NATO üyesi Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) üyeliği olasılığı gündemin sıcak maddelerinden biri. Türkiye NATO ilişkileri S-400 ve F-35 meselelerinden dolayı hayli gerginken ŞİÖ üyeliğinin tartışmalarının açılması tesadüfi değil. Aslında NATO’nun kendisi de tartışmalı. Ukrayna kriziyle tekrar önem kazanmış görünse de NATO’nun ciddi bir görev eksikliği ve yük dağılımı meselesi var ve bu da üç çeyrek asrı geride bırakmaya hazırlanan ittifakı yıpratıyor. Konunu uzmanları NATO için çeşitli senaryolar üzerinde duruyor. Örneğin Harvard Üniversitesi’nin uluslararası ilişkiler profesörlerinden Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı yazıda ittifak için dört model öneriyor:
“İttifakın uzun ömürlü oluşu, NATO’nun kurulduğu günden beri her şeyin ne kadar değiştiği düşünürse özellikle dikkat çekiyor. Varşova Paktı yıkıldı, Sovyetler Birliği çöktü. ABD, geniş Ortadoğu’da pahalı ve başarısız bir savaşa 20 yıldan fazla zaman harcadı. Çin, küresel itibarı düşük yoksul bir ülke olmaktan çıkıp dünyanın en güçlü ikinci ülke haline gelirken liderleri gelecekte daha büyük bir rol oynamaya hevesli. Avrupa’nın kendisi de derin değişimler geçirdi: Değişen demografiler, tekrarlanan ekonomik krizler, Balkanlarda iç savaşlar ve 2022’de bir süre daha devam edeceği anlaşılan yıkıcı bir savaş…
“Transatlantik ortaklığın” tümüyle statik olmadığına kuşku yok. NATO’ya, 1952’de Yunanistan ve Türkiye ile başlayıp, 1982’de İspanya ile devam eden, 1999’da bir acele eski Sovyet müttefiklerini dahil eden ve son olarak Finlandiya ve İsveç ile devam eden süreçte çok sayıda yeni üye katıldı. Soğuk Savaş sonrası Avrupalı çoğu üye savunma harcamalarını kısınca ittifak içinde yük paylaşımı da zaman içinde değişti. NATO, bazıları diğerlerinden daha fazla sonuç getiren çok sayıda doktrin değişikliğinden geçti.
Bu nedenle Transatlantik ortaklığın gelecekte nasıl şekil alacağını sormama değer. Görevini nasıl belirlemeli ve sorumlulukları nasıl dağıtmalı? Geçmişteki değişimler, mevcut gelişmeler ve gelecekte olası durumlar göz önünde bulundurulduğunda, eğer Transatlantik ortaklık var olmaya devam edecekse, nasıl kapsamlı bir vizyon benimsemeli?
İleriye dönük en az dört farklı model düşünebilir.
Birinci model: Eski tas eski hamam
Bürokratik katılık ve siyasi ihtiyatlar dikkate alınırsa mevcut düzenlemeleri aşağı yukarı aynen bırakıp biraz değişiklik yaparak sürdürmek bilinen ve belki de en olası yaklaşım olacaktır.
Bu modelde NATO, ismindeki “Kuzey Atlantik” ifadesinin apaçık ortaya koyduğu üzere, öncelikle Avrupa’nın güvenliğine odaklanmaya devam edecek. ABD, Avrupa’nın acil durumda ilk müdahale eden ülkesi ve Ukrayna krizinde olduğu gibi tartışma götürmez lideri olmayı sürdürecek. Yük paylaşımı dengesizliği sürecek, Avrupa’nın askerî kabiliyetleri Amerika’nınkilerin yanında devede kulak kalacak ve ABD’nin nükleer şemsiyesi diğer ittifak üyelerini korumaya devam edecek. “Sorumluluk sahası dışı” görevler, Avrupa’daki yeni durumdan sonra daha az zikredilecek ki bu da NATO’nun Afganistan, Libya ve Balkanlar’da geçmişte yaşadığı maceralar dikkate alındığında doğru bir karar olacak.
Adil olmak gerekirse, bu modelin bazı bariz üstünlükleri var. Bir kere bildik bir şey ve Avrupa’nın “Amerikan sakinleştiricisini” yerli yerinde bırakıyor. Avrupa devletleri, Sam Amca ıslık çalmak ve kavgaları ayırmak için hâlâ orada olduğu sürece, aralarında çıkan çatışmalar konusunda endişelenmek zorunda kalmayacaklar. Yeniden silahlanma masraflarını karşılamak için cömert refah devletlerini kırpmak istemeyen Avrupa hükümetleri, Sam Amca’nın yükün orantısız bir kısmını üstlenmesine izin vermekten mutlu olacak ve Rusya’ya en yakın ülkeler özellikle güçlü bir ABD isteyeceklerdir. Orantısız kabiliyetleri olan net bir ittifak liderine sahip olmak, hantal bir koalisyona kıyasla daha hızlı ve tutarlı karar almayı kolaylaştıracak. Bu nedenle, birisi bu formülü kurcalamayı teklif ettiğinde, inatçı Atlantikçilerin alarma geçmek için iyi sebepleri var.
Yine de eski tas eski hamam modelin ciddi olumsuz yönleri var. En aşikâr olanı fırsat maliyeti: ABD’yi Avrupa’nın ilk yanıt veren ülkesi olarak tutmak, Washington’ın, güç dengesinde, tehditlerin önemli ölçüde daha büyük olduğu ve diplomatik ortamın bilhassa karmaşık olduğu Asya’ya daha fazla yeterli zaman, dikkat ve kaynak ayırmasını güçleştiriyor. ABD’nin Avrupa’ya güçlü taahhütleri bazı ihtilaf nedenlerinin su üstüne çıkmasını bastırıyor olabilir, ama bu 1990’larda Balkanlar’da savaşların çıkmasını ve ABD’nin Ukrayna’yı Batı’nın güvenlik yörüngesine sokma girişiminin halen süren savaşı kışkırtmasını engellemedi. Bu, Batı’da kimsenin istediği bir şey değildi, ama önemli olan sonuçtur.
Dahası, bu model Avrupa’yı Avrupa’nın korumasına bağımlı kılıyor ve Avrupa’nın dış politikasının yürütülmesinde genel bir rehavete ve gerçekçilikten uzaklaşmaya neden oluyor. Sorun çıkar çıkmaz dünyanın en büyük gücünün yanında koşacağından eminseniz, yabancı enerji arzına aşırı bağımlı hale gelme ve sinsi otoriterliğin yurdunuza yaklaşma risklerini göz ardı edebilirsiniz. Ayrıca kimse bunu kabul etmese de, bu model ABD’yi, kendisinin hayati güvenlik ve refahını tehdit etmeyen çevresel çatışmaların içine çekebilir. Nihayetinde bu model eleştirilmekten uzak değil.
İkinci model: Demokrasi enternasyonal
Transatlantik güvenlik işbirliği için ikinci bir model, NATO üyesi ülkelerin (çoğunda) paylaşılan demokratik karakteri ve demokrasilerle (özellikle Rusya ve Çin gibi) otokrasiler arasında genişleyen uçuruma dikkat çekiyor.
Biden yönetiminin ortak demokratik değerleri ve demokrasilerin otokrasilerden daha iyi performans sergileyebileceğini vurgulama çabalarının arkasında bu ileri görüşlülük yatıyor. Bu modelde transatlantik ortaklık anlayışı yerini daha geniş bir küresel gündeme bırakıyor. Demokrasi ile otokrasi arasında küresel çapta ideolojik bir rekabet benimsiyor. ABD bu modelde Asya’ya “dönebilir”, ama o zaman Avrupalı ortaklarının da bunu yapması gerekir. Ancak bu modelde demokratik sistemleri savunmak ve teşvik etmek daha geniş bir amaçtır.
Bu modelde ittifak vizyonu “demokrasi iyi, otokrasi kötü” olarak özetlenebilecek ölçüde basittir. Bu da erdem sahibi bir vizyon olabilir, ama kusurları erdemlerinden çok daha ağır basar. Zira böyle bir çerçeve ABD’nin otokrasilerle ilişkilerini kaçınılmaz olarak karmaşıklaştırıyor. İttifak zaten Suudi Arabistan veya diğer Körfez monarşileri veya Vietnam gibi potansiyel Asyalı ortaklarla ilişkileri nedeniyle yaygın olarak ikiyüzlülük suçlamasıyla karşı karşıya…
İkincisi, dünyayı dost demokrasilere ve düşman diktatörlüklere bölmek, düşmanlar arasındaki bağları güçlendirecek ve dost ülkelerini ‘böl ve yönet’ taktiğine başvurmaktan caydıracaktır. Bu açıdan bakıldığında, 1971’de Mao’nun Çin’i ile yakınlaşarak Kremlin’de büyük baş ağrısı yaratan zamanın başkanı ABD Başkanı Richard Nixon ile danışmanı Henry Kissinger’ın bu modeli benimsememesinden memnuniyet duymalıyız.
Son olarak, demokratik değerleri ön plana çıkarmak ve merkeze almak, NATO’yu mümkün olan her yerde demokrasiyi yerleştirmeye çalışan bir haçlı örgütüne dönüştürme riskini taşır.
Demokrasiyi ihraç etmek, özellikle dışardan birileri dayattığında son derece zordur ve genellikle başarısız oluyor. NATO’nun mevcut üyelerinden bazılarında demokrasinin ürkütücü durumu göz önüne alındığında, bunu ittifakın birincil varlık nedeni olarak benimsemek aşırı derecede Donkişotça görünüyor.
Üçüncü model: Çin’e karşı küresele açılım
Üçüncü model, ikinci modelin yakın bir kuzenidir. Ancak Atlantik ötesi ilişkileri demokrasi ve diğer liberal değerler etrafında organize etmek yerine, Avrupa’yı ABD’nin yükselen Çin’i kontrol altına alma çabalarına dahil etmeye çalışır.
İlk bakışta, bu çekici bir vizyon. ABD’nin İngiltere ve Avustralya ile imzaladığı AUKUS, bunun erken bir tezahürü oldu. Rand Corp.’dan Michael Mazarr’ın yakın zamanda gözlemlediği gibi, Avrupa’nın artık Çin’i sadece kazançlı bir pazar ve değerli bir yatırım ortağı olarak görmediğine ve buna karşı “yumuşak bir denge” kurmaya başladığına dair kanıtlar artıyor. Amerika açısından, Avrupa’nın ekonomik ve askerî potansiyelinin ana rakibi Çin’e karşı aynı saflara çekilmesi son derece arzu edilir.
Ancak bu modelle ilgili iki bariz sorun var. Birincisi, devletler yalnızca güce karşı değil, tehditlere karşı da denge kurar ve coğrafya bu değerlendirmelerde kritik bir rol oynar. Çin giderek daha güçlü ve hırslı olabilir. Ama ordusu Asya’yı geçip Avrupa’ya saldırmayacak ve donanması dünyayı dolaşıp Avrupa limanlarını ablukaya almayacaktır. Rusya, Çin’den çok daha zayıf, ama çok daha yakın ve son zamanlardaki davranışları, askerî kabiliyetlerinin sınırlarını ortaya çıkarmış olsa bile endişe verici. Bu nedenle, Avrupa’dan Çin’in politikasına karşı ciddi bir çaba beklenmemeli.
NATO’nun Avrupalı üyeleri, Hint-Pasifik bölgesindeki güç dengesini önemli bir şekilde etkileyecek askerî kapasiteye sahip değiller ve bunu yakın zamanda elde etmeleri de olası değil. Ukrayna’daki savaş, Avrupa devletlerinin nihayet askerî güçlerini yeniden inşa etme konusunda ciddileşmelerine yol açabilir. Ancak daha çok Rusya’yı savunmak ve caydırmak için tasarlanmış kara, hava ve gözetleme yeteneklerini geliştirmeye çaba sarf edecekler. Avrupa, Çin’le herhangi bir çatışmayla girmeye ilgi duymayacaktır. Hint-Pasifik bölgesine birkaç Alman fırkateyni göndermek, Almanya’nın orada gelişen güvenlik ortamına gösterdiği ilgiyi göstermek için iyi bir yol olabilir. Ama bu, bölgesel güç dengesini değiştirmeyecek veya Çin’in hesaplamalarında fazla bir değişiklik yaratmayacaktır.
Avrupa, Çin’i, başka yollarla, yabancı askerî kuvvetlerin eğitilmesine yardım ederek, silah satarak, bölgesel güvenlik forumlarına katılarak dengelemeye yardımcı olabilir. ABD bu tür çabaları memnuniyetle karşılamalıdır. Ancak hiç kimse, Hint-Pasifik güvenlik alanında çok sert bir denge kuracağı konusunda Avrupa’ya güvenmemelidir. Bu modeli yerine getirmeye çalışmak, NATO’ya karşı kini artırmaktan başka işe yaramaz.
Dördüncü model: Yeni bir iş bölümü
NATO için en uygun gelecek modeli, Avrupa’nın kendi güvenliği için birincil sorumluluğu üstlendiği ve ABD’nin çok daha fazla dikkat gösterdiği yeni bir iş bölümüdür.
Amerika Birleşik Devletleri, NATO’nun resmî bir üyesi olarak kalacak, ancak Hint-Pasifik bölgesine daha fazla odaklanacaktır. Bu modelde ABD, Avrupa’nın ilk müdahale eden ülkesi değil, son çare olarak başvurulan müttefiki olacaktır. Dolayısıyla ABD, yalnızca bölgesel güç dengesi çarpıcı biçimde aşınırsa Avrupa’ya geri dönmeyi düşünecektir, başka türlü değil.
Bu model bir gecede uygulanamaz ve ABD’nin Avrupalı ortaklarına ihtiyaç duydukları yetenekleri tasarlamalarına ve edinmelerine yardımcı olurken işbirlikçi bir ruhla müzakere edilmelidir. Çünkü bu devletlerin çoğu Sam Amca’yı kalmaya ikna etmek için ellerinden gelen her şeyi yapacaktır. Ama Washington’ın ileriye dönük olarak destekleyeceği tek modelin bu olduğunu açıkça belirtmesi gerekecektir. NATO’nun Avrupalı üyeleri çoğunlukla kendi başlarına kalacaklarına gerçekten inanmadıkça, gerekli adımları atmak istemeyeceklerdir.
ABD başkanı olduğu süre boyunca yaptığı küstahlıklar ve abartılı sözler müttefiklerini kızdırmaktan başka işe yaramayan Donald Trump’ın aksine, halefi Joe Biden bu süreci başlatmak için ideal bir konumda. Kendini adamış bir NATO’cu olarak haklı bir üne sahiptir, bu nedenle yeni bir işbölümü için bastırabilir. O ve ekibi, Avrupalı ortaklarımıza bu adımın uzun vadeli herkesin çıkarına olduğunu söyleyebilecek konumdalar. Dikkat edin, Biden ve ekibinden bu adımı atmasını beklemiyorum ama yapmalılar.”
Bu yazı ilk kez 22 Eylül 2022’de yayımlanmıştır.