötesi koalisyona memnuniyetle katılmışlardır. Avustralya sömürge tarihi bu tür soykırıma varan cezalandırıcı katliamlarla doludur. Ancak her nasılsa Avustralya hükümeti İsrail’in kendini savunma hakkına tam destek verdiğini açıkladığında bu benzerliği göremedi. Hayret edilecek bir durum! Afrika’daki Alman sömürge tarihi de bize bu tür soykırımcı cezalandırıcı katliamların kayda değer örneklerini sunmaktadır. Ancak nedense Alman hükümeti de kendi tarihini hatırlayamadı. Yapılan bir vahşeti, başka bir vahşetin hatırlanmasını engellemek için kullanıyorlar.

Bir cümleye başlamak – depresyon belirtisi

Fadi Bardawil, onun için bir şeyler yazıp yazamadığımı kontrol etmek için benimle tekrar iletişime geçtiğinde bu yazamama durumum hakkında düşünüyordum. Yaşadığım zorluğu açıkça anlıyor. Bu konu hakkında fazla konuşmuyoruz. Ona denediğimi söylüyorum. Ama kendime, beni yazmaktan alıkoyan şeyin ‘katliamın dehşeti, ölü yiyici olmak istememek’ ve tüm bunlardan daha fazlası olduğunu söylüyorum. Lübnan iç savaşı sırasında çatışmaların yoğun olduğu dönemlerde bazen cümleleri bitirmekte zorlandığımı fark ettim. Bu savaş sırasında ise cümlelere başlamakta sorun yaşıyorum. Yazmaya başladığımız her cümle umut doludur. Hiç değilse bir cümleyi bitirmek zaman alır ve ilk kelimeyi söylediğimizde en azından onu bitirecek kadar uzun yaşayacağımıza dair umutlanırız. Bitiremediğiniz cümlelere başlamak bile umudun bir işaretidir, her ne kadar bitirememek umudunuzun yarı yolda kaldığı anlamına gelse de. Ancak cümlelere başlamak için içinizde bir istek olmaması depresyon belirtisidir.

Fadi ile konuştuktan sonra gece yarısı geçmişte yaşadığım bir olay aklıma geldi. Uzun zamandır, nadiren uyumakta sorun yaşasam da, bir seferde dört ya da beş saatten fazla uyuyamadığımı kabullenmeye başladım. Bu da genellikle gece 2.00 ya da 3.00 civarında uyandığım ve ne tekrar uyuyabildiğim ne de kalkıp bir şeyler yapabildiğim bir durumda olduğum anlamına geliyor. Bu yüzden genellikle rüya mı gördüğümden yoksa bir şeyler mi hatırladığımdan emin olamadığım bir ya da iki saat geçiriyorum. İşte o zaman bu olay aklıma geldi. İster rüya ister hatıra olsun, aklıma geldiği zaman bunun önemli olduğunu hissettim.

Olay Lübnan’ın Mehj köyünde meydana gelen bir olayla ilgiliydi. Yirmi yıl kadar önce The Diasporic Condition adlı kitabım için saha çalışmasına başladığım köylerden biriydi. Mehj gerçek adı değil ama benim bölgemde bu şekilde yer alıyor. Ve şimdi hatırlıyorum da, Fadi genç bir öğrenci olarak o zamanlar bana bu köyde eşlik etmişti, belki bu da hatırladıklarımın tetiklenmesine sebep olmuştur. Ama o zamandan çok daha önce, köy benim için çok değerli bir yerdi. 1970’lerin başında, bir okul arkadaşımın eski tarz bir evi vardı, özellikle akustik dostu odaları vardı. Ses ekipmanlarının en iyisini kurmuştu.

Miras alınan sağcı siyaset

Avustralya’ya göç ettikten sonra, ne zaman Lübnan’a geri dönsem, Mehj’e gitmek arkadaşlarla yeniden bir araya gelmeyi ve mekânlarda yeniden buluşmayı içeren bir ritüel gibiydi. Benim durumumda bu, olağan diasporik dönüş haccından daha önemliydi. Çünkü o sırada eleştirel olmayan bir şekilde miras alınan sağcı Hıristiyan Maruni siyasetini benimsemekten solcu bir Avustralyalı olmaya geçiş yapıyordum. Eski arkadaşlarımın (ki çoğu Maruniydi) oluşturduğu alan ve köy evi benim için özel bir önem kazandı. Ergenlik yıllarımdan beri kendim olabildiğim ve değişen dünya görüşlerimi akrabalarımın ve ebeveynlerimin yanında olduğu gibi saklamak zorunda kalmadığım tek yer burasıydı.

Söz konusu olay 1981 yılında meydana geldi: Lübnan’a yeni dönmüştüm ve arkadaşlarımla birlikte müzik dinlerken daha önce tanışmadığım bazı arkadaşlarımız da bize katıldı. Başlarda her şey aynıydı, durmadan müzikten konuşuyor, şakalar ve anekdotlar paylaşıyorduk ama kısa süre sonra sohbet politikaya kaydı ve yeni gelenlerden biri klasik bir Maruni argümanı ortaya atmaya başladı: Filistinliler Lübnan’ı ele geçirip Filistin’in yerine kendi ülkeleri yapmak istiyorlar ve ‘bizi’ Lübnan’dan atmak istiyorlar. ‘Bu gerçekten saçmalık’ demekten kendimi alamadım. O an sanki varlığının temelindeki en temel gerçeği inkar etmişim gibi bana döndü ve birden agresifleşti: ‘Defol git, kim olduğunu bilmiyorum ama defol git. Burada bu saçmalıkları duymak zorunda değiliz’ dedi.

İlk baştaki agresifliği gözümü korkutmadı. Devam ettim ‘Aslında merak ediyorum. Filistinlilerin Lübnan’ı Filistin’e alternatif olarak istediklerine dair elinizde ne gibi kanıtlar var? Okul kitaplarına bakın, eğer söyledikleriniz doğruysa neden hala çocuklarına dünyadaki en önemli şeyin Filistin’e dönmek olduğunu öğretiyorlar?” Bana gerçekten aşağılık biriymişim gibi baktı. “Bunun doğru olduğuna inandığınız gerçeğinden başka bir kanıtınız var mı?” diye sorarak ısrar ettim. Bitirdiğimde adam ayağa kalktı ve ciddi bir şekilde tehdit ederek şöyle dedi: ‘Kanıt istiyorsun demek. Arabama gidip silahımı alacağım. Bu yeterli bir kanıt olur mu?’

Bu sefer korkmuştum. Ama ‘boş ver’ diyecek kadar cesaret topladım. “Ben silahla bir şeyler yapmam. Sadece konuşmayı tercih ederim’. Bu kaba bir uyanıştı: Avustralya’da radikalleşmiş bir öğrenci olarak yaşamak ve gecelerimi Marksizm, emperyalizm ve dünya siyaseti hakkında tartışarak geçirmek, siyasetin en kötü ihtimalle bağırış çağırışla geçen uzun entelektüel tartışmalar olduğunu düşünmeme neden olmuştu. O akşam, aptal bir Avustralyalı öğrenci olduğumu o anda fark ettim. Değildim ama açıkçası bir savaşçı olmadığım için de memnundum, çünkü olmak istemiyordum. Çünkü eğer bir savaşçı olacaksam, bu bir süre sonra ‘ilginç tartışmalar’ yapmayı bırakmam ve işleri zorla halletmem gerektiği anlamına geliyordu. Bu asla yapmayı arzuladığım bir şey değildi.

Anti Semitizm – Anti Siyonizm

Sanırım bu hikâyenin gecenin bir yarısı yarı bilinçli bir şekilde aklıma gelmesinin nedeni, Gazze savaşından bu yana, İsrail/Filistin söz konusu olduğunda kendimi, içinde yaşadığım tartışma ve münazara kültürüne savaşçı bir ‘sus yoksa’ kültürünün sızdığı durumlarda bulduğumun her zamankinden daha keskin bir şekilde farkına varmış olmam. Emin değilim ama bunun Gazze hakkında yazarken yaşadığım zorluğa katkıda bulunmuş olabileceğini hissediyorum. Bu kültür tarafından ve bu kültürün içinde zorbalığa uğrama korkusu değil. Konu aslında, bu kültürün entelektüel dünyamı işgal ettiğini ve ele geçirdiğini görmekten duyduğum tiksinti.

Kimse kafama silah dayamakla tehdit etmese de, Avrupa’da, özellikle de suçluluk duygusuyla meşrulaştırılmış ‘sempatik Siyonizm’ ile Almanya’da bulunmak ve İsrail hakkında konuşmakla ilgili tüm tabulara maruz kalmak, karmaşık entelektüel tartışmaları sona erdirmek ve eleştirel düşünceye sınır koymak için güç tehdidinin (para cezaları, hapis, araştırma fonlarının geri çekilmesi) kullanılmasını normalleştiren bir kültür olduğunu çok güçlü bir şekilde hissediyorum. Tam olarak, ‘şunu veya bunu söyle yoksa polis çağıracağım’ tipi kültür. Bunun başka yerlerde de olduğunu biliyorum. Benim büyüdüğüm Lübnan’da olmadı, ama şimdi olduğunu biliyorum.

Bana aptal diyebilirsiniz, ama bunun ABD ve Batı Avrupa’da gerçekten yaşandığına inanmakta hâlâ güçlük çekiyorum. Ama oluyor. Avustralya’da hâlâ böyle bir şey yok, ama giderek artıyor: örneğin, anti-Semitizm ile anti-Siyonizm arasındaki farka ilişkin tartışmalar, uzun bir geçmişi olan ve yıllarca araştırma yapan ve anlamaya çalışan çok bilgili insanların dahil olduğu bir fark. Artık hükümetler ve üniversite yönetimleri tarafından bizim için basitçe, a priori (deneyle kanıtlanamayacak olgular) olarak tanımlanıyor.

Gazze savaşının bizi, ‘savaşçı’nın ‘entelektüel’e hükmedeceği, eleştirel düşünme işini değersizleştirmeye kararlı bir dünya ve bir akademisyen olarak benim giderek daha az ait olacağım bir tarihsel yola doğru sağlam bir şekilde ittiğini hissediyorum. Belki de yazmamı gerçekten zorlaştıran şey budur. Ama yazdım. Her şeye rağmen biraz ölü yemeyi başardım.”

Bu yazı ilk kez 28 Kasım 2023’te yayımlanmıştır.

 

Ghassan Hage’nin, Allegre Lab adlı sitede yayınlanan “Gaza and the coming age of the ‘warrior’” başlıklı yazısından bölümler Lamia Kalender Ergül tarafından çevrilmiş ve editoryal katkısı ile yayına hazırlanmıştır. Yazının orijinaline aşağıdaki linkten erişebilirsiniz. https://allegralaboratory.net/gaza-and-the-coming-age-of-the-warrior/

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Notify of
guest

0 Yorum
Oldest
Newest Most Voted
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Gazze hakkında yazmak neden zor?

Hamas-İsrail Savaşı, ‘insani mola’ ve ‘esir takası’ sürecine girse de başta Filistin’de, sonrasında tüm çevre coğrafyada derin izler bırakacak gibi. Salt kan ve yıkım değil; sosyal ve kültürel izler de… Tarih boyu sürecek bir ‘yas’ süreci bekliyor insanlığı… Jeopolitik entrikaların her zamankinden daha fazla belirleyici olduğu bir çağda sömürgecilik karşıtı direniş mümkün mü?

7 Ekim’den bu yana Orta Doğu’da kan gövdeyi götürüyor. Gazze’de saatte beş çocuk ölüyor. Abluka altındaki bu yerleşim, dünyada en kısa sürede en fazla çocuğun öldürüldüğü yer olarak tarihe geçti.

Peki, acının tarihi yazılır ve pek çok kültürel değer yerle yeksan eylenirken, bir entelektüelin duruşu ne olmalı? Böylesi hazin manzara karşısında düşünen kişi için etik olan nedir? Siyasi şiddeti anlamak ile buna göz yummak arasındaki fark ne?

Avustralya’daki Melbourne Üniversitesi’nde Gelecek Nesil Antropoloji ve Sosyal Teori Profesörü olan Ghassan Hage’nin Allegre Lab adlı site için kaleme aldığı yazı, bu ve daha farklı sorulara yanıt arayan bir yazı.

Yazıdan öne çıkan bölümleri aktarıyoruz:

“Katliam gerçekleşirken katliam hakkında ‘ilginç’ bir şeyler yazmak etik midir? Kendime bunu sorup duruyorum. ‘Bu, çürüyen bedenlerden edebiyat üretebilmek için ölü sömürmenin bir biçimi değil mi?’ Levi-Strauss’un (Asdiwal’in Hikâyesi’nde) yaşam ve ölüm arasındaki aracılar olarak hilebaz ve ölü yiyiciler hakkındaki analizini düşünmeye başlıyorum.

‘Her halükarda’ diyorum kendi kendime, ‘etik olsun ya da olmasın, pratikte daha da temel bir sorun var. ‘Katliam gerçekleşirken yazmak mümkün mü?’ Ben bunu yapmakta kesinlikle zorlanıyorum.

Aynı dönemde Julie Billaud (Allegra için) ve Fadi Bardawil (Megaphone için) Gazze hakkında bir şeyler yazıp yazamayacağımı sordular. Yaşananlar karşısında duyduğum üzüntünün yanı sıra boşluk ve faydasızlık hissi de ağır basıyordu. Kendimi yazmaya bir türlü ikna edemiyordum. ‘Yararsız akademisyenin unutulmaz figürü: Koronavirüs zamanında eleştirel düşünme’ (European Journal of Cultural Studies, vol. 23, no. 4) isimli makalemi yazarken mücadele ettiğim fikirlerden bazıları yazma ufkumu kapatıyordu. ‘Katliam zamanı’, bir entelektüele etrafta en son ihtiyaç duyulan kişi olduğu hissini vermeye ‘Koronavirüs zamanı’ndan bile daha yatkındır.

Ölüleri gömerken kim entelektüel ahkâm kesenleri dinlemek ister ki?

Siyasi şiddeti anlamak ile buna göz yummak arasındaki fark nedir?

Deja vu ile entelektüel karşılaşmaların getirdiği bir gereksizlik duygusu da vardı. Hamas’ın İsrailli sivilleri katletmesiyle ilgili olarak ortalıkta dolaşan bazı argümanları dinliyorum. Birçoğu daha önce intihar bombacıları ile ilgili olarak tartışılmıştı. Terörizm ile teröristler arasındaki fark nedir? (Bence Hamas’ın saldırısı bir terör eylemiydi, ancak bunun onları terörist bir örgüt yaptığını düşünmüyorum). Terörizm bir tür siyasi şiddettir. İsrail de terörizmle uğraşıyor. Siyasi şiddeti anlamak ile buna göz yummak arasındaki fark nedir? Bir keresinde intihar bombacılarıyla ilgili olarak bir kelime türetmiştim: “ekzighofobi” (exighophobia), yani sosyo-tarihsel açıklama korkusu. Şu anda etrafta bolca dolaşan bir kavram. Mantıklı argümanlar mantıksız politikaları alt etseydi şu anda bulunduğumuz yerde olmazdık. Ve ben sadece Orta Doğu politikalarından bahsetmiyorum. Aşırı sağ politikaların, ırkçılığın, cinsiyetçiliğin vs. yeniden yükselişinden bahsediyorum.

Pek çok şey düşünüyorum, ama pek çoğu yazmaya değer değil. Arada sırada aynı argümanları tekrar ettirmeyen bir şey ortaya çıkıyor ve yeni düşünceleri tetikliyor. Arkadaşım Abbas El Zein ile bir Zoom sohbeti yapıyorum (o Avustralya’da, ben Almanya’dayım) ve bu durumdan bahsediyorum. O sırada üzerinde düşünmeye değer bulduğum ilginç bir yorum yaptı: Hamas’ın saldırısı FKÖ’nün (Filistin Kurtuluş Örgütü) ilk uçak kaçırma eylemlerini anımsatan daha fazla şey içeriyor. Saldırı, sanki onlar, hakları ve çektikleri acılar yokmuş gibi ortaya çıkan bir gerçeklik (Arap rejimleri ve İsrail arasındaki pasifikasyon) karşısında Filistin halkının ve Filistin davasının varlığını ortaya koymanın bir yoludur. Ancak benzerlikler sadece bunlarla sınırlı. Operasyonel karmaşıklık, stratejik niyetler ve sivillerin katledilmesinin korkunç derecede farklı olması ve ölçeği bizi başka bir yere götürüyor. Gerçekten de bizi başka bir yere götürdü. Hamas ve İran siyasetinin iç içe geçmişliği düşünüldüğünde ilginç bir soru daha ortaya çıkıyor: Jeopolitik entrikaların her zamankinden daha fazla belirleyici olduğu bir çağda sömürgecilik karşıtı direniş mümkün mü?

Hamas, işlediği cinayetlerin yasını tutabilecek kapasitede mi?

Sağcı bir İngiliz gazetecinin Piers Morgan’a ‘Gazze halkının pek de barış yanlısı olmadığını’ söylediğini duydum. Bazı Batılıların sömürgeleştirilenlerin kendi rafine zevklerine göre fazla kaba, şiddet yanlısı ve sofistike olmadıklarından yakınmaları her zaman ilginçtir. Sanki yıllar ve yıllar süren sömürgeci vahşetin güzel bir liberal kozmopolit kültür üretmesi gerekiyormuş gibi (komik). Yirmili, otuzlu ve kırklı yaşlarında, Gazze’de büyümüş, İsrailliler tarafından sürekli bombalanan, hapsedilen ve aşağılanan, her yıl ve bazen her ay burada bir akrabasını, orada bir arkadaşını, şurada bir uzvunu ve arada ruhunun bir parçasını kaybeden birçok Filistinli var. Hamas’ın 7 Ekim’de işlediği cinayetlerin kurbanlarının yasını tutacak kapasiteye neden sahip olmadıklarını hayal etmek çok mu zor?

Siyonist etno-milliyetçi projeye karşı olmamıza rağmen, sosyal ve coğrafi konumumuzun rahatlığı ve çoğul bağlılıklarımız nedeniyle Hamas’ın cinayetlerinin kurbanlarının yasını tutmayı içimizde hissedenlerimiz elbette var. Yine de, yasımızı İsrailliler ve onların Batılı müttefikleri tarafından tutulan yasla paylaşamadık. Çünkü İsrail’in Filistinlilere yönelik katliamı, Hamas’ın katliamının boyutunu ve öldürülenlerin ırkçı bir şekilde değersizleştirilmesini hızla gölgede bırakmaya başladığında, bunun sıradan bir ölü yası olmadığı açıkça ortaya çıktı. Bu üstünlükçü bir yastı: dünya, her zaman öldürülen Filistinlilerin aksine, öldürülen İsraillilerin özel olduğunu kabul etmeye davet ediliyordu. Onlar, herkese, ama özellikle de katillere ne kadar üstün olduklarını hatırlatacak şekilde intikam alınması gereken üstün ölülerdi.

Sömürgeciler ‘çok kıymetli’ ölülerinin yasını nasıl tutarlar?

Sömürgecilik tarihini bilen herkes için İsrail’in Gazze’ye yaptığı intikam saldırısının sömürgeci cezalandırma seferlerinin tüm özelliklerini taşıdığı çok açıktır. İstisnasız her sömürgeleştirilmiş alanda ve her sömürgeci güç tarafından tekrarlanan iyi kurulmuş bir senaryoyu takip ediyorlar: sömürgeciler bir bölgeyi işgal eder, ele geçirir, yerlileri topraklarından ve evlerinden kovar, geçim kaynaklarını ve yaşam biçimlerini yok eder. Ardından, sömürgeleştirilenleri yavaş yavaş sürerler ya da toplarlar ve dayanılmaz koşullarda yaşamalarını sağlarlar.

Sömürge mağdurları, Fanon’un deyimiyle ‘nefes alamayacakları’ noktaya geldiklerinde, isyan eder, saldırır ve sömürgecilerden bazılarını öldürürler- bazen bunu gerçekten korkunç bir şekilde yaparlar. Burada sömürgeciler, bu cinayet davranışının ardında hiçbir neden yokmuş gibi kendilerini öfkeli ilan ederler. ‘Kendilerini savunma hakları’ olduğunu ileri sürerler ve bir ‘cezalandırma seferi’ başlatırlar. Cezalandırmaları her zaman yargı dışıdır, hakların yasal dilini kullanırlar, ama intikam peşindedirler. Tamamen yasadışı bir şekilde mümkün olduğunca çok sayıda yerliyi öldürmeyi amaçlarlar. Sömürgeciler, askeri açıdan çok daha az yetenekli bir güce karşı en son öldürme teknolojilerini kullanır ve yerlilere ‘asla unutamayacakları’ bir ders vermeyi amaçlayan topyekûn bir soykırım katliamına girişirler.

Sömürgeciler “çok kıymetli” ölülerinin yasını tarih boyu böyle tutmuşlardır. ABD, Fransızlar ve İngilizler bu konuda uzmandır. Hepsinin geçmişteki sömürgeciliğin kefaretini ödemiş olmaları gerekirken, bu sömürgeciliğin ortaya çıkmasını teşvik eden uluslar ötesi koalisyona memnuniyetle katılmışlardır. Avustralya sömürge tarihi bu tür soykırıma varan cezalandırıcı katliamlarla doludur. Ancak her nasılsa Avustralya hükümeti İsrail’in kendini savunma hakkına tam destek verdiğini açıkladığında bu benzerliği göremedi. Hayret edilecek bir durum! Afrika’daki Alman sömürge tarihi de bize bu tür soykırımcı cezalandırıcı katliamların kayda değer örneklerini sunmaktadır. Ancak nedense Alman hükümeti de kendi tarihini hatırlayamadı. Yapılan bir vahşeti, başka bir vahşetin hatırlanmasını engellemek için kullanıyorlar.

Bir cümleye başlamak – depresyon belirtisi

Fadi Bardawil, onun için bir şeyler yazıp yazamadığımı kontrol etmek için benimle tekrar iletişime geçtiğinde bu yazamama durumum hakkında düşünüyordum. Yaşadığım zorluğu açıkça anlıyor. Bu konu hakkında fazla konuşmuyoruz. Ona denediğimi söylüyorum. Ama kendime, beni yazmaktan alıkoyan şeyin ‘katliamın dehşeti, ölü yiyici olmak istememek’ ve tüm bunlardan daha fazlası olduğunu söylüyorum. Lübnan iç savaşı sırasında çatışmaların yoğun olduğu dönemlerde bazen cümleleri bitirmekte zorlandığımı fark ettim. Bu savaş sırasında ise cümlelere başlamakta sorun yaşıyorum. Yazmaya başladığımız her cümle umut doludur. Hiç değilse bir cümleyi bitirmek zaman alır ve ilk kelimeyi söylediğimizde en azından onu bitirecek kadar uzun yaşayacağımıza dair umutlanırız. Bitiremediğiniz cümlelere başlamak bile umudun bir işaretidir, her ne kadar bitirememek umudunuzun yarı yolda kaldığı anlamına gelse de. Ancak cümlelere başlamak için içinizde bir istek olmaması depresyon belirtisidir.

Fadi ile konuştuktan sonra gece yarısı geçmişte yaşadığım bir olay aklıma geldi. Uzun zamandır, nadiren uyumakta sorun yaşasam da, bir seferde dört ya da beş saatten fazla uyuyamadığımı kabullenmeye başladım. Bu da genellikle gece 2.00 ya da 3.00 civarında uyandığım ve ne tekrar uyuyabildiğim ne de kalkıp bir şeyler yapabildiğim bir durumda olduğum anlamına geliyor. Bu yüzden genellikle rüya mı gördüğümden yoksa bir şeyler mi hatırladığımdan emin olamadığım bir ya da iki saat geçiriyorum. İşte o zaman bu olay aklıma geldi. İster rüya ister hatıra olsun, aklıma geldiği zaman bunun önemli olduğunu hissettim.

Olay Lübnan’ın Mehj köyünde meydana gelen bir olayla ilgiliydi. Yirmi yıl kadar önce The Diasporic Condition adlı kitabım için saha çalışmasına başladığım köylerden biriydi. Mehj gerçek adı değil ama benim bölgemde bu şekilde yer alıyor. Ve şimdi hatırlıyorum da, Fadi genç bir öğrenci olarak o zamanlar bana bu köyde eşlik etmişti, belki bu da hatırladıklarımın tetiklenmesine sebep olmuştur. Ama o zamandan çok daha önce, köy benim için çok değerli bir yerdi. 1970’lerin başında, bir okul arkadaşımın eski tarz bir evi vardı, özellikle akustik dostu odaları vardı. Ses ekipmanlarının en iyisini kurmuştu.

Miras alınan sağcı siyaset

Avustralya’ya göç ettikten sonra, ne zaman Lübnan’a geri dönsem, Mehj’e gitmek arkadaşlarla yeniden bir araya gelmeyi ve mekânlarda yeniden buluşmayı içeren bir ritüel gibiydi. Benim durumumda bu, olağan diasporik dönüş haccından daha önemliydi. Çünkü o sırada eleştirel olmayan bir şekilde miras alınan sağcı Hıristiyan Maruni siyasetini benimsemekten solcu bir Avustralyalı olmaya geçiş yapıyordum. Eski arkadaşlarımın (ki çoğu Maruniydi) oluşturduğu alan ve köy evi benim için özel bir önem kazandı. Ergenlik yıllarımdan beri kendim olabildiğim ve değişen dünya görüşlerimi akrabalarımın ve ebeveynlerimin yanında olduğu gibi saklamak zorunda kalmadığım tek yer burasıydı.

Söz konusu olay 1981 yılında meydana geldi: Lübnan’a yeni dönmüştüm ve arkadaşlarımla birlikte müzik dinlerken daha önce tanışmadığım bazı arkadaşlarımız da bize katıldı. Başlarda her şey aynıydı, durmadan müzikten konuşuyor, şakalar ve anekdotlar paylaşıyorduk ama kısa süre sonra sohbet politikaya kaydı ve yeni gelenlerden biri klasik bir Maruni argümanı ortaya atmaya başladı: Filistinliler Lübnan’ı ele geçirip Filistin’in yerine kendi ülkeleri yapmak istiyorlar ve ‘bizi’ Lübnan’dan atmak istiyorlar. ‘Bu gerçekten saçmalık’ demekten kendimi alamadım. O an sanki varlığının temelindeki en temel gerçeği inkar etmişim gibi bana döndü ve birden agresifleşti: ‘Defol git, kim olduğunu bilmiyorum ama defol git. Burada bu saçmalıkları duymak zorunda değiliz’ dedi.

İlk baştaki agresifliği gözümü korkutmadı. Devam ettim ‘Aslında merak ediyorum. Filistinlilerin Lübnan’ı Filistin’e alternatif olarak istediklerine dair elinizde ne gibi kanıtlar var? Okul kitaplarına bakın, eğer söyledikleriniz doğruysa neden hala çocuklarına dünyadaki en önemli şeyin Filistin’e dönmek olduğunu öğretiyorlar?” Bana gerçekten aşağılık biriymişim gibi baktı. “Bunun doğru olduğuna inandığınız gerçeğinden başka bir kanıtınız var mı?” diye sorarak ısrar ettim. Bitirdiğimde adam ayağa kalktı ve ciddi bir şekilde tehdit ederek şöyle dedi: ‘Kanıt istiyorsun demek. Arabama gidip silahımı alacağım. Bu yeterli bir kanıt olur mu?’

Bu sefer korkmuştum. Ama ‘boş ver’ diyecek kadar cesaret topladım. “Ben silahla bir şeyler yapmam. Sadece konuşmayı tercih ederim’. Bu kaba bir uyanıştı: Avustralya’da radikalleşmiş bir öğrenci olarak yaşamak ve gecelerimi Marksizm, emperyalizm ve dünya siyaseti hakkında tartışarak geçirmek, siyasetin en kötü ihtimalle bağırış çağırışla geçen uzun entelektüel tartışmalar olduğunu düşünmeme neden olmuştu. O akşam, aptal bir Avustralyalı öğrenci olduğumu o anda fark ettim. Değildim ama açıkçası bir savaşçı olmadığım için de memnundum, çünkü olmak istemiyordum. Çünkü eğer bir savaşçı olacaksam, bu bir süre sonra ‘ilginç tartışmalar’ yapmayı bırakmam ve işleri zorla halletmem gerektiği anlamına geliyordu. Bu asla yapmayı arzuladığım bir şey değildi.

Anti Semitizm – Anti Siyonizm

Sanırım bu hikâyenin gecenin bir yarısı yarı bilinçli bir şekilde aklıma gelmesinin nedeni, Gazze savaşından bu yana, İsrail/Filistin söz konusu olduğunda kendimi, içinde yaşadığım tartışma ve münazara kültürüne savaşçı bir ‘sus yoksa’ kültürünün sızdığı durumlarda bulduğumun her zamankinden daha keskin bir şekilde farkına varmış olmam. Emin değilim ama bunun Gazze hakkında yazarken yaşadığım zorluğa katkıda bulunmuş olabileceğini hissediyorum. Bu kültür tarafından ve bu kültürün içinde zorbalığa uğrama korkusu değil. Konu aslında, bu kültürün entelektüel dünyamı işgal ettiğini ve ele geçirdiğini görmekten duyduğum tiksinti.

Kimse kafama silah dayamakla tehdit etmese de, Avrupa’da, özellikle de suçluluk duygusuyla meşrulaştırılmış ‘sempatik Siyonizm’ ile Almanya’da bulunmak ve İsrail hakkında konuşmakla ilgili tüm tabulara maruz kalmak, karmaşık entelektüel tartışmaları sona erdirmek ve eleştirel düşünceye sınır koymak için güç tehdidinin (para cezaları, hapis, araştırma fonlarının geri çekilmesi) kullanılmasını normalleştiren bir kültür olduğunu çok güçlü bir şekilde hissediyorum. Tam olarak, ‘şunu veya bunu söyle yoksa polis çağıracağım’ tipi kültür. Bunun başka yerlerde de olduğunu biliyorum. Benim büyüdüğüm Lübnan’da olmadı, ama şimdi olduğunu biliyorum.

Bana aptal diyebilirsiniz, ama bunun ABD ve Batı Avrupa’da gerçekten yaşandığına inanmakta hâlâ güçlük çekiyorum. Ama oluyor. Avustralya’da hâlâ böyle bir şey yok, ama giderek artıyor: örneğin, anti-Semitizm ile anti-Siyonizm arasındaki farka ilişkin tartışmalar, uzun bir geçmişi olan ve yıllarca araştırma yapan ve anlamaya çalışan çok bilgili insanların dahil olduğu bir fark. Artık hükümetler ve üniversite yönetimleri tarafından bizim için basitçe, a priori (deneyle kanıtlanamayacak olgular) olarak tanımlanıyor.

Gazze savaşının bizi, ‘savaşçı’nın ‘entelektüel’e hükmedeceği, eleştirel düşünme işini değersizleştirmeye kararlı bir dünya ve bir akademisyen olarak benim giderek daha az ait olacağım bir tarihsel yola doğru sağlam bir şekilde ittiğini hissediyorum. Belki de yazmamı gerçekten zorlaştıran şey budur. Ama yazdım. Her şeye rağmen biraz ölü yemeyi başardım.”

Bu yazı ilk kez 28 Kasım 2023’te yayımlanmıştır.

 

Ghassan Hage’nin, Allegre Lab adlı sitede yayınlanan “Gaza and the coming age of the ‘warrior’” başlıklı yazısından bölümler Lamia Kalender Ergül tarafından çevrilmiş ve editoryal katkısı ile yayına hazırlanmıştır. Yazının orijinaline aşağıdaki linkten erişebilirsiniz. https://allegralaboratory.net/gaza-and-the-coming-age-of-the-warrior/

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Notify of
guest

0 Yorum
Oldest
Newest Most Voted
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x
()
x