İran-Türkiye ilişkileri nereye?

Türkiye, Körfez ülkeleri ve İsrail’in yanı sıra, Suriye ile de ilişkilerini geliştirme arayışı içinde. İran, Batı ile yeni bir nükleer anlaşma arifesinde. Kafkasya’da durum değişiyor. Bütün bunlar Ankara-Tahran ilişkilerine nasıl yansıyacak? Arif Keskin yazdı.

Türkiye ve İran, iyi ilişkilere ihtiyacı olan iki komşu ülke. İki ülkenin büyüklüğü, taraflara geniş coğrafî alanda iş birliği imkânı sunuyor. İran, Türkiye için Orta Asya’ya, Türkiye ise İran için Avrupa’ya açılan kapı.

Fakat tarih boyu, iki taraf da derin bir iş birliği ihtiyacı hissetse de istenilen ilişki düzeyine ulaşmayı başaramadılar. Günümüzde de bazı bölgesel sorunlar karşısında ortak çıkarlara sahip olmalarına rağmen, ortak bir politika üretemiyorlar, hatta zaman zaman birbirine zıt politikalar takip ediyorlar.

Her iki ülkenin yakın coğrafyası bugünlerde değişim geçiriyor, Ortadoğu’da ittifaklar yeniden şekilleniyor. İran ile Batı arasında yeni bir nükleer anlaşma gündemde. Kafkasya’daki gelişmeler de hem Ankara’yı hem Tahran’ı yakından ilgilendiriyor. Peki bunlar, iki ülke ilişkilerinde ne anlama geliyor?

Arap Baharı’nın bıraktığı hasar

İran-Türkiye ilişkileri en fazla Arap Baharı gelişmelerinden etkilendi ve bu etkiler hâlâ da sürüyor. Arap Baharı, Ortadoğu ülkelerini çok yönlü bir çatışma sarmalına sürükleyen ve devletlerin ideolojik/siyasi, jeopolitik, dinsel ve mezhepsel ihtirasları ve ihtilaflarının keskinleştiği karmaşık bir süreç oldu. Ayrıca bölge devletlerinin kriz yönetim tarzlarını, çatışmaya eğilimli olduklarını gösterdi. Birbirlerinin altını oymak için pusuya yattıklarını, aralarındaki kırılgan mezhepsel, dinsel ve etnik fay hatlarını da açığa çıkardı.

Arap Baharı, İran-Türkiye ilişkileri dâhil olmak üzere Ortadoğu ülkelerinin ilişkilerini altüst ederek çok boyutlu derin krizlere sürükledi. Şii-Sünni geriliminin yükselişi, ülkeler arasındaki ihtilafların derinleşerek dinsel, mezhepsel ve milliyetçi boyut alışı, askerî ittifaklar arayışı ve militarizmin yükselişi, siyaset ve diplomasi alanın daralması ve güvenlik/askerî yöntemlerin baskın stratejilere dönüşmesi, vekâlet savaşlarının kurumsallaşması, Irak, Libya, Yemen ve Suriye devletlerinin çöküşü ile Mısır’ın zayıflaması, radikalizmin artışı, Ortadoğu’yu köklü olarak dönüştürdü. Arap Baharı sadece Türkiye ve İran’ı değil, Arap ülkelerini de böldü. Bütün bunların ortaya koyduğu gibi Arap Baharı sürecinin kazananının olması imkânsızdı.

Restorasyon telaşı

Şimdi artık Arap Baharı sonrası Ortadoğu ülkeleri arasındaki ilişkilerde bir restorasyon dönemi başladığını söyleyebiliriz. İran-Türkiye ilişkilerinde olduğu gibi, Ortadoğu ülkeleri arasındaki gelişmelere bakıldığında, son dönemde Arap Baharı sürecinin yarattığı sorunların çözülmesi ve aşılması hedefleniyor. Türkiye, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve diğer Arap ülkeleriyle ilişkilerini tamir etmeye çalışırken İran da Arap ülkeleriyle sorunlarını aşmayı hedefliyor. Bu süreç sadece Türkiye ve İran gibi Arap olmayan ülkelerle de sınırlı değil, Arap ülkeleri arasında da ilişkilerin onarılması isteği ve iradesi kendisini gösteriyor. İran-Türkiye ilişkilerinin niteliği, seyri ve alacağı muhtemel şekiller de Ortadoğu’daki bu sürecin sonuçlarıyla ilintili olacak.

Hasarları aşmak kolay mı?

Ancak, Arap Baharı sürecinin doğurduğu hasarları aşmak kolay gözükmüyor. Çünkü o sürecin jeopolitik kırılma alanları Yemen, Mısır, Libya, Tunus ve özellikle Suriye’de hâlâ devam ediyor. Bu yakınlaşma sürecinin sınırlılıklarına örnek olarak Suriye’nin durumunu analiz edebiliriz.

Arap devletlerinin Beşar Esad’la ilişkilerinde eski sertlik, düşmanlık ve karşıtlık kalmasa da yakınlaşma beklenen hızla yürümüyor. Suriye hâlâ Arap dünyasının bir sorunu olmaya devam ediyor. Bu ihtilaflar en açık şekilde Suriye’nin Arap Birliği’ne geri dönmesi meselesinde ortaya çıkıyor. Filistinli gruplar, Umman ve Lübnan gibi ülkeler Suriye’nin Arap Birliği’ne geri dönmesini isterken, Mısır, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeler çekinceli davranıyorlar. Suriye’nin Arap dünyasına geri dönmemesi İran’ın Arap dünyasıyla ilişkilerini olumsuz etkilerken, Türkiye’nin Beşar Esad siyasetini ve dolayısıyla Türkiye-İran ilişkilerini de etkiliyor.

Güç ve düşmanlık sarmalı

İran açısından Ortadoğu çelişkili sonuçları olan bir bölge. Ortadoğu, İran’ın güç kaynaklarından biri olmakla birlikte, onun bölge ve dünyayla düşmanlık nedenlerinden de biri. Başka bir değişle, İran’ın Ortadoğu arayışlarının mahiyeti ve biçimi onun bölge ve dünyayla olan ilişkilerini biçimlendiriyor. Bu tespit, Türkiye-İran ilişkileri için de geçerli.

İran’ın günümüzdeki Ortadoğu siyasetine bakıldığında, sadece Türkiye ile değil Ortadoğu ülkeleriyle de sorunlu ilişkilerinin devam edeceği anlaşılıyor. İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, dış politika önceliklerini bölge devletleri ve komşularla olan ilişkileri olarak tanımlamıştı. Reisi, komşularla iyi ilişkileri amaçladığını söylese de bunun gerçekleşmesi kolay değil. Çünkü Reisi, İran’ın Ortadoğu’daki nüfuz arayışlarını açık şekilde destekliyor. Reisi’ye göre, İran’ın bölgesel nüfuzu ve bölge halkları ile kurduğu siyasi, manevi ve kültürel bağlar sadece güvenlik ve jeopolitik imkân değil, aynı zamanda devrimin birikimi. Bu manevi ve siyasi bağlar, ülkenin ulusal güvenliği ve rejimin kalıcılığını garantileyen esas faktörler arasında.

Reisi komşularla ilişkilerinin öncelikli olduğunu söylese de İran’ın Arap dünyasıyla Yemen’den Irak’a kadar uzanan geniş yelpazedeki yaşadığı sorunları çözmekte zorluk çektiği görülüyor. Tahran’ın Arap dünyasıyla başlattığı yakınlaşma girişimleri somut sonuç vermiyor. Örnek verirsek; İran hâlâ Suudi Arabistan’la ilişkilerindeki tıkanıklıkları aşabilmiş değil. İran Eski Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani döneminde başlayan görüşmelerin hâlâ hiçbir somut sonuç vermemesi bunun açık örneği.

İran’ın Arap ülkeleriyle sorunlarını çözememesi, Türkiye’nin Ortadoğu arayışlarına yönelik tutum ve bakışını değiştiriyor. İran, Türkiye-Arap dünyası yakınlaşma sürecini Ortadoğu’da kendi aleyhinde oluşturulması muhtemel yeni güç dengelerinin ön hazırlığı olarak görüyor.

Türkiye-İsrail yakınlaşma ihtimali Tahran açısından en kritik gelişme sayılabilir. İran bu yakınlaşmanın, onun Ortadoğu ve Kafkasya’daki etkinliğini sınırlandırma niyetiyle geliştiğini iddia ediyor ve bunu kendi güvenliğine tehdit olarak görüyor. İran bu yakınlaşmayı kendine tehdit olarak görse de bunun Tahran-Ankara ilişkilerini nasıl etkileyeceği meçhul. İki ülke ilişkilerine muhtemel etkilerini, Türkiye-İsrail yakınlaşmasının seyri, derinliği, boyutları ve yapabilecekleri muhtemel iş birliği alanları çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Bu açıdan bakıldığında, önemli olan Türkiye-İsrail ilişkilerinin İran karşıtlığına çevrilip çevrilmemesi meselesidir. İsrail bu yakınlaşmayı İran karşıtı çerçevede tanımlamaya meyilliyken, Türkiye bu yakınlaşmanın üçüncü ülkeye karşı olmadığını söylüyor. Bu sürecin kaderi İran’ın elinde. Bu bağlamda İran’ın Türkiye topraklarını İsrail ve Yahudilere karşı suikast alanına çevirip çevirmemesi de kilit önem taşıyor.

Suriye çıkmazı

Suriye, İran’ın son kırk yılda bölgedeki yegâne stratejik müttefiki ve bu açıdan İran’ın dış politikasında özel bir yeri var. Batı’nın bölgedeki varlığına, etkisine karşı çıkmak, İsrail karşıtı bir yaklaşım benimsemek ve Lübnan ile Filistin’deki gruplarını desteklemek, iki ülkeyi birbirine bağlayan bölgesel politikalarının en önemli ortak bileşenleridir. İran, Esad yönetimini “İsrail karşıtı direniş cephesinin ön karakolu” gerekçesiyle desteklediğini söylüyor. İran’a göre Esad yönetimi düşerse, İsrail karşıtı direniş hattı da sarsılır.

İran’a göre; Türkiye, İsrail ve Arap devletlerinin Esad düşmanlığı, direniş eksenine düşmanlıkları nedeniyle bir intikam hareketidir. Türkiye’nin Esad karşıtı siyasetini “ABD ve Siyonizm çizgisi çerçevesinde direniş eksenini yok ederek İran’ın Ortadoğu siyasetinin ana karargâhını zayıflatmak” olarak görüyor.

İran, Türkiye’nin son dönemde Esad’a yönelik olumlu açıklamalarını müspet bir girişim olarak görüyor. İran açısından bakıldığında; Türkiye’nin son açıklamaları iki ülkenin Suriye konusunda ihtilaf ateşini geçici olarak düşürme ihtimalini taşısa da yine de Ankara-Tahran ihtilaflarını bitireceği anlamına gelmiyor.

Öncelikle Türkiye’nin Beşar Esad konusunda siyasetinin çerçevesi tam olarak net değil. Ayrıca Suriye sorunun pratikteki aldığı şekil nedeniyle çözüm arayışlarının farklı sorunlar doğurması muhtemel. Sığınmacıların geleceği, PYD’nin konumu, cihatçılar ve Suriye muhalefeti sorunu, Şam’daki yönetim biçiminin alacağı form henüz bilinmiyor. Bu tip sorunların gelecekteki durumunun Ankara-Tahran ilişkilerini zorlaştırması da ihtimal dâhilinde. Başka bir ifadeyle Türkiye-Suriye ilişkileri yumuşasa bile İran ile Türkiye’nin Suriye üzerindeki ilişkilerinin nasıl seyir izleyeceği belli değil.

Örneğin, Suriye krizi çerçevesinden bakıldığında, Beşar Esad’ın muhalefetle anlaşma ihtimali düşük görünüyor. Çünkü Beşar Esad kendine yönelik bölgesel, küresel iradeyi kırdığını ve zımni olarak kendi varlığını kabul ettirdiğini düşünüyor. Gelinen noktada muhalefeti kabul etmesi Esad’ın siyasal davranışlarına aykırı gözüküyor. Suriye muhalefeti ne olacak? Onlar nereye gidecek? Bu durumun Türkiye açısından çeşitli problemler yaratacağı açık. Ankara-Şam yakınlaşmasına karşı Suriye muhalefetinin Türkiye karşıtı protestoları, aslında çok boyutlu bir krizin kapıda olduğunun göstergesi. Bunların İran-Türkiye ilişkilerini etkileyeceği açıktır.

PYD çatlağı

İran, Suriye’nin toprak bütünlüğü konusunda Türkiye ile hemfikir olduğunu söylese de önceliği Beşar Esad’ın iktidarda kalması. Burada dikkat çekici olan şu: İran, Türkiye’nin Suriye siyaseti ve PYD’ye yönelik operasyonlarını PYD’nın varlığından daha tehlikeli görüyor. Türkiye’nin PYD’ye yönelik operasyonları, İran ile Türkiye’yi yakınlaştırmak yerine uzaklaştırıyor. İran, Türkiye’nin PYD yönelik hareketliliklerini terörle mücadele, meşru güvenlik kaygıları yerine Suriye toprağının ve Şam yönetimin egemenliğinin ihlali olarak tanımlıyor. PYD bahanesi altında Suriye topraklarında ilerlemek ve Beşar Esad karşıtı mevzi kazanmak olarak yorumluyor. İran ile Türkiye’nin Suriye topraklarında zaman zaman karşılaşmaları ve bazı İranlı analizcilerin muhtemel İran-Türkiye savaşından bahsetmeleri iki ülkenin PYD çatlağının derinliğinin göstergesi. Ali Hameney’in “Türkiye’nin güvenliği bizim güvenliğimizdir, Suriye’nin güvenliği de Türkiye’nin güvenliği olmalıdır” açıklaması örtük tehdit içermekle birlikte Tahran’ın PYD’ye yönelik operasyonlarından duydukları rahatsızlığın ifadesidir.

Günümüz konjonktüründe, Suriye’nin toprak bütünlüğü fikri, İran-Türkiye iş birliğine zemin oluşturmuyor. İran aslında Beşar Esad’ın iktidarda olmadığı bir Suriye’nin toprak bütünlüğünün bozulmasının kendi rejimine yönelik öncelikli varoluşsal bir güvenlik tehdidi olmadığını göstermek istiyor. İran’ın Türkiye ile PYD konusunda iş birliğini Ankara’nın Esad’la olan ilişkisine bağlaması yukarıdaki analizin doğruluğuna işaret eder. Türkiye’nin Esad’ın varlığını resmi olarak kabul etmediği, diplomatik ilişkilerin başlamadığı ve göreli güven tesis edilmediği sürece Tahran’ın PYD politikasının değişmesi mümkün gözükmüyor.

Nükleer anlaşma paradoksu

Türkiye’nin İran nükleer krizi ortaya çıkışından bugüne dek geliştirdiği politikalar pek fazla değişiklik göstermiyor. Türkiye, İran’ın nükleer silah edinmesine karşı olmakla birlikte barışçıl nükleer enerjinin elde edilmesini İran’ın hakkı olarak görüyor. Türkiye bu perspektif çerçevesinde pratikte Batılılardan çok farklı bir yol izliyor. Türkiye’nin, İran nükleer sorununu kendi problemi değil de Batı ve İran arasındaki sorun olarak göstermek istediği ve bu süreçte kendi misyonunu imkân bulursa sadece arabulucu veya kolaylaştırıcı olarak tanımladığı anlaşılıyor. Arabuluculuk imkânı bulmadığı taktirde görünürde sorunun tarafı olmaktan kaçınıyor. Türkiye, BM ve uluslararası hukuk vurgusu yaparak ABD ambargolarına karşı sınır çizse de İran nükleer gerginliği konusunda görünürde sessizliği ve tarafsızlığı tercih ediyor. Türkiye bu konuda Ortadoğu ülkeleriyle de aynı stratejiyi paylaşmıyor. İsrail, Suudi Arabistan ve bazı Arap ülkeleri nükleer anlaşmaya karşı açık sert tutum sergilerken Türkiye bu anlaşmadan yana olmakla birlikte nükleerleşme sorunun tarafı olmaktan uzak duruyor.

Nükleer anlaşmanın İran açısından çok boyutlu getirileri olacak. İran İslam Cumhuriyeti rejiminin ABD tarafından zımni de olsa onay alarak öneminin kabulü, Tahran diplomasisine özgüven gelmesiyle geniş hareket alanı elde etmesi, bölgesel siyasi nüfuzunun kabulü, İran ve Batı ilişkilerinin iyileşme sürecinin başlaması, İran devletinin gelirinin artması, bloke edilmiş paraların geri dönüşü olasılığı, ülkenin teknolojik yenilenme imkânını bulması söz konusu anlaşmanın sonuçları olacak. İran’a pek çok farklı getirisi olan anlaşmanın İran-Türkiye ilişkilerine çeşitli şekillerde yansıyacağı açıktır. Nükleer anlaşma eğer yapılırsa İran-Türkiye ilişkilerinin özellikle ekonomik boyutuna olumlu yansıyacaktır ancak Ortadoğu denkleminde sorun yaratması muhtemeldir. Zira, İran muhtemel nükleer anlaşmayı, silahlanma ve Ortadoğu siyasetiyle bağlantılı görmüyor. Dolayısıyla anlaşma sonrası Ortadoğu siyasetinde değişikliğe gideceğinin de işaretini vermiyor.

İran’ın nükleer anlaşması ve Ortadoğu siyaseti zıtlığı, İran dış politikasının paradoksal doğasının da göstergesidir. İran, nükleer diplomaside başarılı olmak ve muhtemel anlaşmanın olumlu sonuçlarından yararlanmak istiyorsa; Tahran’ın Türkiye dâhil tüm komşularla ilişkilerindeki tansiyonu düşürmesi ve sorunları çözmesi elzem gözüküyor. Ancak İran dış politikası Ortadoğu siyasetinin ipoteği altından çıkmadığı sürece nükleer anlaşmanın çeşitli muhtemel getirilerinden yararlanma olasılığı düşüktür.

Azerbaycan faktörü

Azerbaycan’ın dış politikasının en öncelikli stratejilerinden biri, Rusya ile Batı’nın; Türkiye ile İran’ın jeopolitik rekabet alanına dönüşmemektir. Haydar Aliyev tarafından formüle edilen balans siyaseti (denge siyaseti) incelendiğinde bu denge arayışı kendini gösterir. Azerbaycan kendisini İran-Türkiye rekabet alanı olarak değil, tersine iki ülkenin iş birliği alanı olarak sunmayı amaçlamıştır. Bu konuda çeşitli girişimlerinin olduğunu da söyleyebiliriz. Azerbaycan bu ülkelerle olan ilişkilerinin, diğer ülkeye yönelik karşıtlık esasında ittifak ve blok oluşturma çabası olmadığını belirtmeyi hedeflemiştir. İlk toplantısı 2011’de Urumiye’de yapılan Azerbaycan, Türkiye ve İran üçlü zirve mekanizması bu çerçevede analiz edilebilir. Bu mekanizmanın oluşmasında Azerbaycan’ın aktif rol üstlenmesi yukarıdaki siyaset çerçevesinde yorumlanabilir.

Azerbaycan’ın denge arayışı İkinci Karabağ Savaşı sonrası Türkiye lehinde değişmeye başlamıştır. İkinci Karabağ Savaşı’nda Azerbaycan-Türkiye ilişkileri derinlik kazanırken, İran-Azerbaycan ilişkileri ciddi şekilde darbe almıştır. Bu durum, İran-Azerbaycan ilişkilerini dönüştürürken Bakü’nün İran’ı sınırlandırma doğrultusunda Ankara’ya olan ihtiyacını da artırmıştır.

İran, İkinci Karabağ Savaşı’nda izlediği siyaset nedeniyle rekabeti Türkiye’ye karşı kaybettiğinin farkındadır. İkinci Karabağ Savaşı, İran’ın 1991’den sonra benimsediği Azerbaycan stratejisinin yanlışlığını ve Tahran’ın tüm iddialarına rağmen Kafkasya’daki politik süreçlerin mahiyetini anlamakta yetersiz olduğunu göstermiştir. İşin ilginç tarafı; İran’ın hayal kırıklığı sadece Azerbaycan’a yönelik yürüttüğü politikaların sonuçlarıyla da sınırlı değil. İran aslında, Rusya ve Ermenistan’dan da beklentisini karşılayamamıştır. İran özelikle İkinci Karabağ Savaşı’ndan sonra 10 Kasım 2020’deki ateşkes anlaşması sonrası süreçte kendisini dışlanmış hissediyor. Rusya barış gücü olarak, Türkiye ise gözlemci sıfatıyla oradayken İran’ın olmaması, Tahran açısından küçük düşürücü bir gelişme. İran’ın Karabağ’ın yeni dönemdeki ekonomik yapılanmasından önemli pay alamaması, Zengezur Koridoru tartışmaları, Türkiye’nin Ermenistan’la normalleşme girişimleri ve Azerbaycan-İsrail ilişkilerinin derinleşmesi de bu sürece eklenince İran’ın Kafkasya’daki etkinliğinin çok yönlü zayıflayacağının işaretleri olarak yorumlanıyor.

İran’ın 1991 sonrası geliştirdiği politikalarının sonuçsuzluğundan çıkardığı dersler de çok ilginçtir. Nitekim İran yetkililerinin açıklamalarına ve basınına bakıldığında, Azerbaycan’a yönelik itidalli dil yerine daha sert ve saldırgan üslubun hâkim hale geldiği gözüküyor. Bazı İranlı yorumcular, İran’ın Azerbaycan’a karşı daha toleranslı davrandığı için yenildiğini ve yeni süreçte kazanmak istiyorsa saldırgan siyaset izlemesi gerektiğini vurguluyorlar. Bu da İran-Azerbaycan ilişkilerinin İkinci Karabağ Savaşı öncesinden farklı bir yörüngeye girdiğinin işaretidir.

İran’ın yeni dönemde Azerbaycan’a karşı resmî ve gayriresmî olarak iki yönlü bir politika izleyeceği anlaşılıyor. Başka bir ifadeyle söylersek, İran’ın yeni dönemdeki Azerbaycan politikası, Ortadoğu ülkelerine yönelik uyguladığı siyaset biçimi çerçevesinde şekillenecektir.

İran’ın Azerbaycan siyasetinin bu köklü dönüşümünün sebepleri sadece Azerbaycan’la da ilişkili değil. İkinci Karabağ Savaşı, İran’ın Kafkasya’da yürüttüğü Rusya merkezli dış politika konseptinin de iflası anlamına geliyor. İkinci Karabağ Savaşı’nda Rusya’dan istediğini alamayan İran’ın, Ukrayna Savaşı, enerji krizi ve nükleer anlaşma ihtimali nedeniyle de Kafkasya siyasetindeki Rusya merkezli paradigmadan vazgeçmesi muhtemeldir. Bu durumun da, boyutu, derinliği ve nedenleri farklı olsa da İran-Azerbaycan ilişkilerini gerginliğe açık sorunlu bir ilişkiye doğru sürükleme ihtimali vardır. Bu açıdan bakıldığında önümüzdeki dönemde, Türkiye-İran ilişkilerinde Azerbaycan etkeni daha fazla belirgin hale gelecektir.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 19 Eylül 2022’de yayımlanmıştır.

Arif Keskin
Arif Keskin
Arif Keskin - Ortadoğu bölgesi özellikle de İran üzerine çalışmalar yürüten Arif Keskin, İran’daki Azerbaycan’ın Muğan ilçesinde doğdu. 1993 yılında Tebriz Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Sosyoloji Bölümünden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Biliminde sürdürdü. Keskin 1999'dan itibaren ASAM (Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi), TÜRKSAM, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü ve ORSAM gibi çeşitli düşünce kuruluşlarında Ortadoğu uzmanı olarak görev yaptı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

İran-Türkiye ilişkileri nereye?

Türkiye, Körfez ülkeleri ve İsrail’in yanı sıra, Suriye ile de ilişkilerini geliştirme arayışı içinde. İran, Batı ile yeni bir nükleer anlaşma arifesinde. Kafkasya’da durum değişiyor. Bütün bunlar Ankara-Tahran ilişkilerine nasıl yansıyacak? Arif Keskin yazdı.

Türkiye ve İran, iyi ilişkilere ihtiyacı olan iki komşu ülke. İki ülkenin büyüklüğü, taraflara geniş coğrafî alanda iş birliği imkânı sunuyor. İran, Türkiye için Orta Asya’ya, Türkiye ise İran için Avrupa’ya açılan kapı.

Fakat tarih boyu, iki taraf da derin bir iş birliği ihtiyacı hissetse de istenilen ilişki düzeyine ulaşmayı başaramadılar. Günümüzde de bazı bölgesel sorunlar karşısında ortak çıkarlara sahip olmalarına rağmen, ortak bir politika üretemiyorlar, hatta zaman zaman birbirine zıt politikalar takip ediyorlar.

Her iki ülkenin yakın coğrafyası bugünlerde değişim geçiriyor, Ortadoğu’da ittifaklar yeniden şekilleniyor. İran ile Batı arasında yeni bir nükleer anlaşma gündemde. Kafkasya’daki gelişmeler de hem Ankara’yı hem Tahran’ı yakından ilgilendiriyor. Peki bunlar, iki ülke ilişkilerinde ne anlama geliyor?

Arap Baharı’nın bıraktığı hasar

İran-Türkiye ilişkileri en fazla Arap Baharı gelişmelerinden etkilendi ve bu etkiler hâlâ da sürüyor. Arap Baharı, Ortadoğu ülkelerini çok yönlü bir çatışma sarmalına sürükleyen ve devletlerin ideolojik/siyasi, jeopolitik, dinsel ve mezhepsel ihtirasları ve ihtilaflarının keskinleştiği karmaşık bir süreç oldu. Ayrıca bölge devletlerinin kriz yönetim tarzlarını, çatışmaya eğilimli olduklarını gösterdi. Birbirlerinin altını oymak için pusuya yattıklarını, aralarındaki kırılgan mezhepsel, dinsel ve etnik fay hatlarını da açığa çıkardı.

Arap Baharı, İran-Türkiye ilişkileri dâhil olmak üzere Ortadoğu ülkelerinin ilişkilerini altüst ederek çok boyutlu derin krizlere sürükledi. Şii-Sünni geriliminin yükselişi, ülkeler arasındaki ihtilafların derinleşerek dinsel, mezhepsel ve milliyetçi boyut alışı, askerî ittifaklar arayışı ve militarizmin yükselişi, siyaset ve diplomasi alanın daralması ve güvenlik/askerî yöntemlerin baskın stratejilere dönüşmesi, vekâlet savaşlarının kurumsallaşması, Irak, Libya, Yemen ve Suriye devletlerinin çöküşü ile Mısır’ın zayıflaması, radikalizmin artışı, Ortadoğu’yu köklü olarak dönüştürdü. Arap Baharı sadece Türkiye ve İran’ı değil, Arap ülkelerini de böldü. Bütün bunların ortaya koyduğu gibi Arap Baharı sürecinin kazananının olması imkânsızdı.

Restorasyon telaşı

Şimdi artık Arap Baharı sonrası Ortadoğu ülkeleri arasındaki ilişkilerde bir restorasyon dönemi başladığını söyleyebiliriz. İran-Türkiye ilişkilerinde olduğu gibi, Ortadoğu ülkeleri arasındaki gelişmelere bakıldığında, son dönemde Arap Baharı sürecinin yarattığı sorunların çözülmesi ve aşılması hedefleniyor. Türkiye, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve diğer Arap ülkeleriyle ilişkilerini tamir etmeye çalışırken İran da Arap ülkeleriyle sorunlarını aşmayı hedefliyor. Bu süreç sadece Türkiye ve İran gibi Arap olmayan ülkelerle de sınırlı değil, Arap ülkeleri arasında da ilişkilerin onarılması isteği ve iradesi kendisini gösteriyor. İran-Türkiye ilişkilerinin niteliği, seyri ve alacağı muhtemel şekiller de Ortadoğu’daki bu sürecin sonuçlarıyla ilintili olacak.

Hasarları aşmak kolay mı?

Ancak, Arap Baharı sürecinin doğurduğu hasarları aşmak kolay gözükmüyor. Çünkü o sürecin jeopolitik kırılma alanları Yemen, Mısır, Libya, Tunus ve özellikle Suriye’de hâlâ devam ediyor. Bu yakınlaşma sürecinin sınırlılıklarına örnek olarak Suriye’nin durumunu analiz edebiliriz.

Arap devletlerinin Beşar Esad’la ilişkilerinde eski sertlik, düşmanlık ve karşıtlık kalmasa da yakınlaşma beklenen hızla yürümüyor. Suriye hâlâ Arap dünyasının bir sorunu olmaya devam ediyor. Bu ihtilaflar en açık şekilde Suriye’nin Arap Birliği’ne geri dönmesi meselesinde ortaya çıkıyor. Filistinli gruplar, Umman ve Lübnan gibi ülkeler Suriye’nin Arap Birliği’ne geri dönmesini isterken, Mısır, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeler çekinceli davranıyorlar. Suriye’nin Arap dünyasına geri dönmemesi İran’ın Arap dünyasıyla ilişkilerini olumsuz etkilerken, Türkiye’nin Beşar Esad siyasetini ve dolayısıyla Türkiye-İran ilişkilerini de etkiliyor.

Güç ve düşmanlık sarmalı

İran açısından Ortadoğu çelişkili sonuçları olan bir bölge. Ortadoğu, İran’ın güç kaynaklarından biri olmakla birlikte, onun bölge ve dünyayla düşmanlık nedenlerinden de biri. Başka bir değişle, İran’ın Ortadoğu arayışlarının mahiyeti ve biçimi onun bölge ve dünyayla olan ilişkilerini biçimlendiriyor. Bu tespit, Türkiye-İran ilişkileri için de geçerli.

İran’ın günümüzdeki Ortadoğu siyasetine bakıldığında, sadece Türkiye ile değil Ortadoğu ülkeleriyle de sorunlu ilişkilerinin devam edeceği anlaşılıyor. İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, dış politika önceliklerini bölge devletleri ve komşularla olan ilişkileri olarak tanımlamıştı. Reisi, komşularla iyi ilişkileri amaçladığını söylese de bunun gerçekleşmesi kolay değil. Çünkü Reisi, İran’ın Ortadoğu’daki nüfuz arayışlarını açık şekilde destekliyor. Reisi’ye göre, İran’ın bölgesel nüfuzu ve bölge halkları ile kurduğu siyasi, manevi ve kültürel bağlar sadece güvenlik ve jeopolitik imkân değil, aynı zamanda devrimin birikimi. Bu manevi ve siyasi bağlar, ülkenin ulusal güvenliği ve rejimin kalıcılığını garantileyen esas faktörler arasında.

Reisi komşularla ilişkilerinin öncelikli olduğunu söylese de İran’ın Arap dünyasıyla Yemen’den Irak’a kadar uzanan geniş yelpazedeki yaşadığı sorunları çözmekte zorluk çektiği görülüyor. Tahran’ın Arap dünyasıyla başlattığı yakınlaşma girişimleri somut sonuç vermiyor. Örnek verirsek; İran hâlâ Suudi Arabistan’la ilişkilerindeki tıkanıklıkları aşabilmiş değil. İran Eski Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani döneminde başlayan görüşmelerin hâlâ hiçbir somut sonuç vermemesi bunun açık örneği.

İran’ın Arap ülkeleriyle sorunlarını çözememesi, Türkiye’nin Ortadoğu arayışlarına yönelik tutum ve bakışını değiştiriyor. İran, Türkiye-Arap dünyası yakınlaşma sürecini Ortadoğu’da kendi aleyhinde oluşturulması muhtemel yeni güç dengelerinin ön hazırlığı olarak görüyor.

Türkiye-İsrail yakınlaşma ihtimali Tahran açısından en kritik gelişme sayılabilir. İran bu yakınlaşmanın, onun Ortadoğu ve Kafkasya’daki etkinliğini sınırlandırma niyetiyle geliştiğini iddia ediyor ve bunu kendi güvenliğine tehdit olarak görüyor. İran bu yakınlaşmayı kendine tehdit olarak görse de bunun Tahran-Ankara ilişkilerini nasıl etkileyeceği meçhul. İki ülke ilişkilerine muhtemel etkilerini, Türkiye-İsrail yakınlaşmasının seyri, derinliği, boyutları ve yapabilecekleri muhtemel iş birliği alanları çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Bu açıdan bakıldığında, önemli olan Türkiye-İsrail ilişkilerinin İran karşıtlığına çevrilip çevrilmemesi meselesidir. İsrail bu yakınlaşmayı İran karşıtı çerçevede tanımlamaya meyilliyken, Türkiye bu yakınlaşmanın üçüncü ülkeye karşı olmadığını söylüyor. Bu sürecin kaderi İran’ın elinde. Bu bağlamda İran’ın Türkiye topraklarını İsrail ve Yahudilere karşı suikast alanına çevirip çevirmemesi de kilit önem taşıyor.

Suriye çıkmazı

Suriye, İran’ın son kırk yılda bölgedeki yegâne stratejik müttefiki ve bu açıdan İran’ın dış politikasında özel bir yeri var. Batı’nın bölgedeki varlığına, etkisine karşı çıkmak, İsrail karşıtı bir yaklaşım benimsemek ve Lübnan ile Filistin’deki gruplarını desteklemek, iki ülkeyi birbirine bağlayan bölgesel politikalarının en önemli ortak bileşenleridir. İran, Esad yönetimini “İsrail karşıtı direniş cephesinin ön karakolu” gerekçesiyle desteklediğini söylüyor. İran’a göre Esad yönetimi düşerse, İsrail karşıtı direniş hattı da sarsılır.

İran’a göre; Türkiye, İsrail ve Arap devletlerinin Esad düşmanlığı, direniş eksenine düşmanlıkları nedeniyle bir intikam hareketidir. Türkiye’nin Esad karşıtı siyasetini “ABD ve Siyonizm çizgisi çerçevesinde direniş eksenini yok ederek İran’ın Ortadoğu siyasetinin ana karargâhını zayıflatmak” olarak görüyor.

İran, Türkiye’nin son dönemde Esad’a yönelik olumlu açıklamalarını müspet bir girişim olarak görüyor. İran açısından bakıldığında; Türkiye’nin son açıklamaları iki ülkenin Suriye konusunda ihtilaf ateşini geçici olarak düşürme ihtimalini taşısa da yine de Ankara-Tahran ihtilaflarını bitireceği anlamına gelmiyor.

Öncelikle Türkiye’nin Beşar Esad konusunda siyasetinin çerçevesi tam olarak net değil. Ayrıca Suriye sorunun pratikteki aldığı şekil nedeniyle çözüm arayışlarının farklı sorunlar doğurması muhtemel. Sığınmacıların geleceği, PYD’nin konumu, cihatçılar ve Suriye muhalefeti sorunu, Şam’daki yönetim biçiminin alacağı form henüz bilinmiyor. Bu tip sorunların gelecekteki durumunun Ankara-Tahran ilişkilerini zorlaştırması da ihtimal dâhilinde. Başka bir ifadeyle Türkiye-Suriye ilişkileri yumuşasa bile İran ile Türkiye’nin Suriye üzerindeki ilişkilerinin nasıl seyir izleyeceği belli değil.

Örneğin, Suriye krizi çerçevesinden bakıldığında, Beşar Esad’ın muhalefetle anlaşma ihtimali düşük görünüyor. Çünkü Beşar Esad kendine yönelik bölgesel, küresel iradeyi kırdığını ve zımni olarak kendi varlığını kabul ettirdiğini düşünüyor. Gelinen noktada muhalefeti kabul etmesi Esad’ın siyasal davranışlarına aykırı gözüküyor. Suriye muhalefeti ne olacak? Onlar nereye gidecek? Bu durumun Türkiye açısından çeşitli problemler yaratacağı açık. Ankara-Şam yakınlaşmasına karşı Suriye muhalefetinin Türkiye karşıtı protestoları, aslında çok boyutlu bir krizin kapıda olduğunun göstergesi. Bunların İran-Türkiye ilişkilerini etkileyeceği açıktır.

PYD çatlağı

İran, Suriye’nin toprak bütünlüğü konusunda Türkiye ile hemfikir olduğunu söylese de önceliği Beşar Esad’ın iktidarda kalması. Burada dikkat çekici olan şu: İran, Türkiye’nin Suriye siyaseti ve PYD’ye yönelik operasyonlarını PYD’nın varlığından daha tehlikeli görüyor. Türkiye’nin PYD’ye yönelik operasyonları, İran ile Türkiye’yi yakınlaştırmak yerine uzaklaştırıyor. İran, Türkiye’nin PYD yönelik hareketliliklerini terörle mücadele, meşru güvenlik kaygıları yerine Suriye toprağının ve Şam yönetimin egemenliğinin ihlali olarak tanımlıyor. PYD bahanesi altında Suriye topraklarında ilerlemek ve Beşar Esad karşıtı mevzi kazanmak olarak yorumluyor. İran ile Türkiye’nin Suriye topraklarında zaman zaman karşılaşmaları ve bazı İranlı analizcilerin muhtemel İran-Türkiye savaşından bahsetmeleri iki ülkenin PYD çatlağının derinliğinin göstergesi. Ali Hameney’in “Türkiye’nin güvenliği bizim güvenliğimizdir, Suriye’nin güvenliği de Türkiye’nin güvenliği olmalıdır” açıklaması örtük tehdit içermekle birlikte Tahran’ın PYD’ye yönelik operasyonlarından duydukları rahatsızlığın ifadesidir.

Günümüz konjonktüründe, Suriye’nin toprak bütünlüğü fikri, İran-Türkiye iş birliğine zemin oluşturmuyor. İran aslında Beşar Esad’ın iktidarda olmadığı bir Suriye’nin toprak bütünlüğünün bozulmasının kendi rejimine yönelik öncelikli varoluşsal bir güvenlik tehdidi olmadığını göstermek istiyor. İran’ın Türkiye ile PYD konusunda iş birliğini Ankara’nın Esad’la olan ilişkisine bağlaması yukarıdaki analizin doğruluğuna işaret eder. Türkiye’nin Esad’ın varlığını resmi olarak kabul etmediği, diplomatik ilişkilerin başlamadığı ve göreli güven tesis edilmediği sürece Tahran’ın PYD politikasının değişmesi mümkün gözükmüyor.

Nükleer anlaşma paradoksu

Türkiye’nin İran nükleer krizi ortaya çıkışından bugüne dek geliştirdiği politikalar pek fazla değişiklik göstermiyor. Türkiye, İran’ın nükleer silah edinmesine karşı olmakla birlikte barışçıl nükleer enerjinin elde edilmesini İran’ın hakkı olarak görüyor. Türkiye bu perspektif çerçevesinde pratikte Batılılardan çok farklı bir yol izliyor. Türkiye’nin, İran nükleer sorununu kendi problemi değil de Batı ve İran arasındaki sorun olarak göstermek istediği ve bu süreçte kendi misyonunu imkân bulursa sadece arabulucu veya kolaylaştırıcı olarak tanımladığı anlaşılıyor. Arabuluculuk imkânı bulmadığı taktirde görünürde sorunun tarafı olmaktan kaçınıyor. Türkiye, BM ve uluslararası hukuk vurgusu yaparak ABD ambargolarına karşı sınır çizse de İran nükleer gerginliği konusunda görünürde sessizliği ve tarafsızlığı tercih ediyor. Türkiye bu konuda Ortadoğu ülkeleriyle de aynı stratejiyi paylaşmıyor. İsrail, Suudi Arabistan ve bazı Arap ülkeleri nükleer anlaşmaya karşı açık sert tutum sergilerken Türkiye bu anlaşmadan yana olmakla birlikte nükleerleşme sorunun tarafı olmaktan uzak duruyor.

Nükleer anlaşmanın İran açısından çok boyutlu getirileri olacak. İran İslam Cumhuriyeti rejiminin ABD tarafından zımni de olsa onay alarak öneminin kabulü, Tahran diplomasisine özgüven gelmesiyle geniş hareket alanı elde etmesi, bölgesel siyasi nüfuzunun kabulü, İran ve Batı ilişkilerinin iyileşme sürecinin başlaması, İran devletinin gelirinin artması, bloke edilmiş paraların geri dönüşü olasılığı, ülkenin teknolojik yenilenme imkânını bulması söz konusu anlaşmanın sonuçları olacak. İran’a pek çok farklı getirisi olan anlaşmanın İran-Türkiye ilişkilerine çeşitli şekillerde yansıyacağı açıktır. Nükleer anlaşma eğer yapılırsa İran-Türkiye ilişkilerinin özellikle ekonomik boyutuna olumlu yansıyacaktır ancak Ortadoğu denkleminde sorun yaratması muhtemeldir. Zira, İran muhtemel nükleer anlaşmayı, silahlanma ve Ortadoğu siyasetiyle bağlantılı görmüyor. Dolayısıyla anlaşma sonrası Ortadoğu siyasetinde değişikliğe gideceğinin de işaretini vermiyor.

İran’ın nükleer anlaşması ve Ortadoğu siyaseti zıtlığı, İran dış politikasının paradoksal doğasının da göstergesidir. İran, nükleer diplomaside başarılı olmak ve muhtemel anlaşmanın olumlu sonuçlarından yararlanmak istiyorsa; Tahran’ın Türkiye dâhil tüm komşularla ilişkilerindeki tansiyonu düşürmesi ve sorunları çözmesi elzem gözüküyor. Ancak İran dış politikası Ortadoğu siyasetinin ipoteği altından çıkmadığı sürece nükleer anlaşmanın çeşitli muhtemel getirilerinden yararlanma olasılığı düşüktür.

Azerbaycan faktörü

Azerbaycan’ın dış politikasının en öncelikli stratejilerinden biri, Rusya ile Batı’nın; Türkiye ile İran’ın jeopolitik rekabet alanına dönüşmemektir. Haydar Aliyev tarafından formüle edilen balans siyaseti (denge siyaseti) incelendiğinde bu denge arayışı kendini gösterir. Azerbaycan kendisini İran-Türkiye rekabet alanı olarak değil, tersine iki ülkenin iş birliği alanı olarak sunmayı amaçlamıştır. Bu konuda çeşitli girişimlerinin olduğunu da söyleyebiliriz. Azerbaycan bu ülkelerle olan ilişkilerinin, diğer ülkeye yönelik karşıtlık esasında ittifak ve blok oluşturma çabası olmadığını belirtmeyi hedeflemiştir. İlk toplantısı 2011’de Urumiye’de yapılan Azerbaycan, Türkiye ve İran üçlü zirve mekanizması bu çerçevede analiz edilebilir. Bu mekanizmanın oluşmasında Azerbaycan’ın aktif rol üstlenmesi yukarıdaki siyaset çerçevesinde yorumlanabilir.

Azerbaycan’ın denge arayışı İkinci Karabağ Savaşı sonrası Türkiye lehinde değişmeye başlamıştır. İkinci Karabağ Savaşı’nda Azerbaycan-Türkiye ilişkileri derinlik kazanırken, İran-Azerbaycan ilişkileri ciddi şekilde darbe almıştır. Bu durum, İran-Azerbaycan ilişkilerini dönüştürürken Bakü’nün İran’ı sınırlandırma doğrultusunda Ankara’ya olan ihtiyacını da artırmıştır.

İran, İkinci Karabağ Savaşı’nda izlediği siyaset nedeniyle rekabeti Türkiye’ye karşı kaybettiğinin farkındadır. İkinci Karabağ Savaşı, İran’ın 1991’den sonra benimsediği Azerbaycan stratejisinin yanlışlığını ve Tahran’ın tüm iddialarına rağmen Kafkasya’daki politik süreçlerin mahiyetini anlamakta yetersiz olduğunu göstermiştir. İşin ilginç tarafı; İran’ın hayal kırıklığı sadece Azerbaycan’a yönelik yürüttüğü politikaların sonuçlarıyla da sınırlı değil. İran aslında, Rusya ve Ermenistan’dan da beklentisini karşılayamamıştır. İran özelikle İkinci Karabağ Savaşı’ndan sonra 10 Kasım 2020’deki ateşkes anlaşması sonrası süreçte kendisini dışlanmış hissediyor. Rusya barış gücü olarak, Türkiye ise gözlemci sıfatıyla oradayken İran’ın olmaması, Tahran açısından küçük düşürücü bir gelişme. İran’ın Karabağ’ın yeni dönemdeki ekonomik yapılanmasından önemli pay alamaması, Zengezur Koridoru tartışmaları, Türkiye’nin Ermenistan’la normalleşme girişimleri ve Azerbaycan-İsrail ilişkilerinin derinleşmesi de bu sürece eklenince İran’ın Kafkasya’daki etkinliğinin çok yönlü zayıflayacağının işaretleri olarak yorumlanıyor.

İran’ın 1991 sonrası geliştirdiği politikalarının sonuçsuzluğundan çıkardığı dersler de çok ilginçtir. Nitekim İran yetkililerinin açıklamalarına ve basınına bakıldığında, Azerbaycan’a yönelik itidalli dil yerine daha sert ve saldırgan üslubun hâkim hale geldiği gözüküyor. Bazı İranlı yorumcular, İran’ın Azerbaycan’a karşı daha toleranslı davrandığı için yenildiğini ve yeni süreçte kazanmak istiyorsa saldırgan siyaset izlemesi gerektiğini vurguluyorlar. Bu da İran-Azerbaycan ilişkilerinin İkinci Karabağ Savaşı öncesinden farklı bir yörüngeye girdiğinin işaretidir.

İran’ın yeni dönemde Azerbaycan’a karşı resmî ve gayriresmî olarak iki yönlü bir politika izleyeceği anlaşılıyor. Başka bir ifadeyle söylersek, İran’ın yeni dönemdeki Azerbaycan politikası, Ortadoğu ülkelerine yönelik uyguladığı siyaset biçimi çerçevesinde şekillenecektir.

İran’ın Azerbaycan siyasetinin bu köklü dönüşümünün sebepleri sadece Azerbaycan’la da ilişkili değil. İkinci Karabağ Savaşı, İran’ın Kafkasya’da yürüttüğü Rusya merkezli dış politika konseptinin de iflası anlamına geliyor. İkinci Karabağ Savaşı’nda Rusya’dan istediğini alamayan İran’ın, Ukrayna Savaşı, enerji krizi ve nükleer anlaşma ihtimali nedeniyle de Kafkasya siyasetindeki Rusya merkezli paradigmadan vazgeçmesi muhtemeldir. Bu durumun da, boyutu, derinliği ve nedenleri farklı olsa da İran-Azerbaycan ilişkilerini gerginliğe açık sorunlu bir ilişkiye doğru sürükleme ihtimali vardır. Bu açıdan bakıldığında önümüzdeki dönemde, Türkiye-İran ilişkilerinde Azerbaycan etkeni daha fazla belirgin hale gelecektir.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 19 Eylül 2022’de yayımlanmıştır.

Arif Keskin
Arif Keskin
Arif Keskin - Ortadoğu bölgesi özellikle de İran üzerine çalışmalar yürüten Arif Keskin, İran’daki Azerbaycan’ın Muğan ilçesinde doğdu. 1993 yılında Tebriz Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Sosyoloji Bölümünden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Biliminde sürdürdü. Keskin 1999'dan itibaren ASAM (Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi), TÜRKSAM, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü ve ORSAM gibi çeşitli düşünce kuruluşlarında Ortadoğu uzmanı olarak görev yaptı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x